Kıbrıs AB’yi temellerinden sarsıyor

Avrupa Birliği’nin en küçük ülkelerinden birinin dahi birliğin içinde yaratabileceği ekonomik ve politik fırtınanın şiddeti dikkate alındığında, bu birliğin çimentosunun hiç de sağlam olmadığı bir kez daha anlaşılıyor. Kıbrıs’ın nüfusu Avro bölgesi ülkelerinin toplam nüfusunun sadece 350’de biri; ekonomik faaliyetlerinin bu bölgenin gayri safi iç hasılasına katkısı ise sadece toplamın 500’de biri. Ama bu cüce ekonominin krizi bütün bir Avrupa’yı temellerinden sarstı, dünya borsalarını allak bullak etti, Almanya ile Rusya’yı ciddi bir sürtüşmenin eşiğine getirdi, İspanya, İtalya, Portekiz gibi birçok ülkenin hükümetlerinin günlerce soğuk terler dökmesine neden oldu. Sadece 10 milyar avroluk bir yardımla (Türkiye’nin ulusal gelirinin yüzde biri) aşılabilecek gibi görünen bir mali sıkıntı, sadece para birimi olarak Avro’nun sağlamlığını değil ama aynı zamanda AB’nin ülkelere kattığı iddia edilen yararların bir kez daha sorgulanmasına neden oldu. Ve tabii, kapitalist krizlerin faturasının her zaman emekçi kitlelere ödettirileceğini tekrar ortaya koydu.

Aslında Kıbrıs’ın esas olarak bankacılık ve turizme dayalı olan ekonomisinin işlerliği, kapitalizmin “normal” etkinlik kurallarının sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Düşük vergiler ve yüksek banka faizleri Kıbrıs bankalarına milyarlarca dolarlık dış para akışını (özellikle Rusya kaynaklı) olanaklı kılmış, ülkeyi kara paranın aklanabileceği bir mali cennete dönüştürmüştü. Kıbrıs bankalarında, özellikle de Laika (Halk) bankasında, biriken aktifler ülke gayri safi hasılasının sekiz katına ulaşmış, dolayısıyla da hükümet garantisinin çok ötesine taşmıştı. Bu aktifler sadece dünya borsalarında kumarhane ekonomisine katılmakla kalmamış, başta Yunanistan olmak üzere diğer ülkelerin dış borçlanma bonolarına yatırılmıştı. Böylece, dünya krizi, bu arada mali kriz ve ülkelerin dış borç krizi patlak verince, Kıbrıs bankaları da iflasa sürüklenmiş, Kıbrıs hükümeti de kurtarılmak üzere AB’nin kapısını çalmaya başlamıştı.

Kıbrıs mali sisteminin bu “anormal” durumu karşısında, ülkenin dahil olduğu ekonomik grubun yapabileceği “normal” işlem, Kıbrıs hükümetine ihtiyaç duyduğu 10 milyar Avroyu düşük faiz ve uzun vadeyle borç vermek, bu arada kendisinden bankalarına çekidüzen vermesini istemek olabilirdi. Ama kapitalizmin “normalleri” olmadığından ve sistem şirketler ve ülkeler düzeyinde rekabet ve egemenlik çabaları üzerine kurulduğundan, öyle yapmadı. Alman emperyalizmi ve onun yedeğine aldığı IMF ve Avrupa Merkez Bankası (AMB) derhal harekete geçip, böyle bir “yardımı” ancak Kıbrıs halkının derhal ve nakit olarak 5,8 milyar avro ödemesi koşuluyla yapabileceğini ilan etti. Buna yönelik olarak Kıbrıs hükümetinden Kıbrıs bankalarına yatırılmış olan 100 bin avroya kadar hesaplardan %6,75, onun üzerindekilerden de %9,9 oranında kesinti yapıp bu miktarlara el koymasını istedi. Ve böylece yer yerinden oynadı. Önce Kıbrıslı küçük tasarruf sahipleri ayaklanıp sokaklara döküldü, bankalara koşup paralarını çekmeye yöneldi; bunun bankalara getireceği sarsıntı sonucunda işlerini yitirecek olan kitleler derhal AB’den çıkılmasını talep etmeye başladı; ciddi mali kayıplara uğrayacak olan Rus oligarkların savunucusu Rusya hükümeti AB’nin bu girişimini uluslararası bir politik krize dönüştürdü; ve daha da ilginci, diğer Avro ülkelerinde binlerce tasarruf sahibi Kıbrıs’a yönelik yaptırımın kendi ülkelerinde de uygulanabileceğini düşünerek bankalardan paralarını çekmeye başladı. Borsa ani kayıplara vermeye başladı, PIGS denilen ülkelerin (Portekiz, İtalya, Yunanistan, İspanya) risk primleri aniden yükseliverdi. Kısacası cücenin nezlesi devler ülkesinde salgın hastalığa dönüşmeye başladı. Kapitalizmin “normali” işte buydu.

