“Bu adam bizi de yakacak!”

Başlıktaki cümle, uzun yıllar iktidar medyasında üst düzey yöneticilik yapmış, ancak daha sonra iktidara tavır almış bir zatla Bugün gazetesinin yaptığı bir röportajdan.* Bu kişinin iddiasına göre, sözün sahibi halen “Havuz Medyası”nda yazan “yandaş” bir yazar!

Söz, büyük bir ihtimalle 17-25 Aralık hırsızlık-rüşvet-komisyon mevzuları ile ilgili, ancak gidişata bakıldığında AKP’nin bir bölümünde giderek yaygınlaşan bir ruh halinin de ifadesi. Kavga ve yarattığı çatlak, her ne kadar geçici sessizlik ve zorunlu uzlaşma araları ve birlik-beraberlik görüntüleri verilse de öyle kolay bitecek, kapanacak gibi değil. Kısacası, zurnanın her an “zırt” edebileceği bir sürece girmiş bulunuyoruz. Seçimler, bu bakımdan da kritik bir önem taşıyor. Olup bitenlerin “klasik” muhalefet çevrelerinde mutluluk ve sevinçlere vesile olduğu malûm. Umutlarını bir dönem Başbakan’ın “kanser” olmasına bağlayan bu muhalefet, şimdi de sermayeyi AKP içindeki bölünmelere ve kavgalara bağlamış durumda. Tabii, bu ilkinden çok daha gerçekçi bir beklenti!

Bu Kavga…

Nedenine gelince: Bu defaki kavga Hükümet-Cemaat çatışmasına benzemiyor. O, her ne kadar uzun yıllar diz dize, göz göze olsalar da nihayetinde ittifak yapmış iki farklı gücün çatışmasıydı. Ancak şimdiki, bazı benzerlikler içerse de farklı bir duruma işaret ediyor. Çatışmanın nedeni, Cumhurbaşkanı’nın, fiili başkanlıkla falan yetinmeyip doğrudan anayasal başkanlığa, yani “tek adamlığa” fena halde niyetlenmesi. Tabii, bu işin biçimsel yönü; sadece bu yönüyle bakıp Başbakan ve çevresiyle ve de Arınç gibi “davanın” bazı önde gelenleriyle “Cumhurun Başı” arasında demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyenler çıkabilir. Aynı şekilde “boş verin danışıklı dövüştür” diyenler gibi. Ancak bu bir “danışıklı dövüş” veya “iyi polis-kötü polis” hikâyesi olmadığı gibi “demokrasi mücadelesi” falan da değil. “Danışıklı” değil, çünkü her hamlesi, seçimlerde AKP’ye veya “Reis”e yaraması bir yana giderek daha derin yaralar açıyor. Reis, aynı İsrail’le siyasi ilişkilerde olduğu gibi, bu konuda da çok ciddi. Daha önce olduğu gibi şimdi de “yanlış anlaşılan” sözlerini tevil etmeye kalkanları bozum etmeye, “Yoo, aynen öyle dedim!” dobralığında devam ediyor. Yani Abdullah Gül, Merkez Bankası, Şeffaflık Yasası, Hakan Fidan’ın istifası, Kürt meselesi, çeşitli iç ve dış politika sorunları gibi pek öyle “oyun” kaldırmayacak konulardaki çoğu zaman “dangıl dungul” tavırlarının ardında kıvırtmadan duruyor. Evet, çatışma “anlaşmalı” falan değil, ancak demokratik hiç değil. İşin özü, var olan demokrasi görünümlü otoriter-yarı zorba (şimdilik) düzenin sürdürülebilirliği ile ilgili. Cumhurbaşkanı, kendisiyle özdeş gördüğü, ancak bu haliyle hiç de güven vermeyen fiili düzene artık yasal ve anayasal bir şekil ve “meşruiyet” kazandırmaktan başka bir çaresi olmadığının farkında. Çünkü, “Gezi” ve “17-25 Aralık” gibi olayların, sonunda sadece iktidar kaybına değil, hegemonya kaybına ve uzun yıllar hapis yatmasına da yol açabilecek bir çöküş sürecinin işaretleri olduğuna inanıyor. Olanlara “darbe” demesi ve her şeyi doğrudan üzerine alınması da bundan. Üstelik “şanslı” bir diktatör için gerekli avantajların çoğunu da kaybetmiş olduğunu hissediyor; giderek artan asabiyetinin temelinde yatan da bu kaybetme duygusu.

