Arap halklarını yarım yüzyılı aşkın bir süredir çelikten cendere içinde ezen Bonapartist rejimler çökmeye başladı. Bu rejimlerin monarşi ya da cumhuriyet biçiminde örgütlenmiş olmaları, parlamentolarının bulunup bulunmaması veya çok partili seçimler düzenleyip düzenlememeleri temel karakterlerini değiştirmiyor.
Hepsi ailelerin, aşiretlerin, iktidardaki tek partinin ya da ordunun veya bunların hepsinin birden çevresinde toplanmış, emperyalizmle işbirliği içinde kendi sınırları dâhilindeki halkları insafsızca sömüren ve ezen egemen sınıfların asker-polis diktatörlüğü.
Emperyalizm bu rejimleri tüm dünyaya sürekli olarak Arap halkının evrensel karakteri, İslam dünyasının temel özelliği, “geri ülkelerin” kaçınılmaz kaderi olarak sundu. ABD ve Avrupa hükümetleri kendi kamuoylarına bu rejimlerle yaptığı ittifakların ve işbirliklerin gerekçesi olarak da, “uygarlaşmamış” bu halkların var olandan daha da kötü seçimler yapabilecekleri iddiasını sundu. Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’ten daha kötü seçenekler de önceleri komünizm idi, sonra onun yerini İslami köktendincilik aldı. Emperyalizm bu ırkçı ve ikiyüzlü propagandasıyla bir süre, Arap halkın 20. yüzyılın ilk yarısında sömürgeciliğe karşı vermiş olduğu kahramanca mücadeleyi unutturmayı başardı. Bu halkları ülkelere böldü ve başına geçirmeyi başardığı Bonapartist diktatörlükler aracılığıyla, bu yetmediğinde de doğrudan askeri müdahalelerle ve savaşlarla bölgenin tüm zenginliklerini sömürmeyi becerdi.
Ama Tunus devrimiyle birlikte bu “yap-boz”un parçaları artık dökülmeye başladı. Tunus’tan sonra Mısır’da rejimin ayakta duracak hali kalmadı. Sahneye yüz binlerce, milyonlarca, genç, işçi, emekçi, aydın giriyor. Cezayir’de, Yemen’de, Sudan’da, Ürdün’de, hatta Suudi Arabistan’da kentler kitle seferberlikleriyle sarsılıyor. Depremin Fas, Libya ve Suriye’yi etkilememesi mümkün değil, mutlaka oraları da sarsacak. Arap dünyasında başlayan bu demokratik devrimin öncülüğünü, kendisininkiyle birlikte halkının geleceğini kurmaya, ülkesini diktatörlüklerin elinden kurtarmaya azimli gençlik üstlenmiş durumda. Emperyalizm dâhil, herkesin üzerinde müttefik olduğu bir görüş var: artık Arap dünyasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Arap halkların bu İntifadası karşısında şaşıran, telaşlanan sadece emperyalist ülke hükümetleri değil; Tunus’ta ve Mısır’da ayaklanan kitlelerin “iş, ekmek, özgürlük” taleplerini “yeterince sosyalist” bulmayan, bu taleplerle ancak burjuva bir hükümet kurulabileceğini düşünen solcular da var. Oysa Lenin, “saf bir devrim aramayın, hiçbir yerde bulamazsınız” demişti. Arap devrimi de Tunus ve Mısır’da Bonapartizme karşı demokratik taleplerle, “saf olmayan” bir tarzda başladı. Tıpkı 1917 Şubatı’nda Rus devriminin Çarlık monarşisine karşı “barış, ekmek, özgürlük” talepleriyle başlamış olduğu gibi. Bu iki devrimin arasındaki en büyük fark ise, Rusya’da devrime hazırlanmış Bolşevik partinin tersine, Arap dünyasında devrimci bir önderlik boşluğunun bulunması. Bu da Arap işçi
ve emekçi yığınları olduğu kadar, biz enternasyonalist devrimcilerin önündeki en acil sorunun ne olduğunu ortaya koyuyor.
Adı insanlık tarihine daha şimdiden altın harflerle kazılmış olan devrim şehidi Muhammed Bouazizi’nin çaktığı kıvılcımla parlayan Arap devrimi kendiliğinden patlak verdi ve aynı şekilde gelişiyor. Devrim pek çok tehlikeyle karşı karşıya, bunların en büyüğü de diktatörlük rejimlerinin baskısı değil, emperyalizmin ve Arap burjuvazisinin bu devrimi gençliğin ve emekçi kitlelerin elinden çalması. Obama, Sarkozy, Merkel, ardı ardına Mısır’da “barış ve düzenin” bir an önce kurulması çağrısında bulunuyorlar. Bin Ali’den sonra Mübarek’i de gözden çıkarmış durumdalar; onların yerine demokratik gericilik politikasını uygulayabilecek, yani kitlelere bir miktar demokrasi tavizi verdikten sonra burjuva düzeni yeniden tesis edecek ve emperyalizmle işbirliğini sürdürebilecek yeni önderlikler arayışı içindeler. Bu yüzden bir zamanlar “terörist” dedikleri İslamcı Raşid Gannuşi’yi Tunus’a, El Baradei’yi Mısır’a yolladılar. Kendiliğinden gelişen devrimin önderliğini kendi adamlarıyla doldurmaya çalışıyorlar. Bir yandan da diğer Arap ülkelerine, devrimin oralara yayılmasını beklemeden “reformlar” yapmalarını salık veriyorlar.
Ama devrim pek çok potansiyele sahip. Tunus’ta halk direniş komiteleri, devrim hırsızlarına karşı bir ikili iktidar embriyonu. Pek çok kamu işletmesinde eski rejimin yöneticileri kovulmuş ve işletmeler çalışanların denetimine geçmiş durumda. Bu organların yayılıp merkezileşebilmesi halinde devrim demokratik talepleri gerçek çözümlere bağlarken ileri sıçramalar da gerçekleştirebilir. Mısır’da devrimci güçler şu an için alternatif bir meclis oluşturmuş ve eski illegal örgütlerin de katıldığı 10 kişilik bir komisyon kurmuş bulunuyorlar. Öte yandan, rejime bağlı sendika konfederasyonu dışındaki bağımsız sendikalar 30 Ocak’ta Mısır Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulduğunu ilan ettiler. Tunus’ta sendika konfederasyonu UGTT içinde uzlaşmacı önderliğe karşı amansız bir mücadele sürüyor. Bütün bu gelişmeler Arap işçi sınıfının devrimin karakterinde önemli bir sıçrama yaratabilmesinin olanaklarını sunuyor.
Ve Arap halkları bu tarihsel atılımı gerçekleştirirken, onların “ağabeyliğine” özenen Türk hükümeti, kitlelerin demokratik mücadelelerini desteklediğine dair tek bir açıklamada bulunmuyor. Bulunmadığı gibi, Suriye’deki asker-polis diktatörlüğünün ordusunu eğiteceğini ilan ediyor göğsünü gere gere. Bir tek bu bile Türkiye’deki rejimin niteliğini anlatmıyor mu bize?
Yorumlar kapalıdır.