Hükümetlerin ekonomik kriz dönemlerinde ırkçı politikalara yönelmesine dair örnekler kapitalizmin tarihinde bolca mevcut. Fransız hükümeti de hem dikkatleri başka yöne çekip kriz sebebiyle hükümet üzerinde artan baskıyı azaltmak hem de mevcut ekonomik sistemin sürdürülebilirliğini ve devlet aygıtının baskıcı yönünün kuvvetlenmesini sağlamak için Romenlere karşı saldırgan politikalar izlemeyi tercih etti. Sarkozy hükümeti bu yöntemi sık sık kullanıyor.
Geçtiğimiz yıl hayati tehlikeleri varken ülkelerine zorla yollanan iki Afgan’ın ardından ülkenin büyük bir çoğunluğu bu duruma oldukça şiddetli bir tepki göstermişti. Zor durumda kalan Sarkozy hükümetinin göçten sorumlu bakanı bu konuyla ilgili basın toplantısında hükümetin doğru olanı yaptığını söyleyerek soruları reddetmiş ve asıl tartışılması gereken konunun Fransız ulusal kimliği olduğunu söyleyerek toplantıyı bitirmişti. Bu toplantıyla birlikte ülke aylarca süren bir ulusal kimlik tartışmasına girmiş, bu arada elbette yandaş medyanın da büyük özverisi ile ülkelerine gönderilen Afganlar unutulmuştu.
16 Temmuz’da Grenoble’da polis tarafından işlenen bir suç şehirdeki gençlerin tepkisine yol açtı. Sarkozy ve bakanları bu olayları çok ciddiye aldıklarını ve konuyla alakalı bir yasa projelerinin olduğunu açıkladılar. Yasanın ana fikriyse şöyleydi: “Ülkede işlenen suçların sebebi büyük oranda göçtür, dolayısıyla bununla alakalı çözüm bulunmalıdır.”
18 Temmuz’da jandarmanın bir Romen’i öldürmesi sonrası Romenler bir karakola saldırdılar. Hiç vakit kaybetmeden Sarkozy ve bakanları bunun kabul edilemez olduğunu, göçmenlerin -özellikle Romenlerin- sürekli suç işlediklerini dolayısıyla Romenlerin yaşadığı kampların boşaltılacağını ve bu kamplarda yaşayanların Romanya’ya gönderileceğini açıkladılar.
Bu ırkçı politikanın hemen uygulanmaya konması ülkenin çoğunluğu tarafından tepkiyle karşılandı. Kampların boşaltılmasının ve kamplarda yaşayanların ülkelerine yollanmasının kabul edilemez olduğunu söyleyenler çeşitli eylemler yaptılar. Kimi gruplar kamplara giderek polisi engellemeye çalıştılar. Bu ırkçı uygulamanın tam da Sarkozy’nin partisinin adının karıştığı rüşvet tartışmalarına ve ülkenin geleceğini etkileyecek olan emeklilik reformunun tartışıldığı günlere denk gelmiş olması da işin öteki dikkat çekici boyutuydu. Sol örgütler bu uygulamaya karşı mücadele etmeye çalışırken bunun emeklilik reformuna karşı direniş gücünü kırmak, dikkatleri dağıtmak için yapıldığını da sık sık hatırlattılar. Bu tartışmalar sayesindedir ki, Sarkozy’nin partisinin dikkatleri dağıtma planları bu sefer pek işe yaramadı.
Tüm bu yaşananlar yalnızca Fransız hükümetinin değil aynı zamanda Avrupa Birliği’nin de içyüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor. Bugün hükümetler kârlarını arttırmak adına en ucuz işgücünü bulmanın yollarını arıyorlar. Yüksek işsizlik oranları, korkunç bir rekabet ortamı, özelleştirmeler ve sosyal güvenlikten yapılan kısıntılar ile öyle bir güvensizlik yaratılıyor ki, işçiler ne kadar güvencesiz, ne kadar düşük maaşlı olursa olsun her işi kabul edebilecek duruma getiriliyorlar… Bunun yanı sıra çeşitli ayrımlar (etnik, dini…) yaratarak işçi sınıfını bölmeye, böylelikle dayattıkları düzene karşı çıkabilecek bir hareketi baştan yok etmeye çalışıyorlar. Kapitalist sistem, yalnızca ürün, sermaye ve sermayedarların seyahat özgürlüğünün var olduğu bir sistemdir ve bu sistemin sınırları işçiler ve aileleri için kapalıdır. Onlar yalnızca patronlar istediği zaman ve yalnızca patronların istediği yerlere gidebilirler ve patronlar istedikleri sürece orada kalabilirler. Bu durum tam tamına Avrupa Birliği için geçerlidir. Birliğin Schengen ve Frontex antlaşmaları da bu durumu desteklemektedir. Bu durumda burjuvaziye verilebilecek tek cevap sınıf birliğidir, göçmen veya yerli, hangi etnisiteden, hangi dinden olursa olsun işçilerin birliği… Varlıklarını sürdürebilmek için tüm bu sınırlara, bu baskıcı rejimlere ve saldırgan politikalara muhtaç olan kapitalistlere karşı işçilerin enternasyonal birliği en önemli cevap olacaktır.
Yorumlar kapalıdır.