68 kuşağı ve “İşçi Mücadelesi”

İşçi Mücadelesi dergisi Mayıs 2008 sayısında “Türkiye’nin Che Gueveraları” olarak sunduğu “Deniz Gezmiş ve Arkadaşları” başlıklı yazısında Türkiye’de 1968 kuşağı ve o dönemde yapılmış silahlı hareketler üzerine, yalnızca kafası dumanlı, amatör radikal bir sol aydının yapabileceği değerlendirmelerde bulunmakta; Türkiye’deki sosyalizm mücadelesi ve sol harekete damgasını vurmuş eylemler üzerine birbiriyle çelişkili, son derece kolaycı ve yanlış tespitler yapmakta.

Kuşkusuz herkes canı istediği olay üzerine canının istediği yorumu yapmak, canının istediğini söylemek hakkına sahiptir… Bizi ilgilendiren, yapılan yorum ve tespitlerin proletaryanın sınıf mücadelesine katkı yapıp yapmadığı, sınıfın öncüsünü ve devrimci kadroların ve militanların siyasi eğitimlerini arttırıp arttırmadığı ve en nihayet kitlelere kendi iktidar mücadelelerinde “ne” yapmaları ve “nasıl” yapmaları gerektiğine ilişkin ne öğretmek istediğidir.

İşçi Mücadelesi yazarı yazının başlangıcına henüz daha bilimsel sosyalist, yani Marksist olmayan 25 yaşındaki Marks’ın Ruge’ye 1843 Eylül ayında yazdığı bir mektuptan alıntıyla başlamaktadır. Ve mektubun içeriğinin “eleştiri, eleştirinin hareket noktası ve eleştirinin konusunun ne olması gerektiği” olduğunu okuyucularına açıklamadan, alıntıları “isyan” sözcükleriyle dolu yazı ve tespitlerini doğrulamak için kullanmaktadır. Acaba bunu yaparken doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyi mi engellemek istemektedir? O zaman İşçi Mücadelesi (İM), “somut durumun somut analizinden” hareketle kitlelere sınıf mücadelesinde nasıl tavır takınılması gerektiğini gösteren, onları somut koşullardan hareketle belirlenmiş talepler için mücadele etmeye çağıran Dördüncü Enternasyonal’in “geçiş programı”na kesinlikle karşı çıkmaktadır. Ve bu durumda, grubun yazarlarının mücadele anlayışı “teori ile pratiğin birliği” olan Marksizm değil, olsa olsa mücadele içindeki ezilen kitlelerin en geri kesimlerinin sosyal ve siyasal bilincinin bir yansımasıdır.

Hiç kuşkusuz Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve diğer tüm “meçhul askerler” 1968’den itibaren belirli bir ivme kazanmış olan Türkiye’deki öğrenci hareketinin birer önderiydiler. Konuya THKO ve THKP-C özelinde bakarsak gerek THKO, gerekse THKP-C’nin kendilerine mücadele anlayışı olarak “silahlı mücadeleyi” seçmiş olmaları, bu hareketlerin Stalinizm’den “koptukları” anlamına gelmez. Önümüzde Nikaragua, Angola, Mozambik, Güney Afrika, Zimbabve, Kamboçya tarihlerinden çıkarabileceğimiz bir dizi örnek var: Bu ülkelerde silahlı mücadele veren hareketlerin önderlikleri Stalinizm’den veya reformizmden hiçbir zaman kopmamışlardır. THKO ve THKP-C’nin program ve devrim anlayışlarına bakıldığında bu hareketlerin de siyasi karakterleri rahatça görülebilir. Bütün bu gerçeklere rağmen İM 68 kuşağından bir efsane yaratmak istiyor. Ancak sosyalizm mücadelesinde efsanelere yer yoktur!

68 kuşağında hâkim devrim anlayışı Stalinist “aşamalı devrim”dir. Bu anlayışının Türkiye’ye uyarlanışı “Milli Demokratik Devrim (MDD)”, “Milli Cephe”, “İşçi sınıfının devrimde ideolojik önderliği”, “köylülüğün devrimde temel güç olması”, vb. kavramlar ve önermeler ile olmuştur. Mahir Çayan’ın “kesintisiz devrim” terimi “aşamalı devrim” anlayışından bir kopuş olarak görülemez. Çünkü Çayan MDD anlayışını “Demokratik Halk Devrimi” terimiyle yer değiştirmiştir. Unutmamak gerekir ki 1968 Mayıs Fransa’sında Fransız Komünist Partisi “Halk İktidarı” sloganları atıyordu.

İM şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bu yüzdendir ki (Kaypakkaya hariç) Denizler ve Mahirler sonuna kadar bütünüyle sol cuntacılığın ve Kemalist hareketin sembollerinden kurtulamadılar. Bu eleştirilmelidir…“, “Avcıoğlu ve Belli, devrimci hareketi sözde ilerici 9 Mart cuntasının yedek gücü olarak görüyorlardı. Oysa Denizlerin kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ordunun karşısına bir başka ordu ile çıkıyordu. Aynen Mahirlerin kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi gibi… 1968 gençliği Kemalizm’den pratikte kopmuştu. Burjuva devletin kulvarlarında devrimcilik arayacağına devletin karşısına silahla çıkmıştı!”

Öyle görünüyor ki İM yazarları ya o dönemleri pratik hayatlarında yaşamamışlar, ya da o döneme ilişkin olarak yanlış bilgilere sahipler. Ne Mihri Belli, ne Dev-Genç, ne Mahir Çayan, ne Deniz Gezmişler Kemalist değillerdi. Ayrıca Kemalizm tanımları ve Kemalizm’e ilişkin olarak takınılacak tavır konusunda farklı anlayışlara sahiplerdi. Bu militanların dünya anlayışları üzerine Kemalizm’den ‘koptular’ veya ‘kopmadılar’ türünden birbiriyle çelişkili ifadeler kullanmak kanımca büyük bir haksızlık olacaktır. Kuşkusuz Doğan Avcıoğlu gibi sol-Kemalistler, öğrenci gençliği, amaçladıkları sol darbe için bir taban ve bir araç olarak kullanmak istediler. PDA ve Doğu Perinçek “MDD’nin sol-Kemalistler önderliğinde gerçekleşeceği” teziyle ortaya çıkarken; Kıvılcımlı, Mihri Belli, Aydınlık dergisi ise sol-Kemalistlere ilişkin “işbirlikçi” bir siyaset yürütüyorlardı. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in en büyük hatası “Kemalizm” tanımlamalarında ve Kemalizm’e ilişkin tavırlarında değil, tersine, geniş kitlelerin ve işçi sınıfının devrime hiç hazır olmadığı bir durumda temelini örgencilerin oluşturduğu küçük ‘ordu’lar kurmuş olmalarındaydı.

1960-71 döneminde Türkiye’de sol hareket bir yükseliş içine girerken, bu yükseliş kendisini orduda ve askerde de hissettirmişti. O dönemler, aydın ve öğrenci kesimlerinde sosyalist düşüncelerin etki kazandığı, anti-emperyalist duyguların yükseldiği, bu anti-emperyalist duyguların sosyal sorunlarla içi içe geçmeye başladığı bir dönemdir. Bu bağlamda “Yön Sosyalizmi” ile Chavez’in “21.Yüzyıl Sosyalizmi” arasında pek öyle sanıldığı gibi büyük farklar yoktur. İkisi arasındaki temel fark, Chavez’in 1991’deki darbe teşebbüsünden sonra “hedeflerini kitle desteği” ve serbest seçimlerle gerçekleştirmek istemesidir. Bu bağlamda, o döneme ilişkin olarak “Kemalizm ve sosyalizm” tartışmalarında basitçi yaklaşımlardan ziyade itinalı ve statik olmayan diyalektik bir yaklaşım yapmak gerektiği kanısındayım. Gerek THKP-C’ye, gerekse diğer sosyalist akımlara pek çok asker ve subayın katılması, asker içinde devrimci propaganda çalışmasının önemini belirtmektedir. Ancak bu tip çalışmalarda belirleyici olan çalışmanın siyasi içeriğidir.

