Türkiye, Fransa kadar şanslı olacak mı?

İktidarın zincirleme başarı planları görece kısa bir zamanda “zincirleme başarısızlığa” dönüştü. Bu durum iktidarın artan bir hiddet ve şiddetle içerideki Kürtlere saldırmasına yol açtı. “Zincir”den söz ediyoruz, çünkü iktidarın içeride ebedi bir saltanat, dışarıda “yeni Osmanlıcı” bir bölge gücü, “oyun kurucu” olma hayal ve heveslerinin oluşturduğu, ana halkasında despotik bir başkanlık rejiminin yer aldığı bir zincir var. Son zamanlarda, Kürtlere yönelik “iç savaşı” saymazsak hemen her haftaya bir kapışma, bir bölgesel savaş tehlikesi, bir çatışma ihtimali düşmesinin temelinde yatan bu.Dediğimiz gibi, Saray, işlerin yolunda gitmemesi nedeniyle önce kuzeydeki Kürtlere saldırdı, elbette işleri yoluna koymak amacıyla! En azından şimdilik en güçlü olduğunu düşündüğü alan bu. Üstelik bunun bir sürü dâhili faydası var: Kürtleri öldürerek başta TSK, bütün güvenlik bürokrasisini, yargıyı, yasamanın milliyetçi çoğunluğunu, yürütmeyi, havuzun içindeki ve dışındaki medyayı ve elbette ulusalcılar da dâhil neredeyse bütün “muhaliflerini” burunlarından tutup istediği yere sürükleyebiliyor. Zincirin diğer halkalarındaki; Rojava, Suriye ve Irak’taki politik ve askeri başarısızlıkların bedelini öncelikle içerideki Kürtler ödeyecek, buradan aldığı güçle hem içeride hem de dışarıda ne kadar politik, diplomatik ve askeri sorun varsa çözecek! Hakkını yemeyelim; önce sulh yolunu denedi: Aynı seçimlerde olduğu gibi (“Verin 400’ü kurutulun!”); Kürtlerle o meşhur “barış ve kardeşlik süreci”, komşularla “sıfır sorun”, Esad (sonradan Esed) ile birlikte ailecek tatiller, ortak bakanlar kurulu toplamalar ve elbette örnek bir ekonomik ve demokratik model temelinde “yumuşak gücüyle” bölgede sözü geçen oyun kurucu bir model ülke…

Oyun kurucu bir bölge gücü olarak Türkiye!

Ama olmadı. Bütün o yarı cahil afra ve tafralarıyla, Sazan misali, gördükleri her pırıltının (aslında cayırtı!) üzerine atlayarak kurdukları bütün plan ve politikalar, attıkları her adımda ters tepip tel tel dökülmeye başladı. Önce birkaç hafta içinde Şam’daki Emeviye Camii’nde namaz kılma hayallerine kar yağdı. Ardından Arap dünyasındaki nüfuz ve hegemonya planlarının temel aracı olarak gördükleri Müslüman Kardeşler’den kötü haberler gelmeye başladı. Tunus’taki ihvan hükümeti fazla yürümedi, Mısır’daki ise felâketle neticelendi. O kadar ki, Sisi darbesi (Üstelik de Suudilerin açık maddi-manevi desteğiyle!) yeryüzünde Mursi’den sonra en çok RTE’yi etkiledi, adam adeta yıkıldı, ardından o uzun ve acıklı “Rabia” günlerini yaşadık! İşler Rojava’da da kötü gitti; “Düştüü… düşüyor!” dedikleri Kobani, hükümetin bütün kuşatma-izolasyon çabalarına, IŞİD’e verdiği bütün açık ve örtülü desteğe rağmen direndi. PYD, bu direnişiyle tüm Rojava’nın varlığını çok kritik bir bölgesel ve hatta uluslararası soruna dönüştürerek diplomatik ve askeri bir başarı kazandı. Böylece kurduğu yapıyı uzunca bir dönem için garanti altına almayı başardı. Tabii, bizimkiler, Kürdün her kazancını kendi kaybı olarak görme prensipleri nedeniyle yine karaları bağladılar. Benzer bir Durum Irak’ta da ortaya çıktı. Kısa sürede Türkiye’nin kendisi için “tarihsel hak” olarak gördüğü her şeyin bölge ülkelerinin gözünde birer “tarihsel gasp” olduğu anlaşıldı. Üstelik başlarda “Türkiye’yi arkasından savaşın içine itmeye çalıştığı” söylenen ABD’nin, mevcut güçler dengesinde, Suriye devlet yapısının çöküşünün ikinci bir Irak felâketine yol açacağını düşünmeye başlaması nedeniyle Türkiye’nin bölge üzerindeki tehlikeli faaliyetlerini engellemeye çalışması da durumu etkiledi.

