Yusuf Barman ile Rejim, Darbe Girişimleri, Kürt Açılımı ve Demokratikleşme Üzerine
İşçi Cephesi (İC) – Türkiye’deki rejimin kronik bir kriz içinde oluğu malum. Fakat özellikle son dönemde bir tarafta deşifre olan darbe planları, Genelkurmay’ın “kozmik odasına” girilmesi, diğer tarafta telefon dinlemeleri, sivil darbe tartışmalarıyla bu konu güçlü bir biçimde Türkiye’nin gündeminde yer alıyor. Siz bu mücadelenin taraflarını nasıl tanımlıyorsunuz ve rejimin bir dönüşüm geçirdiğini düşünüyor musunuz?
Yusuf Barman (YB) – Türkiye’de on yıllardan beri, 12 Eylül darbesini de içine alan, bir rejim içi mücadele sürmekte. Sorun yalnızca bazı subayların darbe planları hazırlamış olmasında değil, ülkenin üzerine daha cumhuriyetin kuruluşu sırasında giydirilmiş olan Bonapartist yapının kendisinde. Bonapartizm derken, sınıf mücadeleleri sonucunda elde edilmiş demokratik hakların ve yapıların geleneksel mutlakiyetçi kurumlarla sınırlandığı ve kuşatıldığı, ve bunların hepsinin üzerinde de, son tahlilde “her şeye karar veren” bir otoritenin (bu sivil ya da asker bir devlet başkanı, bir tek parti, bir kurum, örneğin Milli Güvenlik Kurulu vb olabilir) yer aldığı politik sistemleri kast ediyoruz. Bunlar özünde monolitik, taşlaşmış rejimlerdir ve Türkiye de böyle bir rejimle yönetilmekte. Bu rejimin temel amacı, ülkedeki kapitalizmin ve egemen sınıfların bu egemenliğini garanti altına almaktır. Ama iki noktayı göz önünde tutmamız gerekiyor: Birincisi, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı o denli farklı ve bileşik ögelerden oluşuyor ki, bu durum bu denli monolitik rejimin bile içinde parçalanmalara, ayrışmalara yol açıyor. Bu anlamda, Türkiye’deki rejimin “çok kutuplu” olduğunu söylüyoruz. Zaman zaman ülkeyi kimin veya hangi kurumun yönettiği belirsiz hale geliyor: Parlamento mu, hükümet mi, Genelkurmay mı, Anayasa Mahkemesi mi, Polis teşkilatı mı, MİT mi, bunların içindeki yeraltı örgütlenmeleri mi vb. belli olmuyor. Tabii bunların hepsinin üzerinde MGK vardı, ama son yasal değişikliklerle bu kurul içinde “siviller” ağırlık kazandı, bu nedenle de Genelkurmay bildirileri, elektronik darbe girişimleri çoğaldı. Göz önünde tutulması gereken ikinci nokta da, Türkiye’deki kapitalist gelişmenin ve bunun tekelci kapitalist küreselleşme içinde kendine yeni yönler çizme çabalarının rejim içinde yeni basınçlara yol açmakta olduğu. Devlet kapitalizminden ve rejim içindeki yönetici mevkilerinin getirdiği ayrıcalıklardan nemalanan asker ve sivil bürokratlar ile, onların yetiştirmesi olup İstanbul, Kocaeli, İzmir üçgeninin güçlenerek modern bir tekelci burjuvaziye dönüşen özel sektör patronları, (1970’lerden itibaren TÜSİAD’lılar) bir dönem fazlaca sorunlu olmayan bir tarzda geçinip giderken, daha sonraları onlara başka egemen güçler katılma çabasına girdi. İzmir-Adana eksenli tarım ve ticaret burjuvazisi, ardından Karadeniz’in zenginleri, ardından Anadolu’da modern ölçeklere göre küçük de sayılsa bir imalat sektörü geliştiren eski ticaret erbabı, hatta tarım kapitalistlerine dönüşmeye başlayan çoğu Kürt toprak ağaları vb. Bunların hepsinin desteğe, krediye, pazara ihtiyacı var; bunu edinmenin yolu da sadece serbest piyasanın “gizli elinden” değil, iktidar kurumlarından geçiyor. Hepsi kendine rejim içinde yeni bir yer açmaya çabalıyor. Bu çabalar da yansımasını politik partilerde, rejimin farklı kurumlarının içinde çekişmeler biçiminde, farklı politik programlar ve hatta ideolojiler biçiminde açığa vuruyor. Bir de bunlara özellikle kentlerde şişmeye başlayan orta sınıfların kaygıları eklenince, rejimin kordonları iyice geriliyor. Sizin sorunuzdaki “kronik kriz” diye adlandırdığınız olgu, sanırım bu süreçten kaynaklanıyor.