9 Mart ve 12 Mart muhtırası kendi kendilerine birer günlük olaylar değil, bir süreç içinde ordu içindeki çeşitli cuntalar arasındaki güç dengeleri bağlamında cereyan etmiş ve seyri faşist- gerici grupların hâkimiyetine girmiş, ancak 1973 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir anlamda son bulmaya yüz tutan, Bonapartist askerlerin yönettiği bir “ara rejim” türünden bir askerî diktatörlük idi. Soğuk Savaş döneminde 1965-80 yıllarında NATO ve ABD’deki militarist fraksiyonlar Avrupa’da, özellikle de İtalya, Yunanistan ve Türkiye’de “Gerilim Stratejisi” kavramı temelinde “Neo-Faşist” diktatörlükler kurmak için para-militer organizasyonlar aracılığıyla “yıkıcı” unsurlar olarak gördüğü sol hareketlere karşı, sendika ve işçi hareketlerine, sol aydınlara karşı, hatta masum sivil halka karşı hiç bir ayrım gözetmeksizin terör ve cinayet eylemlerine girişmesi, silahlı baskı, sindirme ve yıldırma hareketlerine girişmesi, böylece bir “kaos” ortamı yaratarak askerî darbelere ve diktatörlüklere zemin hazırladığı artık günümüzde bilinen bir gerçektir. Bu “gerilim stratejisi” Yunanistan’da başarıya ulaşırken, İtalya’da başarısız kalmış, Türkiye’de ise 1980’de “12 Eylül” darbesiyle gerçekleşmiştir. “12 Mart” rejimi, 12 Eylül Diktatörlüğü’yle kıyaslandığında sınırlı bir “baskıcı rejim” olarak kalmaktadır. Kuşkusuz bu sonuç, o dönemde hâkim sınıf ve ordu içindeki mevcut güçler dengesinin yarattığı bir durumdu.

Günümüzde bazı radikal sol çevrelerde, özellikle de neo-liberal sol veya sağ çevrelerde Kemalizm’e sövmek moda olduğu için yazar işin kolayına kaçmaktadır. Bir neo-liberal için, “Devletçilik”, “Halkçılık”, “Sosyal Devlet” kavramları ‘komünizm’ demektir. Böylesi kavramlar küreselleşmenin önünde, sermayenin önünde artık bir engel olarak görülmektedir. Oysa İM Kemalizm’in bilimsel bir sınıf analizini yapmak yerine, Kemalizm’in Marksist bir eleştirisini yapmak yerine, yukarıda bahsettiği hareketlerin Kemalizm konusunda nerede hata yaptıklarını belirtmek yerine sonu felaketle bitmiş başka “orduların” kurulmasını örnek hareketler olarak sunmaktadır. İM “sosyal devrimler” gibi tarihsel olaylara amatör bir radikal aydın gibi yaklaşmaktadır. İM grubunun
kendisi gibi düşünmeyen diğer akımları kolayca Kemalizm’den kopmamak veya Kemalizm’in işbirlikçisi, etkisi altında kalmakla suçlamadan önce, kendisinin bağlı olduğu CRFI’nin önderi J. Altamira’nın Latin Amerika’daki askerî diktatörlükler ve rejimler üzerine geçmiş dönemlerde nasıl tavır aldığını açıklaması daha doğru olacaktır.

Şimdi okuyucu benim Kemalizm anlayışımın ne olduğunu haklı bir şekilde sorabilir veya merak edebilir. Her ne kadar bu yazının konusu “Kemalizm” olmasa da burada kısaca kendi Kemalizm anlayışımı açıklamakta yarar görüyorum.

Kemalizm en yüksek ifadesini “Sınıfsız, zümresiz, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz-milletiz” ve ” Bu ülkeye komünizm gerekiyorsa onu da bir yaparız” sözlerinde yansıtırken, aslında kendini sosyal sınıfların üstüne çıkarmış, bir tür baskıcı Bonapartist bir rejimdir. Troçki, 1908’de Jön-Türkler ve İttihat-Terakki üzerine yazdığı bir yazıda 2. Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanan askerî ayaklanmayı bir devrim olarak niteledikten sonra, Jön-Türk hareketini henüz “oluşum içindeki burjuva sınıfın öncüsü olarak” tanımlar. Jön-Türk hareketinin bir sonucu olan Kemalizm, kurtuluşu ve geleceği modern burjuva toplumda gören seküler ve laik, ulusal egemenlikçi bir harekettir. Bir anlamda burjuva sınıfının olmadığı bir ülkede burjuva devrimine tekabül etmiştir. Sosyal karakter olarak Osmanlı Devleti’ndeki yenilikçi asker-sivil bürokrasisinin bir uzantısıdır.

Saltanat’ın ve Hilafet’in tasfiyesi, Cumhuriyet’in ilanı, eski orta-çağ kalıntılarının yıkılıp yerine kapitalizmin inşası, şeriat ve İslam’ın burjuva ideolojisi olmaya uygun olmaması nedeniyle kapitalist üretim tarzı için gerekli seküler yasa ve kurumların kurulması, ulusal bağımsızlık ve tarafsızlık gibi konumlar tarihsel anlamda ileri, burjuva devrimci öğelerdir. Geri unsurlar tasfiye edilirken devrimin ileri unsurları temizlenmiş, işçi sınıfı ve emekçi kitleler baskı altına alınmıştır. Baskıcı karakterinin temeli, kendi sosyal tabanının -bürokrasinin- sosyal zayıflığından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı kendini tüm toplumun üstüne çıkarmıştır. Yerli sermayenin emperyalizm karşısında zayıflığından dolayı “devletçilik” politikasını uygularken, kendine bir kitle desteği bulmak için “halkçılık” anlayışını öne çıkarmış, gerici (reaksiyoner) unsurlara karşı ise “bilim ve ilerleme” siyasetlerini gütmüştür. Kemalist “laiklik” anlayışı tam bir laiklik olmasa da dünyadaki pek çok seküler ülkeden daha ileridir ve kurulan Cumhuriyet aşamalı olarak bir seküler kimlik almıştır. Bir bütün olarak alındığında Kemalizm, kitleleri harekete geçirmek yerine, onların kendisini sessizce desteklemesini istemiştir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin parti ve sendikalarının yasaklanması, “tek parti” iktidarı rejimin belirleyici siyasi karakteridir.

Kemalizm’i “faşizm” olarak nitelemek yanlıştır ve Marksist bir analiz değildir. Faşizm, sermaye sınıfının bir proletarya devrimine karşı bir reaksiyonu ve işçi sınıfına karşı cepheden bir saldırıdır. Aslında “Bonapartizm” terimini kullanırken terimin “orijinal” anlamında olmadığını belirtmek istiyorum. Ancak daha başka da bir kavram bulamıyorum. Bu kavramı, devlet sınıfının -yani bürokrasinin- kendini diğer sosyal sınıf ve kesimlerin üzerine çıkartarak edindiği “bağımsız” rolü vurgulamak için kullandığımı belirtmek isterim.