O Şimdi Asker…

Cumhurbaşkanı, kendisi için “dönülemez” gördüğü başkanlık yolunu tamamlamak, bunun için de her şeyi yapmak zorunda. Buna bir zamanların “vesayetçisi” TSK ile özeleştiri, pişmanlık ve muhabbet dolu bir ilişki de dahil! Aslında onca yılın afra tafrasının ardından “başkanlık” için Silahlı Kuvvetler’e muhtaç duruma düşmesi biraz komik gelebilir; ancak bir “iç savaş rejimine” dönüşmesi kaçınılmaz muhtemel başkanlığının sadece polis marifetiyle, memleketin diğer silahlı gücünün desteği olmadan yürümeyeceğinin farkında. Bu nedenle askeriye ile olan ilişkisini güçlendirmek zorunda. Ancak bunun öncelikle Kürt meselesi üzerinden mümkün olduğunun da farkında. Cumhurbaşkanı’na yakın kimi çevrelerin bile (Bak: Akif Beki) seçim ve başkanlıkla ilgili “kontrollü gerilim” taktiği olarak ifade ettiği, ancak bu memlekette her zaman şirazesinden çıkabilecek işlere girişmesinin nedeni bu. Bakın, Demirtaş’ın tam üç kere “Seni başkan yaptırmayacağız!” demesinin ardından, büyük bir öfkeyle bu memleketin bir Kürt meselesi olmadığını söylüyor. (Bunu 2011’de de söylemişti.) Bununla da kalmıyor ve hükümet üyeleriyle HDP heyeti tarafından açıklanan ve “Havuzcu” yalakaların “Silah bırakıyorlar!” diye alkışladığı “Dolmabahçe Mutabakatı”na da karşı olduğunu ilan ediyor. Böylece zannedildiği üzere sadece milliyetçi bir seçim yatırımı yapmakla kalmıyor, Paşası’na da göz kırpıyor! İşareti alan Paşa, Mardin’de PKK sığınak ve depolarına karşı harekete geçiyor, operasyon yaptırıyor. Ayrıca PKK ve Suriye’deki “uzantısı” YPG’nin IŞİD’e karşı savaşarak bölgede uluslararası planda meşru bir güce dönüşmesinin tehlikelerinden söz ediyor, “bölücü terör örgütü”nü ve “Terörist Başı”nı hiçbir zaman muhatap almayacaklarını belirtiyor! Ertesi gün HPG’nin ağır silahlarla taciz ateşi açtığı Genel Kurmay tarafından açıklanıyor. Bunun yanı sıra TSK’nın aslında bölgede epeydir operasyon yapmak istediğini, ancak bunun valiler tarafından engellendiğini öğreniyoruz. (Bilin bakalım kimin valileri!) Paşa ayrıca Ortadoğu’da çok tehlikeli bir döneme girildiğini de belirtiyor ve iki gün sonra Yemen Harbi patlak veriyor ve anında devletimizin lojistik vb. imkânlarıyla “Yemen’in seçilmiş yönetiminin”, yani Yemen’e saldıran güçlerin yanında olduğu açıklanıyor! Bu arada Cumhurbaşkanı, seri biçimde İran’a saydırmaya başlıyor! Ardından uzun bir aradan sonra ilk defa Başkan Obama ile telefonda görüşüyor.

Endişeli Muhazakâr…

Şimdi işin “derinlikleri” bir yana, aklı henüz başında bir insan bütün bunlardan ne sonuç çıkarır? İyi bir sonuç çıkarmayacağı çok açık. Zaten artık neredeyse hemen her durumda geri adım atsa da Cumhurbaşkanı ile gerim gerim gerilen Başbakan’ın ve Arınç gibi eski ve ağır topların da iyi bir şeyler çıkarmadığı ortada. Bu durum “demokrasinin geleceğinden” daha derin bir takım endişelerden kaynaklanıyor. Her şey bir yere kadar. Ancak Cumhurbaşkanı’nın peşine takılarak hiç bilmedikleri, tehlikeli sulara açılmak da var; üstelik gidişin o yönde olduğunu da görüyorlar. Bunlar öyle “Reis” gibi “kefen giymiş” gözü kara militanlar değil, çoğu “İslamcı” da olsa aşağı yukarı bildiğimiz sağcı-muhafazakârlar. Cüretlerinin bir sınırı var. Onca yıllık sabırlı mücadelenin ardından kurulan hegemonyanın ve sürdürülebilir çıkar ilişkilerinin, kurumlaşmaların, kâr ve kazanç kaynaklarının, makam ve mevkilerin tehlikeye girmeye başladığının farkındalar. “Derinliğin” sadece dışarıda değil, içeride de kendi boylarını geçebileceğini görüyorlar. Ayrıca hem dini, hem de siyasi açıdan çok rezilce bir itibar kaybından da korkuyor olmalılar. Toplumsal tehlikeler de büyük; Arınç bir defasında “Halkın yüzde ellisinin kendilerinden nefret ettiğini” ve bu kutuplaşmanın sürdürülemez olduğunu endişe dolu bir yüz ifadesiyle söylemişti. Elbette bunun kimin eseri olduğunu da bilerek ve ima ederek. Yani durum belli tarihsel örneklerin farkında olan normal bir muhafazakâr açısından epeyce “sakat” görünüyor. Bu muhafazakârlar, kaybedilen iç ve dış desteklerin de farkındalar. Muhtemelen dış politikanın da köklü bir restorasyona ihtiyaç duyduğunu biliyorlar. Üstelik Gezi ve 17-25 Aralık olaylarından çıkardıkları sonuçların Cumhurbaşkanı’ndan bir ölçüde daha farklı olduğu anlaşılıyor. Bunların yanı sıra Cumhurbaşkanı’nın başkanlık stratejisinin nihayetinde kendilerini yemek üzerine kurulduğunu ve Reis’in “kontrollü gerilim” taktiğinin hedefinin kendileri olduğunu anlıyorlar: “İşte görüyorsunuz, bunlarla da olmuyor, başkanlıktan başka çare yok!”