İC – Türkiye’de asker-sivil bürokrasinin eski gücünü yitirdiği ve bu bağlamda rejimin bir demokratik dönüşümden geçtiğinden söz edilebilir mi?”
YB – Türkiye’deki Bonapartist rejimin ağırlıklı kanadını bugüne değin kuşkusuz asker ve sivil bürokrasi ve onun Genelkurmayı oluşturuyordu. Bir anlamda Bonapartlar hep onun içinden çıkıyordu. Bu geleneği Özal bozar gibi oldu, yani rejimin otoritesini kendinde toplayan popülist, sivil bir Bonapart olma sevdasına kapıldı, canından oldu. Ama o da bu rejimin bekasından yanaydı, yani politik üstyapıdaki demokratik ögelerin otoriter kurumlarca (ya da kişilerce) denetlendiği ve güdümlendiği bir politik sistemden yanaydı. Eğer o başarıya ulaşsaydı mevcut asker-polis rejimi son bulmuş olmayacak, sadece rejimin iç bileşimi yeni bir yapıya ulaşacaktı. Dolayısıyla, askerin rejim içindeki ağırlığının azalması mutlaka demokratikleşme anlamına gelmez. Sadece, bürokrasinin pastadaki payının yeniden tanımlanması anlamına gelir. AKP’nin çabası da biraz bu yönde. Yükselen yeni egemenlere rejim içinde bir yer bulmaya çalışıyor, bu yüzden de kimi zaman askerlerle çekişiyor, Ergenekonlara hedef oluyor. Ama tutun ki AKP bir sonraki seçimlerde yüzde 60 oy aldı, MGK’yı lağvetti, Genelkurmay başkanını (bir zamanlar Menderes’in yapmak istediği gibi) kendine palto tutan bir memur düzeyine itti. Bu çok hoş bir manzara olurdu, ama 1 Mayıslara, Newrozlara tahammül edemeyen bir burjuva partinin bu tip bir iktidarının işçi ve emekçi yığınlar için yeni felaketlere yol açacağını görmek de zor değil. Dolayısıyla rejim içi çekişmeler asla demokratik dönüşüm anlamına gelmiyor. Türkiye’de demokrasi havasızlığına yol açan üç ana tarihsel-toplumsal tıkaç var: Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından yoksun olması, tarımdaki (en azından belirli bölgelerde) kapitalizm öncesi ekonomik ve toplumsal yapıların ve topraktan yoksunluğunun süregitmesi, kitlelerin söz ve eylem özgürlüğünü çelikten bir cendere içinde ezen, bunu birbiri ardına gelen Anayasalarla garanti altına almış mevcut Bonapartist rejimin bizzat kendisinin varlığı. Bu üç sorunu çözmeye girişmeyen hiçbir politik akım rejimi demokratik dönüşüme uğratamaz. Zaten rejim içinde kendine yer bulmaya çalışan burjuva kesimlerin böyle bir niyeti de yok. Bu tip bir devrimci dönüşümü, bu rejimin varlığından hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfı ve emekçi kitleler gerçekleştirebilir.
İC – 12 Eylül Anayasası’yla sınırları çizilen asker-polis rejiminin, temel dayanaklarından biri de Kürt halkının inkârı üzerine kurulu olması. Sizce hükümetin “demokratik açılım” projesi, Kürt sorununa çözüm sağlayabilir mi?