Günümüzde Kemalist model çökmüş, üç güç odağı arasındaki siyasi hâkimiyet mücadelesi bir rejim krizine dönüşmüştür: Büyük sermaye, İslamcı sermaye ve Kemalistler. Bu üç güç odağı arasındaki iktidar mücadelesi aynı zamanda 12 Eylül kurumlarının bir krizi ve açıktan bir iflasıdır. Bu krizden kesin çıkış yolu bir “İşçi-Köylü Hükümeti”nde yatmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerden yana bir Anayasa için serbest seçimlerle oluşması gereken bir “Kurucu Meclis” için henüz koşullar olgunlaşmamıştır. Bundan dolayı temel siyasi ajitasyon ve propaganda çalışmalarının “kazanımların” korunması, daha “geniş hak ve özgürlükler” mücadelesinin yaygınlaştırılması, genişletilmesi doğrultusunda yapılması daha mantıklıdır. Geniş kitlelerin ne bilinçlilik düzeyleri, ne de örgütsel yapılanmaları henüz daha topluma kendi çözümünü dayatacak düzeyde değildir. Bu koşullarda toplanacak veya seçilecek bir “Kurucu Meclis” reaksiyon güçlerine hizmet edecek bir başka “Anayasa” yapacaktır.

Türkiye’deki 68 kuşağını bir bütün olarak Stalinizm’den kopmuş bir kuşak olarak görmek son derece yanlıştır ve çok büyük bir abartmadır. 68 kuşağı kendi başına homojen bir bütün değildi ancak hem Dev-Genç içinde hem de Türkiye sol hareketi içinde hâkim anlayış Stalinizm idi. Mihri Belli ve Aydınlık dergisi tamamen Stalinist ve Stalinizmin hegemonyası için mücadele ediyordu ve 1970 yılı sonlarına kadar genç kuşak içinde en etkin eğilimdi. O dönemde Aybar dışında Stalin’e eleştirel bakan tek akım ise Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Ayrıca hiç unutmamak gerekir ki Doğu Perinçek ve PDA-Beyaz Aydınlık- da Dev-Genç hareketi içinden çıkmış bir gruptur. PDA kısa bir süre sonra Çin bürokrasisinin resmî temsilciliğini yapmaya başlamış olan kesin bir Stalinist akım idi. İbrahim Kaypakkaya ise 1972’lerde PDA hareketinden kopan diğer bir Maocu akımdır.

İM, o dönemin gençlik önderleri olarak tanımladığı militanlarla ilgili şöyle bir tespitte bulunuyor: “Gençlik önderlerinin TİP’ten kopmaya yönelmesi, FKP’nin Dev-Genç’e dönüşmesi ve partiden bağımsızlaşması işte bu kendiliğinden devrimci yükselişin reformizmin sınırlarıyla çelişkiye girmesindendir. 1968 gençliği Türkiye’de Sovyet Stalinizmi’nin sosyalist hareket üzerindeki hegemonyasına ilk darbeyi vurmuş kuşaktır. 1971 devrimciliğinin benimsediği strateji ne kadar yanlış olursa olsun, birinci anlamı budur.

Yazar aynen böyle yazıyor. Ancak yazarın birinci derecede anlam verdiği karakter tamamen yanlış, kendi türettiği hayalî bir ‘kopuş’, rahat bir küçük burjuva radikalinin yaptığı bir karikatürdür. Yazarın burada unuttuğu konu, Dev-Genç’in 1970 yılında sokaklarda “Ordu Millet Elele, Milli Cephede!” sloganları atmasıdır. Buradaki “Milli Cephe” ise “Milli burjuvazi”, “Kemalistler” ve “Sosyalistler” arasında kurulması düşünülen bir “Cephedir”. 1968 gençliğine hâkim olan yaygın “sosyalizm” anlayışı budur. Yazar, bu anlayışları reformizmin sınırlarıyla “çelişkiye” girmek olarak görmekte, Sovyet Stalinizmi’ne vurulan “ilk darbe” olarak nitelemektedir.

Amerika, Avrupa ve doruk noktasına Mayıs 1968’de Fransa’da ulaşmış olan hareket, Fransa özelinde ele alındığı zaman kaçırılmış bir devrimdir. Fransız 68 Mayıs eylemlerinin bir yansıması olarak patlak veren Türkiye’deki 68 öğrenci boykotları ve eylemleri ise dünyadakilerin tersine Türkiye’de sol hareket ve gençlik hareketi üzerinde Stalinizm’in resmî hegemonyasının kurulmasını hızlandırmıştır. Silahlı mücadelenin kısa sürede yenilmesi ise bu Stalinist hegemonyayı perçinlemiştir. “Troçkizmlere” karşı ‘haçlı seferleri’ başlatılmıştır. Gençlik hareketi içinde, radikal aydınlar içinde Stalin hayranlığı büyümüş, teori ve pratikte bir rehber, sol hareket içinde karşıt görüş ve eğilimlere yönelik şiddet ve terör estirme politikalarında temel başvuru kaynağı olmuştur.

Amerika’da, Avrupa’da, ileri gelişmiş ülkelerde 68 hareketleri bir bütün olarak bu ülkelerdeki sol hareketler üzerinde ve işçi hareketi içinde belirli bir düzeyde var olan Stalinizm’in etkisinin sonunun başlangıcını oluştururken, Türkiye’de ise tersine Stalinizm hegemonyasının başlangıcını oluşturmuştur. 68 hareketleri Batı Avrupa ve Amerika’da bir yandan kapitalist sömürü ve emperyalist savaşa karşı, diğer yandan baskıcı ve otoriter hâkim burjuva ideolojisine karşı kendisini “yasaklamayı yasaklamak” ifadesinde bulan, “özgürlükçü ve eşitlikçi” bir isyanı açığa vururken, Türkiye’de, tersine, “tek boyutlu” insana tapınmayı simgelemiştir. Geleneksel yaşam tarzı veya resmî hâkim ideolojiye bir başkaldırı olmaktan ziyade Kürt meselesine karşı sağır, Stalinizm ve Kemalizm’e hayranlıkla sınırlı kalmıştır.

O dönemdeki ‘sosyalist’ dergi ve gazetelere bir göz atıldığında gençlik hareketi içinde kümelenmiş sosyalist hareketlerin “Sovyet revizyonizme” karşı yazılarla dolu olduğu görülür. “Sovyet revizyonizmden” kastedilen ise 1956 da Kuruşçev’in Stalin’in suçlarını teşhiridir. Aydınlık dergisi ve ondan kopan tüm grup ve fraksiyonlara göre Kuruşçev’in Stalin’in cinayetlerini teşhir ettiği 1956 SSCB Komünist Partisi Kongresi’yle birlikte artık SSCB revizyonist bir ülke olmuş, SSCB KP ve ona bağlı partiler birden “revizyonist” ve “reformist” partilere dönüşmüşlerdir. İM grubunun iddiasının tam tersine, bahsettiği gençlik hareketi Stalinizm’e bağlılığını her seferinde dile getirmiş, Pablo
ve Mandel gibi ‘Troçkistlerin’ “de-Stalinizasyon” diye tanımladığı, bize göre ise Stalinizmin krizinde yeni bir süreci ifade eden olaya kesinlikle karşı çıkarak Kruşçev-Brejnev “revizyonizmine” karşı “Stalinin doğru devrimci proleter önderliğini” sonuna kadar savunmayı üstlenmişledir.

PDA ve Perinçek grubu ve daha sonra bu gruptan kopan İbrahim Kaypakkaya grubu temel çizgi olarak “Sovyet sosyal emperyalizmine” karşı, “Süper devletlere” karşı mücadeleyi benimsemişlerdir. Kruşçev’in Stalin’in suçlarını teşhir etmesiyle birlikte SSCB aniden “sosyal emperyalist” bir ülke olmuş, “sosyalizm yıkılarak yerine kapitalizm restore” edilmiştir. 1968’de Çekoslovakya’daki bir politik devrim sürecini bastırmak için yapılan Sovyet işgalini o dönemde Türkiye sol hareketinde Aybar ve bazı hümanist aydınlar dışında hiç bir grup ve eğilim kınamamıştır. Buna karşılık, en başta Mihri Belli’nin önderliğindeki Aydınlık dergisi, resmî TKP ve yandaşları, B. Boran ve S. Aren grupları Sovyet işgalini savunmuş ve sonuna kadar desteklemişlerdir. Nitekim,1960-70 yıllarında Türkiye’de anti-Stalinist, ancak reformist bir sosyalizm anlayışını Aybar ve grubu savunuyordu. Hikmet Kıvılcımlı ise son derece dar bir açıdan Stalin’i eleştiren bir anlayışa sahipti.