RTE’nin başkanlığının sadece parlamenter sistemin değil, bilindiği biçimiyle AKP’nin de sonu olacağı açıkça belli; parti, eski ve muhafazakâr kadro ve önderlerinden arındırılıp tartışmasız bir biçimde doğrudan “Şef”in şahsına bağlı, varlığını yalnızca Şef’e borçlu olanlardan kurulu, militan, kişiliksiz ve “operasyonal” bir yapıya dönüştürülecek. Saraydaki iç kabine bu nedenle kuruldu, son olarak örtülü ödeneğin sebebi hikmeti bu. Arınç’ın durup durup “dünkü çocuklardan” ve kendi özgül ağırlığından dem vurması da bundan. Ancak şu anda makam ve mevki itibariyle partinin ve hükümetin neresinde olurlarsa olsunlar, iki gün içinde kapının önüne konulacakları, kendileri dahil, cümlenin malûmu. Bu partinin Tayyip Bey’in partisi olduğunu çok iyi biliyorlar. Zaten “Tayyipsiz bir AKP” mümkün değil. İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, “gelecek on yıl paydaşlarımızın arzuladığı gibi olmayacak!” derken muhtemelen sadece kuyruklarına takılan liberalleri kast etmiyordu…

Rejim sorunu

Tabii, bir de rejim sorunu var. Özellikle Türk muhafazakârlığı, politik sistemle oynamanın, sonunda bir rejim sorununa yol açabileceğini bilir. Hele ki işin içinde
TSK varsa! TSK’nın seçimler dahil iç politikanın aracı haline getirilmesinin sonuçta sadece askere yarayacağını; Erdoğan’ın kısa bir “sivil” Bonapartizm denemesini nihayetinde uzun bir askeri Bonapartizmin izleyeceğini AKP’nin eskilerinin bilmemesi söz konusu olamaz. İşin içine bölgesel çatışmalara, hem de mezhepsel bir tavırla dahil olmayı, bunun ülkedeki yansımalarını, bu süreçte Kürt meselesinin ve “barış sürecinin” alabileceği halleri ve yanı sıra bir de muhtemel bir ekonomik krizi kattığımızda yaşanacak olanların hükümeti korkutmaması mümkün değil. Çünkü 2007’den farklı olarak bu defa arkalarında duracak yerli ve yabancı büyük sermaye ve emperyalizm de olmayabilir. İktisadi bir krizin, ciddi toplumsal çatışmalara da yol açarak derinleşmesi halinde sermaye ve emperyalizm, ihtiyaç duyabileceği bir baskı rejimini, işi çığırından çıkartan RTE tipi “başkanla” değil, atadan-babadan kalma usul ve güçlerle yürütmek isteyecektir; hem de hazır bir “İç Güvenlik Yasası” eşliğinde…

Bugün hükümetin başındakiler, muhtemelen, hükümet olmalarına yetecek ancak RTE’yi başkan seçtirmeyecek makûl ve dengeli bir oy oranında kalmak için dua ediyorlardır! Aksi halde hiçbir şansları yok. Söylentiye göre Davutoğlu, Cumhurbaşkanı’nın altını oymakla meşgulmüş. Haklı, yoksa “bu adam” herkesten önce kendilerini yakacak!

*Levent Gültekin. Hüseyin Keleş’in Bugün Gazetesi’ndeki röportajı.

Yorumlar kapalıdır.