İlk turun ardından Fransa!

Seçimin favorileri Cumhuriyetçiler’in adayı Fillon ile Le Pen hakkındaki yolsuzluk dosyalarının ortaya çıkması, eski Başbakan Valls’ın kendi partisinin adayı Hamon yerine Macron’u desteklemesi, Fillon’un kendi partisi tarafından adaylıktan çekilmeye zorlanması ve dört adayın son haftaya burun farkıyla girmeleri Fransız tarihinde görülmemiş bir seçimin habercisiydi.

Geleneksel partilerin büyük bir hezimete uğradıkları ilk tur seçimleri, düzen kurumlarının içinde bulunduğu krizin derinleştiğini gösteriyor. Ülkenin iki ana siyasi partisi Sosyalist Parti ve Cumhuriyetçiler’in adaylarının her ikisi birden ülke tarihinde ilk kez olarak daha birinci turda elendiler. Son on yılda önce Sarkozy, sonra Hollande önderliğindeki düzenin iki ana partisinin sırayla kurmuş oldukları hükümetlerinin uyguladıkları kemer sıkma politikalarıyla kitleler nezdinde uyandırdıkları hayal kırıklığı ve nefret, bu tarihi hezimete nede oldu. Özellikle sosyalist aday Hamon’un %6,36 ile adeta sahneden silinmesi, Hollande-Valls hükümetinin emekçilerin değil, patronların hükümeti olduğunun kitlelerce beş yılda acı biçimde tecrübe edilmesinin bir sonucu. Sözde sosyalistler tarafından sosyal hakları gasp edilen kitlelerin öfkesi o denli büyük ki, partisinin beş yıldır uyguladığı neoliberal politikalarla yüzleşen ve popüler sol bir söylemle ön seçim sandığından çıkan Hamon’u bile cumhurbaşkanlığı seçimi sandığına gömmekte tereddüt etmediler.

Kamu harcamalarının 100 milyar € azaltılması, 500 bin kamu görevlisinin işten çıkarılması, emeklilik yaşının 62’den 65’e yükseltilmesi gibi işçi sınıfına yönelik ciddi bir saldırı programıyla seçime giren Cumhuriyetçilerin adayı Fillon, yolsuzluk iddialarının yanı sıra; en radikal programa sahip olmasına rağmen burjuvaziyi adaylığı etrafında birleştiremediği için ilk turda elendi. Fransız burjuvazisinin tercihinin Fillon değil, Obamavari tavırlarıyla halkın rızasını üreterek reformlarını geçirebilecek Macron’un olması hiç şaşırtıcı değil. En nihayetinde, işverenler örgütü MEDEF’in bir üyesinin dediği gibi, yetersiz ama iktidar olabilecek bir program, iktidara gelemeyecek kusursuz bir programdan daha iyidir ve iktidar olan Macron’un, Fillon’un radikal programını uygulamayacağını kimse söyleyemez.

Geçtiğimiz beş yıllık dönemde Sosyalist Parti, işçi düşmanı büyük reformları kitlesel seferberliklere rağmen gerçekleştirerek kendi sonunu hazırladı. Solda doğan bu boşluk, kendisini geleneksel sağ-sol ayrımının ötesinde pragmatik bir kişilik olarak tanımlayan Macron tarafından dolduruldu. Malum hayat boşluk kaldırmaz. Sadece iki yıl önce, Sosyalist Parti hükümetinde Ekonomi Bakanlığı görevine geldiği zaman adı duyulan eski bir bürokrat ve bankacının görevinden ayrılıp hiçbir siyasi harekete bağlı olmaksızın iddialı bir şekilde adaylığını koyması, eşi benzeri görülmemiş bir politik olaydı. Adayın seçim kampanyasına yapılan bol sıfırlı bağışların altında yer alan büyük banka yöneticilerin ve lobicilerin adları, bu durumun nasıl meydana geldiği hakkında birtakım ipuçları veriyor. Fillon’unkiyle oldukça benzer bir ekonomik programa sahip olan Macron’un projesi, Sosyalist Parti’nin yarım bıraktığı ve Fillon önderliğinde Cumhuriyetçilerin uygulayamayacağı sosyal saldırı programını, ne olduğu belirsiz bir ilericilik makyajı sayesinde geniş kitleleri ikna ederek hayata geçirmekten ibaret.