Öyle görünüyor ki İM grubu henüz Stalinizm’in ne olduğunu bilmiyor. Ve bize teori ve pratikte en katı Stalinizm savunuculuğunu Stalinizm’den kopma, Stalinizm’in işçi hareketi üzerindeki hegemonyasına karşı vurulmuş bir darbe olarak sunuyor. Bunu yaparken kabul ettirmek istediği, Mandel ve Birleşik Sekretarya’nın (Bir-Sek) 1968-70 yıllarında teorisini yaptığı “yeni kitle öncüsü” terimi ve “yeni kitle öncüsünü kazanma” politikasıdır. Ancak ‘Avrupa Komünizmi’ çıkar çıkmaz Mandel ve Bir-Sek bu politikayı bırakıp aniden Avrupa-Komünizmi’ni savunmaya başlamışlarken, İşçi Mücadelesi hâlâ “yeni kitle öncüsüne” takılıp kalmaktadır. Ancak merak ettiğimiz diğer bir konu ise temsilciliğini üstlendiği CRFI’ın ( IV. Enternasyonal Yeniden Kuruluş Koordinasyonu) siyasi geçmişi, ve en başta Arjantin olmak üzere bu siyasi eğilimin diğer ülkelerde yürüttüğü politikalar hakkında okuyucuya niçin bilgi vermediğidir. Örneğin, 1979 Ocak ayında P. Lambert önderliğindeki CORQI’den ( Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden İnşa Komitesi) Arjantin’deki Vidala’nın “askerî diktatörlüğüne ilişkin uzlaşmacı” tavırları nedeniyle ihraç edilen J. Altamira ve PO’nun Latin Amerika’daki askerî diktatörlükler ve Pinochet rejimi üzerine tanım ve tavırları neydi, Altamira eğiliminin faşist Pinochet rejiminin düzenlediği “sendika seçimlerine” niçin katıldıklarını bilmek istiyoruz. Onun ötesinde Guillermo Lora ve Jorge Altamira eğiliminin Guevera ve gerilla savaşına ilişkin tavırları neydi, Uluslararası Komite’ye niçin katıldıklarını bilmek istiyoruz.

İM yazarı şöyle devam ediyor: “Denizlerin, Mahirlerin, ve ötekilerin hatalarını “küçük burjuva” olmakla açıklamak, eski kuşağın suçunu ve Stalinizm’in dünya komünist hareketini getirdiği yerin bu gelişmedeki sorumluluğunu gözlerden saklamak olur. 1968 bir devrimci yükselişti. Her kim ki, Marks’ın söylediğinden farklı olarak Denizlere ve Mahirlere “Mücadelenizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir” derse, o devrimci bir ruha sahip değildir.”

Şunu açıkça söylemek gerekir, bunları yazan ve söyleyen kişi her kimse, o kişi Marks ve Engels’in Blankizm’e karşı, Bakunin’e karşı, işçi hareketi içindeki her türden maceracı ve ilkel sosyalizm anlayışlarına karşı verdikleri amansız mücadeleden, Lenin’in narodniklere karşı, sosyal devrimcilere karşı verdiği tavizsiz mücadeleden ve Ortodoks Troçkistlerin Guevera ve Castro’nun silahlı mücadele çizgisine karşı verdikleri ideolojik ve siyasi mücadeleden habersiz demektir. Eskiden kendisi de bir narodnik olan Plehanov, narodnizmin kitleler için bir kurtuluş yolu olmadığını görüp toplumsal kurtuluşun popülizmde değil, tersine bilimsel sosyalizmde ve proletarya devriminde olduğunu söylerken, bir yanlışı görmüş ve o yanlışa dur demek için Rusya’da “Emeğin Kurtuluşu Grubu”nu kurmuş, 1889’da 2. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde Rusya’daki devrimin “kesinlikle proleter bir devrim” olacağını söylemiştir. O bunları yaparken devrimci bir ‘ruha’ sahip değil miydi?

İM yazarına göre 1971-72 yıllarında Fokocu gruplar (THKP-C ve THKO) vasıtasıyla verilecek silahlı mücadelenin yanlışlığını belirtmek, bu tip silahlı mücadele yerine emekçi kitleler içinde proletaryanın devrimci partisi için bir çalışma yürütmek ve bu uğurda geniş kitleler içinde bir mücadele verilmesini savunmak “devrimci bir ruhtan” yoksunluk demekmiş. Bu konuda İM gruba her şeyden önce Lenin’in “Reddettiğimiz Fikir Mirası” eserini okumalarını tavsiye ederiz! 1971-72’ler Türkiye’sindeki silahlı mücadelelerin, gerilla savaşlarının “doğru devrimci” karakterleri üzerine tumturaklı hikâyeler anlatmak devrimci Marksizm açısından yalnızca gayri ciddi olmanın ötesinde proletarya ve emekçi kitlelere yanlış hedefler göstermek demektir.

Gerçek her zaman gerçektir ve gerçeği söylemek devrimci bir tutumdur. Gerek Castro ve Guevera’nın Fokucu silahlı mücadele çizgisi, gerekse THKO, THKP-C ve TİKKO’nun silahlı mücadele anlayışları Marksist ve Leninist proleter devrimci hareketler değil, küçük-burjuva karakterli siyasi hareketlerdir. Aradan geçen 38-40 yıldan sonra o tip silahlı eylemlerin siyasi bilançosu son derece açıktır.

Fidel Castro’nun önderliğini yaptığı 26 Temmuz hareketi uzun bir zaman Meksika’da silahlı mücadele ve gerilla savaşı için gerekli olan askerî eğitimi almıştır. Böyle bir eğitimden geçtikten sonra Küba’ya çıkmışlardır. Bu hareket, başlangıçta burjuva-milliyetçi demokratik bir hareketti. Öte yandan, 1952 yılında Fulgencio Batista, demokratik seçimlerle iktidara gelmiş hükümeti bir darbeyle yıkarak iktidara gelen, kokuşmuş bir aile diktatörlüğüydü. Köylüler topraksız, şehirlerde halk aç ve yoksuldu. Batista diktatörlüğü bir avuç toprak sahibi ve komprador burjuvazinin çıkarlarını, onlardan öncede kendi feodal aile çıkarlarını savunan bir polis rejimiydi. Küçük bir muhafız ordusundan başka da silahlı bir varlığı yoktu. Küba halkı Batista’dan nefret ediyordu ve büyük bir hoşnutsuzluk içindeydi.

26 Temmuz hareketi ciddi bir silahlı direnişle karşılaşmaksızın şehirli kitlelerin de ayaklanmasıyla Batista’yı kolayca yenmiştir. Gerek Latin Amerika burjuvazisinin belirli kesimleri, gerekse ABD emperyalizmi 1960 ortalarına kadar Castro hareketine düşman gözle bakmıyordu. Ancak Castro’yu desteklemiş köylüler toprak istiyordu. Şehirli kitlelere iş bulmak gerekiyordu. Fakat Küba’nın zenginlikleri ABD işbirlikçisi bir avuç toprak sahibi ve kompradorun elindeydi. Yoksul kitlelerin baskısıyla Castro toprak reformu ve devletleştirme-millileştirmelere başlayınca ABD emperyalizmi büyük bir tepki gösterdi. Emperyalizmin gerici tepkisine karşılık Castro önderliği Sovyetler birliğine yaklaştı ve emperyalizme bağımlı komprador burjuvazisini ve toprak sahiplerini mülksüzleştirdi. Eski devlet aygıtını yıkarak yerine kendi silahlı gücünden oluşan yeni bir devlet aygıtı kurdu.

