“Yüksek faize karşıyım” ekonomisi

2020 Türkiye ekonomisi açısından zor ve iktisadi politikaların hızlı ve anlık olarak salındığı bir yıl oldu. İlk etapta dövizin faiz artırılmadan düşürülmesi için tüm para politikaları kullanıldı. Bu durumun ekonomide yarattığı birçok yan etki oldu. Türkiye’deki banka mevduatlarının yarısından fazlasının dolara akması, Merkez Bankası’nın (MB) döviz rezervlerinin erimesi, kamu bankalarının döviz açıklarının büyümesi gibi… Yaz aylarında da yine para politikaları araçları kullanılarak pandeminin yol açtığı talep düşüklüğünün üstesinden gelebilmek ve ekonomiyi şişirmek için MB para basarak bankalara, bankalar da bireylere düşük faizli kredi verdi. 2020 yılı 3. çeyrekte yüzde 6,7 büyümenin altındaki ana sebep buydu.

Enflasyonun çift hanelerde olduğu bir ekonomiyi (TÜİK’e göre yıllık enflasyon yüzde 14,6) zorla şişirmek çeşitli yırtılmalara yol açabilir. Bu tip bir “büyümenin faturası” MB Başkanı ve Hazine Bakanı’nın azledilmesi oldu. Oysa onlar “yüksek faize karşıyım” politikasının gereğini yerine getirmişlerdi. Hormonlu kredili büyümenin enflasyonda yarattığı etki o kadar fazlaydı ki Türk Lirası (TL) tarihinin en değersiz dönemini yaşadı. Biz bu durumu bugün başta market alışverişi olmak üzere hayatın her alanında yükselen faturalardan hissediyoruz. Pandeminin etkisiyle düşen istihdam oranları da (istihdam sayısı 896 bin kişi azaldı) cabası.

Yıl sonuna gelindiğinde bu maliyetli büyümenin sermayedarlara da zarar vermeye başlamasıyla (dövizle borcu olanların maliyetlerinin artması, yüksek kredi borç miktarı gibi) ve dışarıdan sıcak paranın gelmemesi nedeniyle açıktan büyük bir faiz artırımı (yüzde 8,75’ten yüzde 17’ye yükseldi) gerçekleşti. Döviz bir miktar düştü. Ama enflasyonda en ufak bir düşüş yok çünkü TL hâlâ çok değersiz.

Şimdi ekonomi politikasının bir yıl içinde zikzak yaparak ilerlemesi sonucu bir yol ayrımına gelindiği görülüyor. Ya daha fazla faiz artırılarak enflasyonun inmesine ve ekonominin daralmasına göz yumulacak; ya da kredilerin yeniden artışı ve insanların geleceğe dönük gelirlerinin ipotek altına alınması pahasına, yeniden faiz indirilip ekonomi şişirilecek. Erdoğan’ın söylemleri ikinci yolun seçilmesinden yana olduğu izlenimini verse de unutulmamalı ki o bir kapitalist, piyasanın kurallarına göre hareket edilmesi ve sermayenin korkutulmaması gerektiğini biliyor. Şu an için yüksek faizin gerekli olduğunun farkında. “Faize karşıyım” söyleminin politik bir temeli olduğunu daha önce belirtmiştik. Faiz artışı sonucundaki ekonomik küçülmenin sorumluluğunu başka mercilere yıkmak, iç ve dış ekonomik aktörlere karşı sürekli bir “savaş” halinde olduğunun mesajını vermek Erdoğan’ın seçim dönemi yaklaştıkça daha fazla kullanacağı argümanlar olacaktır.

Şu anki faiz dengesi kredi mekanizmasını tamamen bitirecek yükseklikte değil ama aynı zamanda dışarıdan sıcak para gelmeyecek düşüklükte de değil. Bu denge hali günü kurtarmaya dönük politikalar üreten iktidara bir-iki ay zaman ve sıcak para kazandırabilir.

Türkiye sermayedarlarının ana ihtiyacı dışarıdan sıcak para gelmesi değil, dışarıdan sermaye yatırımı gelmesi (örneğin Volkswagen’ın Manisa’da otomobil fabrikası kurması gibi). Fakat birkaç ay içinde ülkeye gelen 20 milyar dolara baktığımızda çoğu vur-kaç mantığıyla ya devlet tahvil alımıyla ya da takas yöntemiyle gelmiş durumda. En ufak bir faiz artışında ya da iç ve dış politik krizde gidecekleri kesin. İktidarın günlük politikalarla ekonomiyi finansal alana sıkıştırması dünyada olduğu gibi Türkiye’de de paranın finansallaşması sorununu doğuruyor. Ve ülkeyi uluslararası sermaye için bir parasal spekülasyon (kumar) ülkesi haline getiriyor. Tüm bunlar olurken gerçek sorunlarımız (enflasyon, işsizlik, güvencesizlik vb.) için en ufak bir adım dahi atılmıyor. Paranın finansallaşması nedir ve gerçek sorunlarımızın çözümü nasıl geçekleşir gibi konulara bir sonraki yazımızda değineceğiz.

İllüstrasyon: Ferguson

Yorumlar kapalıdır.