Bir provokatörün heyecan dolu maceraları!

Bundan sonrasını başı sonu ne derece hesaplı olduğu henüz bilinmeyen provokasyonlar eşliğinde yaşamaya başladık. Önce hiç olmamış bir şey oldu ve bir Rus savaş uçağı, enteresan bir bahaneyle düşürüldü. Bunun ABD desteği ile yapıldığını söyleyenler olsa da ABD’nin tavrından, işin daha çok kendisine kapanmakta olan Suriye kapısını açmak için NATO’yu yanına çekmek ve Rusya ile karşı karşıya bırakmak amacıyla yapılan “bağımsız” bir provokasyon olduğu anlaşılıyor. Sonuç beklendiği gibi olmamakla kalmadı, bir de Suriye kapılarının neredeyse tamamen kapanmasına, Türkmenler dâhil, Halep ve havalisiyle ve de oradaki İslamcılarla irtibatın kopmasına yol açtı; yani tam bir hüsran!

Ardından Irak hadisesi cereyan etti. Kürtleri ve Sünnileri eğitmek için yapılmış bir anlaşmayı kullanarak Musul yakınlarındaki Başika kampına bölgesel güç ve nüfuz alanı mantığıyla asker gönderdiler. Ancak tepki büyük oldu; Irak hükümeti, Necef’teki “taklit mercii” Büyük Ayetullah Ali Sistanî, bütün Şii güçler karşı çıktı. Rusya ve İran’a gerek kalmadan ABD, Türkiye’den askerlerini geri çekmesini istedi. İktidar önce “diklense” de sonra askerleri “tanzim etmeye”, yani çekmeye başladı. Bu öyle bir “travma” yarattı ki, ekonomik ilişkilerdeki artışa karşın iç politikada epeyce kullanılan İsrail düşmanlığı bile, “stratejik derinlik”lerdeki “değerli yalnızlığın” yol açtığı panikle dostluğa dönüşüverdi!

“Milli davalar” yoluyla başkanlık!

Bütün bunlar elbette sadece dış politikayla ilgili girişimler değil. Aynı zamanda iç politikayla sıkı bağlantıları var: Musul, Halep gibi “tarihsel hakları” ve de “milli davaları” yeniden kaşıyıp Kürt milli meselesiyle bütünlük halinde militarist-despotik bir başkanlık rejiminin araçları haline getirmek, böylece her cinsten Türk milliyetçiliğinin rüzgârını ardına almak fena bir yöntem sayılmaz!