En büyük başarısı, üst düzey bürokrat ve bankacı geçmişine rağmen bugün gelinen noktadan sorumlu tutulan sistemden kendisini ayırmak ve programın gerçek sınıfsal içeriğini yalanlarla gizlemek oldu. Sosyalist Parti’nin çoğunluktaki sağ kanadının kendi adayları yerine onu desteklemesi ve medya tarafından Le Pen’in önünü kesebilecek yegâne aday olarak pompalanması, orta ve orta-üstü sınıfların Macron lehine yararlı oy kullanmasını ve %24 ile ilk turda birinci sırada yer almasını sağladı.

Son bir yıl içinde ırkçı ve işçi düşmanı düzen kurumlarına karşı milyonların seferberliklerinin, sandığa az ya da çok yansıması kaçınılmazdı. Özellikle Sosyalist Parti’nin burjuvaziye hizmet etmek için gerçekleştirdiği reformlar sonucunda kitlelerin gözünde kendi kendini yok etmesi de eklenince, işçi ve emekçilerin neoliberalizm karşıtı solun en önemli adayı haline gelen Mélenchon’u ikinci tura göndererek düzene yönelik öfkelerini ifade etmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktı. Nitekim son bir ayda oylarını neredeyse ikiye katlayarak (%19,6) ikinci sıradaki Le Pen’in sadece 1,7 puan gerisinde kalmış olması, bu olasılığın gerçekleşmesinin kıyısından dönüldüğünü gösteriyor. Kitleler ikinci turda Macron ve Fillon’un kemer sıkma politikaları ile Le Pen’in yabancı ve kadın düşmanı politikaları arasında bir tercihte bulunmak istemedikleri için ilk turda Mélenchon seçiminde bulundular.

Kitlelerin liberalizm karşıtı bir program etrafında bu kadar geniş bir şekilde toplanması, Mélenchon’un ya da daha genel bir bakış açısından reformist solun bir başarısı değil. Mélenchon’un geleneksel partilerin yarattığı boşluktan yararlanarak seferberlikleri bir seçim zaferine dönüştürmekteki başarısızlığının nedeni, dünya solunun 80’li yıllardan itibaren geçirdiği politik dönüşümde yatıyor. Dünya işçi sınıfının aldığı büyük yenilgiler, reformist solu da derin bir krize sürükledi. İkinci Enternasyonal partileri, “Üçüncü Yol” kuramını benimseyip neoliberalizmin peşine takılırken, Avrupa komünistleri ise bu partilerinin boşaltmış oldukları refah devleti savunusu ve Keynesçi politikalar eksenli sosyal demokrat bir çizgiye oturmuşlardı. İşte Mélenchon’un ekonomik krize yönelik çözümünün daha önce defalarca uygulanmış ve başarısızlığı kanıtlanmış sol Keynesçi ekonomi politikalarından ibaret olması, bu ideolojik iflasın bir ifadesi olup, ilk turla ikinci tur arasındaki yüzde ikilik farkı oluşturuyor.

Anketler ikinci turda Le Pen’in Macron karşısında hiçbir şansı olmadığını gösteriyor. Ancak bu, Ulusal Cephe’nin küçük burjuvaziye dayanan marjinal bir hareketten bugün sandığa giden işçiler arasında açık ara en çok oy alan, ülkenin birinci siyasi gücüne dönüştüğü gerçeğini değiştirmiyor. Sistemin krizin faturasını emekçilere ödetmek dışında bir çözüm üretmediği, devrimci sosyalistler bir siyasi alternatif haline gelemediği bu süreçte; kitlelerin düzene duydukları öfkenin Ulusal Cephe gibi göçmen karşıtı hareketler tarafından soğurulması kaçınılmaz.

7 Mayıs’ta, Macron muhtemelen cumhurbaşkanı olacak. Ancak, birçok siyasetçinin Macron’a sırtını dönmesi ve Le Pen’in desteklerini açıklaması, Whirpool işçilerinin Macron’u protestosu gibi olaylar rüzgârın tersine döndüğünü gösteriyor. Bu rüzgârın Le Pen’in aradaki büyük farkı kapatmasına yetecek mi bilinmez, ama kim seçilirse seçilsin Fransız ekonomisi ve yönetiminde istikrardan bahsedildiğini uzun bir süre daha duymayacağız.

 

Yorumlar kapalıdır.