Castro önderliği milliyetçi – demokrat – küçük burjuva hareketi olarak doğmuş ve büyümüş, ancak bir yandan geniş yoksul kitlelerin baskısı, diğer yandan emperyalizmin tehditlerine karşı yine bu kitleleri harekete geçirmek zorunda kalmasından dolayı başlangıçta kendisi için çizdiği siyasi hedef ve sınırlarının ötesine çıkmış bir harekettir. Bir tür “işçi-köylü hükümeti”nin kurulması kuşkusuz sosyal bir devrimin göstergesidir. Ancak böyle bir devrimci süreçte kurulan devlet, doğuştan yoz doğmuş bir işçi devletidir. Troçki olağanüstü koşullarda ortaya çıkacak bu türden işçi-köylü hükümetlerini “gerçek proletarya diktatörlüğü yolundaki kısa bir dönem, episod” olarak tanımlamıştır. Benim şahsi görüşüm proletaryasız gerçek “proletarya” devrimlerinin olmayacağı; “sürekli devrim” teorisinin, ön koşul olarak proletaryanın sınıfsal varlığı ve önderliğini var saymasıdır.

Yeni Küba devleti yukarıdan aşağıya bizzat Batista’yı deviren silahlı gerilla ordusundan başkası değildi. Castro önderliği kendisi dışındaki tüm siyasi sol parti ve eğilimleri yasaklamış, sosyalist demokrasinin temellerini oluşturacak kitlelerin öz örgütlerinin oluşturulmasına olanak vermemiş, kendine örnek olarak Sovyetler Birliği bürokrasisini almıştır. En başta Küba Komünist partisi olmak üzere tüm iktidar aygıtlarını yukarıdan örgütlemiştir. Gerilla ordusu parti-devlet aygıtı olarak iktidar organı işlevini üstlenmiştir. Bundan dolayı Küba doğuştan bürokratik bir işçi devleti olarak kurulmuş, şimdi ise tam bir aile diktatörlüğüne dönüşmüştür.

Bugün yani 50 yıl sonra, bir kez daha geriye dönüp bakarsak Küba devriminin Latin Amerika’da bir istisna olduğunu rahatça görebiliriz. Bu bağlamda ne Yugoslav
devrimi, ne de Çin devrimiyle kıyaslanamaz. Devrimde bütün sorunları “küçük bir öncünün” silahlı mücadelesine bağlamak Bolşevik-Leninist bir proleter sınıf politikası değildir. Eğer sorun yalnızca silahlı mücadeleyse Filistinliler ve Araplar -çeşitli Arap devletleri de dahil olmak üzere- Siyonist İsrail’e karşı 60 yıldan beri silahlı mücadele veriyorlar ancak şimdiye kadar hep yenilgi gördüler. Demek ki sorun yalnızca ne silahlı mücadele, ne de bireysel kahramanlık sorunudur.

Yeniden İM yazarına dönersek şunları okuruz: “Deniz’in veya Mahir’in kurduğu siyasi geleneklerden geldikleri halde bugün devrimi sadece törenlerde hatırlayanlar hâlâ onların izleyicileriymiş gibi davranıyorlar. Buna karşılık devrim fikrinde ısrar ettikleri halde Denizlerin yöntemlerinin yanlış olduğunu, Türkiye topraklarına ve o günün koşullarına hiç uymadığını düşünenler, onlara “küçük burjuva devrimcileri” olarak sırtlarını dönüyorlar.

Demek ki yazara göre THKO ve THKP-C örnek devrimci hareketlerdi ve bu karakterlerinden dolayı kesinlikle desteklenmeleri gerekirdi. O dönemde bu hareketleri “küçük burjuva devrimcisi” olmakla eleştiren devrimciler de bu devrimci hareketlere ‘sırt döndükleri’ için kınanıp eleştirilmeliler. Hatta İM‘ye göre bu devrimciler, yaptıkları bu eleştirilerden dolayı “devrimci bir ruha sahip” değiller ve devrimci hareketlerin önünde engel teşkil ediyorlar.

Bu şarkıyı ilk defa duymuyoruz. Gerek Türkiye’de, gerek Latin Amerika’da, gerek Avrupa’da bu suçlamaları defalarca duyduk ve dinledik. Ancak tarih bizleri haklı çıkardı. 100 yıl sonra da haklı çıkaracaktır.

Hiç bir ciddi örgütlenme ve hiç bir askerî eğitim almaksızın “kitleler, harekete geçmek için örnek silahlı eylemleri bekliyor” anlayışıyla silahlı bir mücadeleye başlamak kanımca ciddi bir Marksist olmak bir yana, profesyonel düşünen hiç bir hareketin yapacağı bir girişim ve eylem olmayacaktır. THKO banka soygunu eylemlerine başlayınca Mahir Çayan da silahlı eyleme geçmek zorunda kaldı, ya da kendilerini öyle hissettiler. THKO pikniğe çıkar gibi dağa çıktı. Ve dağa çıkan militanların neredeyse hiç birinin bir “gerilla savaşı” için gerekli hiç bir temel askerî eğitimleri bile yoktu. Sonuç Nurhak’ta bir facia ile bitti.

Çayan’ın THKP-C’si ise Mahir’in yakalanmasına rağmen varlığını bir müddet devam ettirebildi. Ancak askerî diktatörlüğün sol harekete birkaç ay içinde büyük bir darbe indirmesi hem THKP-C içinde, hem de THKO’nun yakalanmayan elemanları içinde silahlı mücadelenin yanlışlığı veya doğruluğu, eylemlerin sürdürüp sürdürülmesi üzerine tartışmaların başlamasına neden oldu. Ne bir ciddi bir örgütsel ve askerî hazırlığın olmadığı, ne de geniş kitleler ve onların ileri kesimlerinde hiç bir silahlı mücadele vermek arzusunun bulunmadığı askerî diktatörlük koşullarında silahlı eylemlere son verilip, emekçi sınıf ve yoksul halk kitleleri içinde proletaryanın devrimci partisi için, kitleler içinde siyasi eğitim ve kadro kazanma çalışmalarına yönelinseydi belki de o kadar büyük kayıplar verilmeyecek, Denizler ve Mahirler belki hâlâ yaşıyor olacaklardı… Sınıf mücadelesi açısından 12 Mart daha ucuza atlatılacaktı. Ancak silahlı mücadelede ısrar, Kızıldere’de bir felaketle sonuçlanmıştır. İM‘nin örnek devrimci hareketler olarak gösterdiği silahlı eylemler kesinlikle yapılmaması gereken hareketlerdi.

Evet, yeniden söylemek gerekirse, THKO ve THKP-C örgütlerinin sınıf karakteri ve izledikleri siyasi mücadele anlayışı küçük-burjuva devrimciliğidir. Kanımca aradan geçen 40 yıllık zaman şeridi, yaşanan 2 askerî diktatörlük ve bu örgütlerin zaman içinde devam eden sınıf mücadeleleri sürecinde pratikte silinip gitmeleri, söylediğimiz bu gerçekleri açık bir şekilde açıklamaktadır.

Marksizm’in her tür sosyal harekete yaklaşımında temel kıstası bu olayların toplumsal içerikleri yani sosyal bileşenlerinin sınıf karakterleridir. Buradan hareketle söz konusu olayların sosyal ve siyasi yapısını, bir bütün olarak belirledikleri amaçları ve programları, bu amaçlara ulaşmak için seçtikleri araçları irdeleyerek siyasi sonuçlar çıkarır. Her türlü siyasi hareketin proletaryanın tarihsel çıkarlarına ne derece yakın, ne derece uzak olduğunu ancak bu şekilde, ancak bu yöntemle tespit edebiliriz.