Bu hem maddi hem de manevi nüfuz hatta egemenlik arayışı, bölgeye ilişkin hak iddiaları ve bunun iç meselelerle ilişkisi havuz medyasının yayınlarından da izlenebilir. Hatta bu havuzcularla sınırlı kalmayan, içlerinde Saray’a boyun eğmiş “ana akımcılar”ın da bulunduğu daha geniş burjuva medya çevrelerinde de, “böyle kritik bir durumda PKK’nin savaşı başlatmasının manidar olduğu” üzerine yorumlar görülüyor. PKK’nin Türkiye’nin bölgedeki etkisini azaltmak, engellemek amacıyla Rusya, İran, hatta ABD tarafından harekete geçirildiği öne sürülüyor. Yani “PKK savaşı neden başlattı?” sorusunun cevabı peşinen veriliyor. Evet, olaylar arasında kesinlikle bir bağlantı var. Ancak bu bağlantının gerçek niteliğini anlayabilmek açısından soruyu biraz değiştirmemiz gerekiyor: “Bölgede bu kadar kritik gelişmeler olurken iktidar neden Kürtlerle savaşı başlattı?” Sakın bu savaş Saray ve devletin bölgede “sakata binen” hesap ve çıkarlarını kurtarma amaçlı bir saldırının parçası olmasın? Çünkü savaşı Saray’ın başlattığı ve PKK’nin de hodri meydan dediği, inkâr edilse de açıkça biliniyor. Böylece bu provokatif mantığın “tek başına iktidar ve başkanlık” sorunuyla sınırlı kalamayacağı, bu sorunun dış cephesiyle de sıkı bağlantı içinde olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.

Hani, Türkiye Kürtlerle büyüyecekti!

Halbuki “mantıklı” olan, Kürtlerle barış, hatta A. Öcalan’ın 2013 Newrozu’nda belirttiği üzere Türkiye’nin bölgede Kürtlerle büyümesi değil miydi!? Ancak gerçek hayat öyle gitmedi. “Barış”ın, aksi umulurken, RTE ve AKP’yi hem başkanlıktan hem de tek başına iktidardan edebileceği, aynı zamanda HDP’nin bir “Türkiye partisi” olarak hızla yükselmesine yol açabileceği anlaşıldığında “masa dağıtıldı”; kaybedilen oylar kanlı bir terör ve korkutma kampanyasıyla geri alındı. Bir barış projesi üzerinden oluşturulan HDP etkisizleştirildi. 1 Kasım zaferi de savaşı durdurmadı. Bir yandan başarısı kanıtlanmış bir yöntem olması, öte yandan “barış sürecinin” başından beri geçerli olan, Kürt siyasi hareketinin tasfiyesi, olmazsa kolunun kanadının kırılıp masayı kendi Kürtleriyle doldurma hedefi savaşın süreceğini gösteriyor.

Yine Kürtlerle savaş bağlamında Rojava’yı es geçmek olmaz. Rojava’nın iktidar-devlet açısından yarattığı tehlike sadece Kuzey’e kötü örnek olması ve “terör örgütünün uzantısı” bir önderlikçe yönetilen bir başka “terörizm” (!) kaynağı olması değil. Suriye sınırı boyunca uzanıp giden Rojava’nın varlığı, (IŞİD denetimi altındaki Cerablus bölgesi haricinde) Türkiye’nin Suriye’ye müdahale kanallarını kapatması nedeniyle affedilir bir durum değil! Sınırdaki devrimci Kürt siyasi yapısı, tampon bölge hesapları suya düşen iktidarın, Suriye’deki devrimci halk hareketinin boğulmasının başlıca müsebbiplerinden her türlü İslamcı gericilikle, MİT tarafından organize edilip silahlandırılan İslamcı-faşist gruplarla ilişkisi önünde ciddi bir engel. Kısacası Kuzey’deki savaşla iktidarın Rojava politikası arasında kesin bir ilişki var. Amaç genel (ve de çıkmaza girmiş) mezhepçi ve maceracı Ortadoğu politikası bağlamında aralarında güçlü organik bağlar olan Kürt hareketinin bu iki kesimini de tasfiye etmek veya etkisizleştirmek.

“Sömürge savaşları”: Kasbah’tan Sur’a..!

