Türk diplomasisi saf mı değiştiriyor?

19. yüzyıl savaş kuramcısı Von Clausewitz’in, savaşların politikanın bir uzantısı olduğuna ilişkin belirlemesini, ülkelerin “barışçıl” dış politikalarının da egemen sınıfların sınırötesi projelerinin bir yansıması olduğu biçiminde okuyabiliriz. Buna karşılık, savaşlar ülkelerin tarihinde politikanın son derece sıkışmış patlamalı hali iken, diplomasi çok daha uzun evrelere yayılan kesintisiz bir faaliyettir. Bir devletin egemen sınıflarca belirlenmiş, uzun sürelerce sınanmış, kurumsal yapısına işlemiş dış politika çizgisi, dünyada ya da o ülkenin jeostratejik bölgesinde köklü değişikler ya da bizzat ülkenin iç politikasında radikal bir rejim dönüşümü olmadığı sürece sürekliliğini korur. Diplomatik manevraları ne hemen strateji değişikliği olarak görmeli, ne de dış politikayı polisiye roman entrikalarıyla izah etmeye çalışmalıyız.

Kaldı ki, söz konusu olan ülke Türkiye ise, diplomatik bağımsızlığı emperyalist NATO ittifakınca sınırlanmış ve belirlenmiş, ekonomik açıdan ise küresel mali sermayeye indekslenmiş bir bağımlı ülkeden, bir yarı-sömürgeden söz ediyoruz demektir. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında Musul-Kerkük bağlamında İngiliz emperyalizminin egemenliğini kabul etmiş, Osmanlı’nın emperyalist ülkelere olan tüm borçlarını üstlenmiş, daha sonra NATO üyeliği ile birlikte ABD emperyalizminin yörüngesine uydu olarak yerleşmiş, “ulusal çıkarlarını” bu bağımlılık çerçevesinde okumayı devlet stratejisi olarak belirlemiş bir Türkiye. Böyle bir ülkenin bir iki diplomatik manevrayla dış politikasında strateji değişikliği yapması mümkün değildir, ne de bunu dört yıllık bir iktidar gerçekleştirebilir. Bir anımsatma: Meclis kendi tarihinde ilk kez bağımsız bir dış politika kararı almaya çalışıp ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a saldırmasına onay vermemeye kalktığında, başta İslamcı başbakan ve hükümet olmak üzere, devletin tüm kurumları harekete geçip bu kararı emperyalizm lehine “düzeltmişlerdi”.

O halde, hükümetin İran kökenli İsrail ajanlarını İran hükümetine teslim etmesi ya da Çin’den füze sistemi satın almaya kalkması gibi haberleri nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Bu haberleri Türkiye’nin ABD emperyalizminden uzaklaşıp yeni küresel ittifak arayışlarına yöneldiğinin işareti olarak görebilmek için, AKP hükümetinin egemen burjuvaziden ve onun dünya ölçeğindeki çıkarlarından kopmakta olduğunu, devlet kurumlarını yeni strateji çerçevesinde köklü bir dönüşüme uğratmaya başladığını varsaymamız gerekiyor. Oysa ortada buna ilişkin hiçbir belirti yok. Tam aksine. AKP hükümeti, dış ticaret açığının büyüdüğü, ülkeye sıcak para akışının kesilmeye başladığı, ihracat gelirlerinin sınırlanmakta olduğu bir ekonomik konjonktürde, mali sermaye ile sanayi ve ticaret burjuvazilerinin kâr oranlarını koruyabilmek için yeni yollar aramakta, bu egemen sınıfların nefesini ensesinde hissetmekte. Dev inşaat projeleri, Erdoğan’ın sultanlık çılgınlığı değil, iç tüketim yetersizliği ve ihracat geliri daralmaları karşısında halktan topladığı vergilerle ve gene halkı onlarca yıllık dış borç batağına sürükleyerek burjuvaziyi tatmin etme çabalarının bir ürünüdür.

Ama ne denli büyük olursa olsun bu tip yatırımlar yetmiyor. Bütçe açıklarını kapatabilmek, dış borçları ve faizlerini ödeyebilmek, sermaye birikimi sürecini sürdürebilmek için ülkeye artan miktarlarda yabancı sermayenin, bol sıcak paranın akması gerekiyor. Böylesi bir ihtiyaç karşısında Türkiye hükümetinin, kasalarında tüm dünyaya yetecek kadar dolar biriktirmiş olan ve bunları harcayacak yer arayan Çin’e göz kırpması, bunun karşılığında füze sistemleri alımıyla Çin burjuvazisine fidye ödemeye hazır olduğunun işaretini vermesi, dış politika değişikliği değil, Türk kapitalizminin acil ihtiyaçlarının bir ürünü. NATO denetim sistemlerinin dışında kalan bu füze sistemlerinin -eğer satın alma operasyonu gerçekleşirse- işletilebilmesi için ilerde gerekli olacak olan uydu denetim ve haberleşme sistemlerini kimin kuracağı henüz belli değil. Ama eminiz yerli yabancı pek çok çokuluslu şirket daha şimdiden ellerini ovuşturmaya başlamışlardır. Bunların içinde ABD ve AB kökenli silah şirketlerinin bulunduğunu tahmin etmek de güç değil. Bu haberlerin ortalıkta dolanmaya başladığı günlerde AB’nin Türkiye ile yeniden birlik görüşmelerine karar vermesi sadece bir rastlantı mı?

Türk diplomasisini sadece ABD emperyalizminin taşeronluğu olarak görmek elbette gerçeklikle uyuşmaz. Türk burjuvazisinin ihtiyaçları özellikle kendi bölgesinde kendi dış politika dinamiklerini doğuruyor. Ama ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politik girişimlerinde Ankara hükümetinin zaman zaman tetikçi rolünü üstlenmesi de rastlanmadık bir durum değil. Eğer Washington, Afganistan işgali sırasında silah arkadaşlığı yaptığı Tahran ile bugünlerde yeniden sıcak ilişkiler kurmak istiyorsa, mollalar hükümetinin de belirli rüşvetler istemesini yadırgamamak gerekir. Nitekim, Türkiye içinde faaliyet gösteren beş-on İsrail ajanının İran’a iadesi, ne ABD tarafından kınandı ne de İsrailce gereğinin ötesinde bir kızgınlıkla karşılandı. Kaldı ki, Türkiye’de faaliyet gösteren İsrail ajanlarının ya da bunların arasında İran kökenli olanlarının bu sayıyla sınırlı kalmadığını kestirebilmek için gizli istihbarat uzmanı olmaya gerek yok. Üstelik Türkiye’nin, İran’a yönelik bu “jestinin” karşılığını Tahran’dan Batı Kürdistan’da kurulmakta olan otonom ulusal yönetimin tahribi çabasında işbirliği biçiminde talep edeceği de ortada.

Özetle, Türkiye’nin geleneksel stratejik dış politikası emperyalist yörüngeye sağlam bir biçimde oturmuş halde sürmekte. Egemen burjuvazi emperyalist kapitalizmden ne denli bağımsız olabilirse, Türk dış politikası da emperyalizmden o denli bağımsız olabilir. Türkiye halkları gerçek bağımsızlığa ancak işçi sınıfının önderliğinde kapitalizmi yıkarak ve sosyalizmi inşa ederek ulaşabileceklerdir.

Yorumlar kapalıdır.