Bunun ötesinde devrimci Marksizm’in, Bolşevik-Leninizm’in en belirgin özelliklerinden birisi kendisi ile diğer sosyal hareketler arasında kesin bir siyasi sınıfsal ayırım çizgisi çekmektir. Çünkü sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve her toplumsal sınıf ve kesim sosyal sorunlara kendi sınıf çıkarlarını içeren bir çözüm sunar ve bunun için mücadele eder. Proletaryanın tarihsel çıkarlarını kendi başına bir bütün olarak savunan ve temsil eden Bolşevik-Leninizm sınıf mücadelesinde proletarya üzerinde tüm yabancı sınıfların siyasi ve ideolojik etkisine karşı amansız bir mücadele vermeksizin işçi sınıfı sosyal soruna kendi çözümünü dayatamaz ve topluma kendi önderliğini kabul ettiremez.

Günümüz emperyalist kapitalizm koşullarında kendi Leninist partisi yönetimindeki bir işçi sınıfının doğrudan müdahalesi ve girişimi olmaksızın ne bir devrim olabilir, ne de toplumsal sorunlara kalıcı çözümler sağlanabilir. Emperyalizme karşı ancak işçi sınıfının önderliğinde sürekli devrim ve dünya devrimi perspektifiyle, tüm emekçi kitlelerin katılımıyla gerçekleşecek muzaffer proleter devrimleriyle zafer kazanmak mümkündür. Öbür yandan Bolşevik-Leninist bir parti ve devrimci bir önderliğinin inşası için mutlak olarak proletaryanın doğrudan doğruya siyaset sahnesine çıkması, devrimler, büyük isyan ve ayaklanmaların patlak vermesi gereklidir. Çünkü bir devrimci partinin inşası için devrimci bir program gerekir ve kitlelerin bu devrimci programı kendi öz deneyleriyle sınayıp doğrulamaları gerekir. Sınıflar mücadelesinde böylesine tarihsel öneme haiz deneyimler yaşanmaksızın yeni devrimci kitle önderliklerinin ortaya çıkması hemen hemen olanaksızdır. Bundan dolayı böylesine tarihsel dönemlere hazır olmak için Bolşevik-Leninistlerin en büyük stratejik görevi günlük sınıf mücadelesi içinde geçiş programı temelinde kitleler içinde devrimci kadrolar kazanmak ve biriktirmektir. Yeterli kadro ve militan birikimi olmaksızın sınıfa ve devrimlere önderlik yapacak kitle partileri kurulamaz. İşte bu nedenledir ki Troçki önümüzdeki devrim- öncesi ajitasyon, propaganda ve örgütlenme döneminin stratejik görevi “devrimin nesnel koşullarının olgunluğu ile proletarya ve onun öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişkinin aşılmasını içermektedir” tespitini yapmaktadır. Troçki’nin bu tanım ve tespiti Bolşevik-Leninist devrim kavramının abecesidir.

Ancak İM grubu 1970 yıllarındaki silahlı mücadele girişimlerini her pahasına bir isyan olarak görmekte ve onları örnek hareketler olarak görürken tüm bir devrimci Marksist geleneği “devrimci ruh”tan yoksunlukla suçlarken aynen 1969-70 yıllarındaki Mandel, Frank, Maïtan, Krivine, Ben-Said ve Michael Lövy gibi konuşmaktadır. Ancak unuttuğu tek nokta var ki Bir-Sek önderliğinin izlediği “yeni kitle öncüsü” ve “Fokocu gerilla savaşı” stratejisi, bu önderliği izleyen Latin Amerika seksiyonlarının tarih sahnesinden silinmesiyle sonuçlanmış, Gueveracı ve Castrocu akımlar yenilgiden yenilgiye uğramış, sonuç olarak burjuva hükümetlerin bir bileşenleri haline dönüşmüştür.

CRFI ve onun Arjantin seksiyonu olan Partido Obrera (İşci Partisi) son başkanlık seçimlerinde %0,8 oranında oy almış (Morenocu gelenekten gelen MST -Sosyalist İsçi Hareketi- ise %1,2 oranında, diğer Morenocu gruplar %0,5 civarlarında oy almışlardır) ve kendisine acil hedef olarak “Arjantin işçi sınıfının siyasi öncüsü olarak tanımladığı piqueterosları ( işsizler ve lümpenler) kazanmayı koymuştur. Böylece Arjantin’deki sınıf mücadelesinin belkemiğini oluşturan sanayi proletaryasına ve geniş emekçi kitlelere sırtını dönerek tüm bir ‘devrimci’ çalışmayı sınıfın öncüsü olarak tanımladığı işsizleri kazanmaya indirgiyor. Proletarya ve geniş emekçi kitleler içinde geçiş talepleri doğrultusunda çalışmayı yapmayı reddediyor. Günlük mücadeleler içinde bu sınıfın ve geniş kitlelerin “sosyalist devrim programı ile kendi güncel talepleri arasında bir köprü bulmalarına yardım etmek” görevini unutarak bir yandan devrimci öncüyü kitlelerden ve proletaryadan izole ediyor, diğer yandan ise bu geniş emekçi kitleleri yabancı sınıf ve sosyal kesimlerin siyasi eğilimlerine terk ediyor.

Altamira ve Partido Obrera’nın imtiyazlı bir konum verdiği ve proletaryanın siyasi öncüsü olarak ilan ettiği piqueterosları kazanmak için bir kaç tane küçük sol grupla birlikte Polo Obrera (İşci Kutbu) kurarak proletarya, emekçi ve yoksul kitleler içinde propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmaları yapmak yerine, günlük mücadele içindeki bu kitlelerin iktidar mücadelesine doğru yönelmelerine yardım etmek yerine, en nihayet proletaryanın tüm tarihsel çıkarlarını savunmak yerine, değişik katman ve kesimlerden oluşan
işçi sınıfının birliği için mücadele etmek yerine, tam tersi bir politika izleyerek tüm enerjisini imtiyazlı bir konuma yükselttiği piqueteroslardan oluşan ‘yeni sınıf öncüsünü” kazanmaya sarf etmektedir. Altamira için sanayi proletaryası, grev yapan işçiler, memurlar veya yoksul köylüler, önemli değil, gündelik iş arayan yarı işsiz, yarı tok ve kuşkusuz toplumun en yoksul kesimi olan piqueterosları kazanmak stratejik bir hedeftir. İşsizlik sorununun çözümü için geniş bir devletçilik ve kamu işlerinin yaratılması doğrultusunda somut talepler için en başta proletarya ve emekçi kitleler içinde ajitasyon ve bu tip somut talepler için kitleleri harekete geçirme çalışmaları doğru devrimci siyaset olması gerekirken, Dördüncü Enternasyonal’i yeniden örgütleme savında olan, ancak Arjantin dışında diğer ülkelerde “küçük arkadaş çevrelerinden” oluşan CRFI, aslında Arjantin proletaryası ve emekçi kitleleri kendi kaderlerine terk etmektedir.