Üstelik Kıbrıs parlamentosu, kitlelerin baskısıyla AB’nin bu dayatmasını reddetti. Diğer Avrupa ülkelerinin hükümetleri ve ekonomistleri, Troyka (Avrupa Komisyonu, IMF ve AMB) kararlarının “haksız ve yanlış” olduğunu mırıldanmaya başladı. Rusya hükümeti, Kıbrıs ekonomisi üzerindeki denetimini ve daha da önemlisi ülkenin güney sularında yeni keşfedilmiş olan doğalgaz yataklarına yönelik emellerini yitirmemek için, Kıbrıs’a kendilerinin çok daha “adil” koşullarda borç verebileceğini, hatta mevcut kredi borçlarını uzun vadelerle erteleyebileceklerini ilan etti. Bu arada Kıbrıs Ortodoks kilisesi, büyük bir ikiyüzlülükle, “bu ulusal dava için” bütün varlıklarını hükümete devredebileceğini bildirdi. AB yönetimi, yani Merkel hükümeti için işler rayından çıkmaya başlamıştı ve yeni bir ayar yapmak gerekiyordu.

Tabii AB’de hiç kimse fırtınalar yaratan ilk kararın sorumluluğunu üstlenmedi, ama sanki Kıbrıs hükümetiyle “müzakere” ediliyormuş gibisinden toplantılar yapıp yeni bir karar alındı ve Kıbrıs hükümetine dayatıldı: 100 bin avronun altındaki hesaplara dokunulmayacak, ama onun üzerindeki hesapların belirli bir yüzdesine (tabii bu kez %10’un üzerindeki bir bölümüne, %25 ile %50 arasında değişen kısmına) el konulacaktı. Ayrıca Laika bankası lağvedilecek, Kıbrıs Merkez Bankası Troyka’nın denetiminde faaliyet gösterecek, banka getirilerinin vergi oranı yüzde 12’ye yükseltilecekti. Kıbrıs hükümeti bütün bu koşulları “başka bir çare yok” diye kabul etti. Rusya seçeneği de bir anda ortadan yok oluvermişti: Zira AB Komisyonu başkanı Barroso iki gün önce Rusya başbakanı Medvedev ile görüşüp, bu ülkenin Kıbrıs doğalgazı üzerindeki beklentilerine karşılık mali kriz konusunda aradan çekilmesini sağlamıştı. Kısacası Kıbrıs AB’nin, yani Almanya’nın sömürgesiydi ve kimse bu duruma burnunu sokmamalıydı. Üstelik bütün bu pazarlıklar ve anlaşmalar Kıbrıs’ta 25 Mart’ta Yunanistan’ın Osmanlı egemenliğinden kurtuluş gününün kutlamaları sırasında gerçekleştirilmişti.

Pekiyi şimdi ne olacak? En iyimser tahminlere göre Kıbrıs’ın ulusal geliri %20 oranında gerileyecek; başta Laika olmak üzere bir dizi bankanın kapanması nedeniyle on binlerce banka çalışanı açıkta kalacak; dışarıdan gelen para akışı duracak, dolayısıyla kredi sistemi akamete uğrayacak; pek çok küçük ve orta boy işletme kapanacak ya da en azından çalışanlarının ücretlerini ödeyemeyecek; işsizlik hızla yaygınlaşacak, tabii bu arada sosyal güvenlik sisteminin yetersizliği nedeniyle yoksulluk, hatta sefalet oranı hızla yükselecek; 850 bin nüfusun önemlice bir bölümü göçe yönelecek… İşte kapitalizmin ve dünya mali sisteminin “normal” sonuçları.

Kıbrıs krizi, AB’ye ilişkin olarak başından beri söyleyegeldiğimiz bir dizi olguyu bir kez daha kanıtladı:

1) AB esas olarak üyelerinin bir “üst-devleti” değil, bir dizi ülkenin kendi ulusal kapitalizmlerinin çıkarları doğrultusunda kurmaya çalıştıkları bir emperyalist ittifak;

2) bu ittifakın egemeni Almanya ve AB projesi Almanya’nın iki dünya savaşıyla elde edemediği tarihsel bir hedefini (Avrupa’nın kendi egemenliği altında birleştirilmesi) gerçekleştirmeye çalışmasına hizmet etmekte;

3) AB kendi içinde demokratik bir yapı değil; bütün bir Kıbrıs krizi sırasında AB adına kararların alınmasında kimse ne Avrupa Parlamentosu’na, ne de hatta Avrupa Komisyonu’na danıştı;

4) AB’nin yönetimi esas olarak Alman hükümetinin (ve onu koşulsuz destekleyen Hollanda, Finlandiya, Avusturya, Slovakya, vb.) elinde; Troyka’nın diğer bileşenleri de (IMF ve Avrupa Merkez Bankası) Alman kapitalizminin güdümünde.

5) Bütün bunlar sadece AB’yi iç çelişkilerle yüklü bir proje olmaya mahkûm etmekle kalmıyor, çevre üye ülkelerde üretici güçlerin tahribine yol açıyor; AB, Avrupa işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini tarihsel haklarından yoksun kılma projesinden başka bir şey değildir.

Böyle bir projeyi elbette burjuvazi destekleyecek ve allayıp pullayıp kitleleri buna inandırmaya çalışacaktır. Ama artık Kıbrıs halkı bile bu oyunun hilelerini görüp ayağa kalkmaya başladı. Ve dikkat: kriz halen sürmekte ve Birliğin zayıf ekonomilerini tuşa getirdikten sonra, sıra üye olmayan komşu ülkelere gelecek…

Yorumlar kapalıdır.