Bu defaki Kürt savaşının ‘90’lar örneğinden yola çıkılarak neye benzeyip benzemeyeceği tartışması kısa sürede cevabını buldu. Son dönemde yaşanan, bir yanıyla haklı olarak “Cezayir Savaşı”na benzetilen bir çeşit “sömürge savaşı”; Türkiye Cumhuriyeti (TC) aynı yabancı bir ülkedeki “kendi vatandaşlarını” savaş nedeniyle tahliye eden bir devlet gibi davranıp ilçelerdeki memurlarını memleketlerine gönderiyor. Diyarbakır’ın tarihi merkezi Sur, aynı sömürge dönemindeki Cezayir’de olduğu gibi, Fransız ordusunun operasyonlarının başlıca hedefi olan başkentin tarihi Kasbah mahallesini hatırlatıyor. Aynı zamanda yine giderek haklılık kazanacak bir “iç savaş” benzetmesi var. Yaşananlar hem bu ülkedeki fiili veya anayasal bir başkanlık rejiminin esas olarak bir “iç savaş rejimi” olacağının, hem de böyle bir rejimin, kullandığı araçlar, ayakta kalma şartları ve batıdaki toplumsal etkileri düşünüldüğünde giderek gerçek bir iç savaşa dönüşebileceğinin de kanıtı.

Bu savaşın, çoğunluğun umduğu gibi bir “taktik savaş” olarak kalma ihtimali, yerini, “silip süpürme” ve “Sri Lanka modeli” sözleri eşliğinde hızla bir “stratejik savaşa” bırakıyor. Gerçek hedef, Kürt hareketinin askeri-politik güçlerinin, “ikili iktidar” organlarının tasfiye edilmesinin ötesinde, bu hareketi var eden yoksul-emekçi Kürt halkının canının çıkartılması. Sorunun, öyle “hendekti-barikattı” gibi sonuçlarla sınırlı olmayıp Kürt siyasi hareketinin toplumsal tabanının ve kalelerinin yoğun ve kalıcı bir devlet terörü ile teslim alınması olduğu açıkça ortada. Eğer başarırlarsa masa başlarında pek çok kötülükle birlikte Saray devletinin “kendi Kürtleri” ile de müşerref olacağız. Eğer bu defa da beceremezlerse muhtemelen bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; hem Kürtler, hem de Türkler açısından…

Rejim sorunu…

Evet, hem içte hem de dışta çatışmanın odak noktası bir “başkanlık savaşı”; ancak zannedildiği kadar, “o malûm zatın” kişisel ikbal hırsıyla sınırlı bir durum değil. Sorun artık hızla bir rejim sorununa, bir rejim krizine dönüşüyor ve hiçbir rejim en tepedeki idari bir değişiklikle sınırlı kalamaz. O nedenle “O,” var olan her şeyi, içeride ve dışarıda ne varsa peşine katıp sürüklemeye, değiştirmeye, her türlü iç ve dışı teamülü altüst etmeye çalışıyor. Sonunda bir gün eski usullere dönülmesi ihtimali çok yüksek olsa da, o arada olup bitenler, bunların yol açacağı hasarlar ve “normale” kimlerin eliyle, nasıl dönüleceği çok ama çok önemli. Askerin tanklar ve toplarla Kürt şehirlerine sokulması hayra alamet görünmüyor; sadece Kürt ve Türk emekçileri için değil, aynı zamanda Saray ve hükümeti açısından da. 1954-62 arasında Cezayir’de Fransa tarafından yürütülen sömürge savaşının, “anavatanı” nasıl etkilediği, o anlı şanlı burjuva demokrasisinin bir askeri darbe tehlikesi karşısında nasıl ecel terleri döktüğü, sonra da emekli bir “paşaya” nasıl emanet edilmek zorunda kalındığı hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Eğer işler böyle giderse, Türkiye’nin Fransa kadar şanslı olmayacağı açıktır. Üstelik savaşın yaşandığı bölge ile Türkiye arasında, Cezayir ile Fransa arasındaki gibi bir deniz de yok!

Yorumlar kapalıdır.