Stalinizm, silahlı mücadele ve Guevera

Stalinizm, Ekim Devrimi’nin yalıtılmışlık koşullarında -Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da proletarya devrimlerinin başarıya ulaşmadığı, Rusya’nın kendi başına geri kalmış bir ülke olduğu- Sovyetler Birliği’ndeki işçi hareketi içinde ortaya çıkmış bir bürokrasinin, kendini işçi ve ezilen kitlelerin üzerine çıkaran sosyal ve siyasi imtiyazlarını koruyan Bonapartist bürokratik diktatörlük rejimidir. Stalinizmin sosyal anatomisi budur. Kendi sosyal kastının imtiyazlarını kaybetmemek için her ne pahasını olursa olsun Ekim Devrimi’nin yayılmasını engellemesi, uluslararası işçi hareketinin amaç ve görevlerini kendi bürokratik kastının sosyal çıkarlarının korunması amacına indirgemesidir. Stalinizm kendi bürokratik çıkarlarını korumak için proletarya enternasyonalizminden ve dolayısıyla dünya devriminden vazgeçerek “Tek Ülkede Sosyalizm” teorisini icat etmiş, emperyalizm ve burjuvaziyle sınıf işbirlikleri yapmak için Menşevik kökenli “Aşamalı Devrim” teorisi ve “Halk Cepheleri” politikalarını geliştirmiştir. Bu bağlamda Marksizm’den ve Bolşevik-Leninizm’den tam bir kopuştur. Sonuç olarak Stalinizm kendi sosyal ve siyasi çıkarları uğruna Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizmin restorasyonunu gerçekleştirmiş, halkın malını mülkünü kendi arasında paylaşmış ve yozlaşmış işçi devletlerini yıkmıştır. Stalinizm’in işçi sınıfı karşıtı karşı-devrimci karakteri böylece tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır.

Guevera’ya ilişkin eleştirimiz Stalinizm’e yönelik eleştiriler değildir. Guevera’nın 1960 sonrası yazı ve konuşmalarına baktığımız zaman Guevera ve Stalinizm arasında önemli karşıtlıklar görmekteyiz. Bu karşıtlıkları şöyle özetleyebiliriz. Devrimin karakteri üzerine Guevera şöyle der:

Ya sosyalist devrim, ya da bir devrim karikatürü: Bundan daha başka yapılacak bir değişiklik yoktur.” Sosyalist devrim konusunda Guevera çok nettir. “Bu stratejik amacın ana unsuru o zaman halkların gerçek kurtuluşu olacaktır; Çoğu durumda silahlı mücadele vasıtasıyla gerçekleşecek bir kurtuluş, ve bu kurtuluş Amerika’da kaçınılmaz bir şekilde sosyalist bir devrim karakteri alacaktır.

Enternasyonalizm üzerine ise Guevera söyle konuşur: “Altında mücadele edilen bayrağın insanlığın kurtuluşunun kutsal davası olduğu uluslararası proleter ordularıyla gerçek bir proleter enternasyonalizmi geliştirmek gerekir.” ( Che Guevera; Üç-Kıta Konferansı. 1967)

Che Guevera’nın ölmeden önce en son yazısına baktığımız zaman onun Stalinist olmadığını görmekteyiz. Ancak Guevera’nın, bir bütün olarak tüm bir sınıf mücadelesi anlayışına baktığımız zaman amaca ulaşmak için seçtiği yöntem, küçük silahlı birimlerden oluşan Fokoların vereceği gerilla savaşıdır. Bu savaşın dağlarda ve kırlarda verilmek zorunda olduğu, silahlı mücadelenin kendine toplumsal temel olarak köylü kitleleri alması gerektiği ve ‘siyasi çalışma’ olarak “silahlı propaganda”nın kullanılmasının önemi vurgulanır.

Che Guevera’nın devrim perspektifinde hiç bir zaman gerçek Marksist bir devrim anlayışı yer almamıştır, ne bir Bolşevik-Leninist parti kavramı, ne de uluslararası sınıf mücadelesini örgütleyip yönetecek bir Enternasyonal düşüncesi vardır. Proletarya ve ezilen kitlelerin tüm bir mücadele biçimlerini güncel koşulları içinde geliştirip, sınıf bilinçli kitle hareketini tek bir hedefe; yani iktidarın zaptına götürecek hareket yerine Guevera tüm bir mücadeleyi her durumda ve her koşulda “Foko”ya indirgemekte, silaha koşulsuz bir tapınç yaratmaktadır.

Marksizm’de araçlar amacı değil, amaçlar aracı belirler. Gueverist devrim anlayışı sübjektivist, volontarist bir kavramdır. İşçilerin kurtuluşu işçilerin kendi eseri olacaktır. Ancak bunun için proletaryanın ve yoksul köylülerin Bolşevik-Leninist bir devrimci parti ve Sosyalist devriminin dünya partisi olacak bir Enternasyonal’e kesin gereksinimleri vardır. Guevera’nın devrim ve sınıf mücadelesi kavramlarına baktığımız zaman gördüğümüz şudur ki savunduğu siyasi çizgi proleter devrimci sosyalist bir çizgi değil, sosyalist mücadeleler tarihinde ortaya çıkmış “merkezci”, sol radikal, sınıf karakteri olarak “küçük burjuva devrimcisi” sosyalist bir harekettir.

Küba gibi küçük bir adada “yeni insan yaratacak”, bir tür ‘komünizm’ kurmayı başaramayınca Guevera bir tür siyasi “maceraya” atılmıştır. Önce Kongo’ya gitmiş, başarısız kalınca bu sefer Bolivya’ya gitmiştir. Bolivya girişimi ise bir felaketle bitmiştir. Kuşkusuz sosyal davanın çözümü yolunda şehit düşmüştür. Ancak bu gerçek Gueveracı devrim strateji ve taktiklerinin doğruluğunu kanıtlamaz. En başında Latin Amerika olmak üzere tüm dünyadaki Gueveracı hareketler büyük facialarla tarih sahnesinden silinmiştir, Kolombiya’daki FARC ise artık Gueveracı bir hareket değildir. Afrika’da sömürgecilere karşı başarıya ulaşmış gerilla hareketleri ise burjuva devletler olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

THKO, THKP-C ve Stalinizm

Türkiye özgülüğünde 1971-72 yıllarındaki THKO’ya ve THKP-C’ye ve silahlı hareketlere baktığımız zaman seçilen araçlar bakımından bu örgütlerin Guevera-Castro veya Mao anlayışına benzer “silahlı mücadele” kavramlarını savunmaları bu hareketlerin Stalinizm’den koptukları anlamına gelmez.

THKO tek mücadele biçimi olarak küçük bir silahlı birimin; Foko’nun dağa çıkarak vereceği gerilla savaşını savunurken, siyasi görüşleri şöyle özetlenebilinir: Türkiye yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplum, bundan dolayı kendine hedef olarak aşamalı devrim teorisi temelinde Milli Demokratik Devrim kavramını almıştı. “Tam Bağımsız ve Demokratik bir Türkiye” ilk hedefti. Devrimin temel gücü ise köylüler olacaktı. İşçi sınıfı devrimde belirleyici bir güç değil -ki neredeyse fiziksel sınıf varlığı bile kabul edilmiyordu-, ancak işçi sınıfının “ideolojik önderi” olabilirdi. Verilmesi düşünülen “halk savaşında” işçi sınıfına ve kentli emekçi kitlelere fazla yer yoktu. Çünkü Türkiye’deki “hâkim üretim tarzı” kapitalizm değildi. Şehirlerde devrimci mücadele vermek olanaksız, kırlar ise devrimci mücadele için en elverişli alanlardı. Uzun dönemli bir halk savaşı sonunda şehirler kırlardan “kuşatılacak”, köylülerden oluşacak halk kurtuluş ordusu iktidarı ele alacaktı. SSCB sosyalist bir ülke olarak kabul ediliyor; ancak SSCB yönetimi 1956’dan beri revizyonist olarak görülüyordu. Buna karşın, Stalin büyük bir devrimciydi. Büyük bir Che Guevera hayranlığına rağmen, THKO’nun devrim anlayışı Gueverist değil, Stalinist devrim anlayışı idi.