YB – Bir önceki yanıtımda da belirttiğim gibi, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip olmasını koşulsuz kabul etmeyen ve hayata geçirmeyen hiçbir “açılım” ya da “çözüm” bu tarihsel ulusal sorunun, bu haksızlığın sona ermesini sağlayamaz. Bu hak, Kürtçe yayın yapan bir iki TV kanalıyla, Kürtçe kurslarıyla, hatta Kürtçe eğitim yapan okulların varlığıyla ya da mahkemelerde Kürtçe konuşulabilmesiyle sağlanamaz. Hatta dahasını söyleyeyim: Anayasa’da Kürtlerin ayrı bir ulus olarak tanınması bile bu ulusun kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğuna işaret etmez. Bonapartist rejim bütün bu hakları kendi sistemi içinde yoğurup biçimlendirebilir, kendisinin bir parçası haline getirebilir. İspanya’dan Hindistan’a hatta Çin’e kadar uzanan örneklerle karşı karşıyayız. Bir halk ya da bir ulus, içinde bulunduğu idari bütünün dışına çıkıp yeni ve bağımsız bir birim oluşturma hakkına sahip olmadığı sürece, kendi kaderini belirleme hakkından yoksun demektir. Ne İspanya ya da İtalya’da, ne Hindistan’da, halkların böyle bir hakkı bulunmakta. Hayal kurmayalım. İspanya ordusu, monarşinin iddia ettiği gibi, “felakete uğrayan halklara yardım ekiplerinden” oluşmuyor; o, 1977’de Falanjistler ile sosyalistlerin ve Stalinistlerin üzerinde uzlaştıkları Anayasa gereği, hâlâ bir iç savaş ordusu. Başlarına da Bonapart olarak kralı koymuş durumdalar; Bask ulusunun İspanya Devleti’nden herhangi bir ayrılma girişimini “terörizm” diye bastırmaya hazır tanklar bekletiliyor Madrid’de. Bu arada Bask ülkesinde okullarda Euskera dilinde eğitim yapılıyor, Basklıların tarihsel milliyet kimliği tanınıyor. Ama bu ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yani kendi politik ve idari sistemini bağımsız olarak belirleme hakkı yok. Dolayısıyla, AKP hükümetinin, ya da rejim içi herhangi bir başka hükümetin getireceği “çözüm” önerileri, “demokratik açılımlar” vb. (ki hükümetin çare diye sunduğu uygulamalar, İspanya ve Hindistan örneklerinin bile çok çok gerisinde) rejimin Kürt basıncını kendi içinde eritip kendini kurtarma çabalarından başka bir anlam taşımıyor.
İC – Süregiden rejim-içi çatışmalarda, “demokratik açılım” konusunda, işçi sınıfı ve sosyalistler nasıl bir tutum almalılar?
YB – Rejim içi çatışmalara gözlerimizi kapayamayız, “burjuvazi içi çatışma bizi ilgilendirmez” diyemeyiz, zira bu çatışmalar sınıf mücadelesinin bütünü üzerinde etkili oluyor, hatta çoğunlukla onu yönlendiriyor. Bir yandan gerçekleri veya gerçekliği yorumlayışımızı işçi ve emekçi yığınlara anlatırken ve çözümün Bonapartist rejimin kitlelerin devrimci seferberliğiyle yıkılmasında olduğuna işaret ederken, bir yandan da en dar demokratik mevzileri bile (basın özgürlüğü, sendikal haklar vb.) dişimizle tırnağımızla korumaya çalışmamız gerekir. Daha büyük bir örnek verecek
olursak; hükümete karşı bir askeri darbe karşısında, halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentoyu savunmamız gerekir. Ama bunu burjuva hükümeti bir an bile desteklemeden, onun bu darbe girişimleri karşısındaki uzlaşmacılığını, yetersizliğini, son tahlilde darbeye imkan sağlayan rejimi koruma çabasını teşhir ederek, ve elbette darbe karşısında kitleleri seferber olmaya çağırarak yapmalıyız. “Demokratik açılım” konusunda da “ya hep, ya hiççi” olamayız. Biz egemen ulusun sosyalistleri olarak, Kürt halkının mücadelesine destek konusunda görevlerimizi yerine getirdiğimiz sürece, Kürt işçi ve emekçilerine görüşlerimizi anlatmakta kendimizi özgür hissetmeliyiz. Yani onlara, Kürt halkının ezilen ulus konumundan çıkışının yegâne yolunun kendi kaderini tayin hakkını elinde bulundurmasından geçtiği ve bu mücadelenin başını işçi ve emekçilerin çekmesi gerektiği, bu anlamda orada devrimci Marksist bir önderlik boşluğunun bulunduğu konusundaki görüşlerimizi iletebilmeliyiz. Ama esas enternasyonalist görevimiz Türk şovenizmine karşı mücadele etmek, işçi ve emekçi yığınlar arasındaki bu türden zihin bulanıklarına karşı durmak, bölgede uygulanan asimilasyon ve yok etme çabalarına karşı kendi egemenlerimize karşı çıkmak ve Kürtlerin mücadelesini koşulsuz desteklemektir. Gerisine onlar karar vereceklerdir, yeter ki bu karar hakkına sahip olabilsinler.
Yazan: İC – Söyleşi / Yusuf Barman, 25 Ocak 2010
Yorumlar kapalıdır.