Kuşkusuz Mahir Çayan teorik planda 68 kuşağının en ileri temsilcilerindi. “Milli Demokratik Devrim” anlayışı yerine “Demokratik Halk Devrimi”ni getirdi. Ancak demokratik halk devrimi tezini Çayan’dan önce Kıvılcımlı, Ant dergisi, Doğu Devrimci Kültür Ocakları gibi bazı çevreler de savunuyorlardı. Ayrıca demokratik halk devrimi anlayışı aşamalı devrim anlayışının “Milli”si kaldırılmış değişik bir versiyonudur. Mahir Çayan için Marksizm’in ustaları bellidir: Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao.

Burada 25 yaşında Marksizm’i ciddi bir şekilde inceleyememiş, inceleme fırsatı bulamamış, sosyal davada hayatını kaybetmiş bir genç üzerinden uzun bir polemiğe girecek değilim. Ancak sosyal dava yolunda ölmüş bir insandan da bir efsane yaratılmasına karşıyım. THKP-C ve Mahir Çayan’ın mücadele kavram ve yöntemleri başlı başına yanlış, Leninizm’den anladığı Stalin’in resmî tarih anlayışıdır, Stalin’in “resmî Marksizm”idir. “Kesintisiz Devrim” isimli en son yazısında bazen “sürekli devrim”, bazen “kesintisiz devrim” diye adlandırdığı süreç, aşamalı iki devrim sürecidir. Çayan’a göre “her ülkenin proletaryası kendi sınırları içinde
aşamalı bir mücadele vermelidir. Çünkü her ülkenin proletaryasının kurtuluşu, ülke proletaryasının eseri olacaktır
.”

Kendi görüşlerini haklı göstermek ve meşrulaştırmak için neredeyse her seferinde J. Stalin’e başvurur, Stalin’den hareket eder. Örneğin “Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışını doğrulamak için Stalin’e başvurur ve aynen onun gibi konuşur. Çayan şöyle der: “Ve Lenin tekelci dönemde iyice belirginleşen kapitalizmin dengesiz ve kesikli gelişimini doğru gözleyerek, bundan tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olduğu sonucunu çıkardı.”

Lenin’in 1915’te “Avrupa Birleşik Devletleri” konusu üzerine yazdığı bir yazıda bir kez bahsettiği, daha sonra ne kendisi, ne de 3. Enternasyonal’in ilk 5 yılında hiç bir zaman gündeme gelmemiş “Tek Ülkede Sosyalizmin Zaferi” teorisinin günümüzde vardığı nokta bellidir.

Troçki’nin “Sürekli Devrim Teorisi” üzerine Mahir Çayan şöyle der: “Troçki’nin Marks’a dayandırmaya çalıştığı sürekli devrim teorisinin özü, Kaba Komünistlerden Gottschalk ve Weitling’lere aittir. Yani Troçkist sürekli devrim teorisi, ist bir teori değildir” Çayan ne Marksizm’in esaslarını, ne Lenin’i, ne Troçki’yi, ne de 3. Enternasyonal’in kararlar, tezler ve ilkelerini biliyordu. Örneğin, Geçiş talepleri mücadelesinden, birleşik cephe kavramından, işçi-köylü hükümetlerinden, iktidar mücadelesinin proletarya iktidarı için verilen bir mücadele olduğundan, asgari program-azami program anlayışlarının gündemden kalktığından, devrimin burjuva veya ulusal görevlerinin yalnızca proletarya diktatörlüğü aracılığıyla gerçekleşebileceğinden haberdar değildi. Örneğin, Rusya’da devrimin burjuva görevlerinin 1917 Ekim Devrimi’nden sonra proletarya diktatörlüğü tarafından gerçekleştiğini bilmiyordu dolayısıyla Lenin’in “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını niçin ortaya attığını görmezlikten gelerek devrim ve sosyalizm sorunlarını her seferinde Stalin’in resmî “tarihi” ile açıklamaya çalışıyordu.

THKP-C ve Mahir Çayan’a göre “devrimin nesnel koşulları olgunlaşmıştır”. Bu açık bir gerçektir. Ancak Çayan için emperyalizm koşullarında, emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde belirleyici olan artık iradeci-volontarist girişimlerdir. Örnek eylemlerle kitlelere “suni dengenin” nasıl kırılacağını göstermek gerekir. Bu örnek eylemler ise, devrimci öncünün vereceği bir “öncü savaş”tan ibaret olan gerilla savaşıdır. Başlangıçta şehirlerde verilecek bu öncü savaş daha sonra kırsal alanlarda verilecek, üçüncü etapta ise şehirlerin fethiyle zafere ulaşacaktır. Mahir Çayan böylece proletaryanın “ideolojik önderliği” altında “uzun dönemli bir halk savaşı” stratejisi ve taktikleri geliştirmektedir. Türkiye, emperyalizmin “açık veya kapalı işgali altında”; siyasi rejim, “Filipin” veya “cici” demokrasisi ve kitleler zincirlerini kırmak ve devrimci harekete katılmak için “profesyonel devrimcilerin” volontarist “inisiyatiflerini” bekliyorlar. Devrimin sübjektif (öznel) koşullarını oluşturacak olan ve “suni dengeyi” kıracak olan öncü gerilla savaşı hiç kuşkusuz bir yandan proletarya ve geniş emekçi kitlelerin devrimci eylemi yerine bireysel ‘kahramanlığı’ yerleştirirken, diğer yandan proletarya ve geniş kitlelerin devrimdeki siyasi hedeflerini şaşırtmaktadır. Kitlelerin önüne kendi iktidarları için mücadele, bir işçi köylü hükümeti için mücadele, proletarya iktidarı yani sosyalist bir devrim ve proletarya diktatörlüğü için mücadele değil, “demokratik halk devrimi”, demokratik halk iktidarı hedefini koymaktadır. Bu bağlamda, aşamalı devrim anlayışından kurtulunamadığı için kitlelere “reformist” hedefler gösterilmektedir. Buna karşılık, Che Guevera ise, Çayan’ın ve Deniz’in tam tersine “gerilla savaşı” çağrısı yaparken kitlelere gerçek kurtuluşun “sosyalist devrim”de olduğunu söylemektedir. Sosyalist devrim içeriğinden kopuk “tam bağımsız Türkiye” hedefi geniş emekçi ve yoksul köylülere ancak içi boş yanılsamalar (illüzyonlar) verecektir. Önce Demokratik Halk İktidarı, daha sonra Proletarya İktidarı anlayışları aslında klasik reformizmin asgari program ve azami program anlayışlarının günümüzde ortaya çıkan biçim veya türleridir.

Guevera, sosyal-demokrasiden ve Stalinizm’den koparken, aynı olayı THKO ve THKP-C veya TKP-ML, TİKKO için söyleyemeyiz. O dönemde bu hareketler için “Sosyalist Devrim” bir tabu olarak görülüyordu. Devrimci Marksizm, sosyal-demokrasiden ve Stalinizm’den kopan sol hareketler için “merkezci” veya “aşırı sol” hareketler terimini kullanır. Pasifist- barışçıl- mücadeleleri reddetmiş olmaları bu hareketlerin “sosyal davanın” çözümüne devrimci programlar sunduğu anlamına gelmez, olsa olsa bazı yanılsamalar -illüzyonlar- yaratmışlardır. Bu yanılsamaların bedeli ise çok pahalıya ödenmiştir. Gerek Nurhak’a çıkanlar, gerek Kızıldere’ye gidenler dürüst militanlardı. Ancak bu militanlar Marksizm’i bilmiyorlardı. Bilmemek bir suç değil, bir hatadır. Önemli olan “hata” yapıldığını “bilmek” ve “gerekli dersleri” çıkartabilmektir. Ve hiç kuşkusuz son sözü tarih söyleyecektir.

Yazan: Adem Topal (10 Ağustos 2008)

Yorumlar kapalıdır.