1 Mayıs: Havuç kalmadı, sopa verelim!
AKP hükümetinin 1 Mayıs’ta Taksim diyenlere verdiği yanıt budur. Ve bu yanıt göstermiştir ki işçi sınıfı için “bir avuç güç on kamyon haktan” çok daha fazla gereklidir. Hak ve özgürlüklerin teminatının AKP ve benzeri neoliberal hükümetler olamayacağı bir kez daha açığa çıkmıştır. AKP’deki demokrat sayısının mezhabalarda çalışan vejeteryan sayısından fazla olmadığını anlamak için daha ne gerekiyor? Susuzluktan kırılana tuz yalatan bu hükümetin idaresinde işçi ve emekçiler, müebbet kapsama alanı dışına mahkûm edilmiştir. Bu ülke yasaklar için harcadığı enerjinin yüzde birini haklar ve özgürlükler için harcasaydı bugün baharı konuşuyor olurduk. Oysa yalancı baharları bitmeyen bu ülkede ölümlerin, baskı ve işkencenin, kadın cinayetlerinin, çevre katliamının, copun ve gazın işgali bitmiyor. Sakın inanmayın, bu ülkede dört değil iki mevsim var. Kara kıştan sonbahara savurulup duran hayatlarımız kıskaç içine sıkıştırılmış durumda. Mezbahada kesim sırasını bekleyen ineğe et kalitesinden ve şirket gelirlerinin artmasından bahseden kasap gibi Başbakan Erdoğan da işçi ve emekçilere sesleniyor: Varlığınız zenginliğimize kurban olsun. Ne büyük saadet!
İşçiler neden inatçı?
Devlet kaslarını şişirdikçe “kurban olam ben sana” diye yırtınanlara göre işçiler inatçı. İlle de Taksim diye tutturmanın ne âlemi varmış. 258 televizyon kanalından eksik olmayan Başbakan Erdoğan, “biz de mitinglerimizi Kazlıçeşme’de yapıyoruz” diye sitem ediyor işçilere. Büyük koro hep bir ağızdan “ya işçiler çukura düşerse” şarkısını söylüyor. Mezar taşında “güzel öldüler” yazan işçilerin ülkesinde 28 bin polisi vukuat-ı adiyeden sayanlar işçilerin inatçılığına anlam veremiyor. Evet, işçiler inatçı ama sebepsiz değil. Gelin işçiler neden inatçı birlikte bakalım:
1) Milyonlarca işçi işsiz durumda. Kabaca her dört kişiden birinin işi yok. Çalışanların ise büyük çoğunluğu düzenli ve kalıcı bir işe sahip değil. Özellikle tekstil, tarım, hizmet gibi sektörlerde bu durum son derece yaygın. Bir işe sahip olanlar her an işlerini kaybetme korkusuyla yaşamak zorunda. Bugün bir işe sahip olmak yarın işsiz kalmayacağınız anlamına gelmiyor. Milyonlarca işsizin olduğu koşullarda çalışan hiçbir işçi huzur içinde çalışamıyor. İşçiler bir işleri olmasını, işten çıkarmanın yasaklanmasını, yarın kaygısı duymadan evlerine ekmek götürebilmeyi istiyor.
2) İyi kötü bir işi olan milyonlarca işçi insan gibi yaşayacak ücret alabilmekten uzak. Asgari ücret açlık sınırının altında. Birçok işçi ücretini düzenli alabilme imkânına sahip değil. Çalışmalarına rağmen milyonlarca insan yine de yoksulluk koşulları altında yaşıyor. AKP hükümeti krizin teğet geçtiğinden bahsetse de koşullar işçiler için her geçen gün kötüye gidiyor. Hükümet 800 lira ile geçinilir diyerek açlık sınırında bir ücreti sorun olarak görmediğini ortaya koyuyor. Kuşkusuz işçilerin buna itirazı var. İşçiler insanca yaşayacak ücret istiyor.
3) İşsizlik ve düşük ücret çalışma koşullarının ağırlaşmasını beraberinde getiriyor. İşçiler işlerini yitirmemek için insani olmayan koşullarda uzun saatler çalışmaya mecbur kalıyor. İş kazalarının yıllık bilançosu birer katliam tablosu oluşturuyor. Tekrarlanan, önlem alınmayan, çoğunlukla işçilerin cahilliğine ya da kader-kısmete havale edilen iş cinayetleri işçileri canından bezdiriyor. İşçiler kâr için insan hayatının hiçe sayılmadığı, “güzel öldüler” denilerek acılarıyla dalga geçilmediği, insanca koşullarda çalışmak, yaşamak istiyor.
4) Çalışma hakkının doğal bileşenlerinden olan sigorta ve emeklilik hakkından milyonlarca işçi yararlanamıyor. Sigortasız çalıştırma sıradanlaşmış durumda. Emekli olabilmek için gerekli şartları sağlayabilmek birçok işçi için mümkün değil. Ülkenin sürekli zenginleştiğinden, IMF’ye bile borcun bitmek üzere olduğundan bahseden AKP hükümeti sıra işçilere geldiğinde muslukları sonuna kadar kısıyor. İşçiler sigorta hakkından aileleriyle birlikte yararlanmayı ve emekli olabilecekleri koşuların sağlanmasını istiyor.
5) İşçilerin çalışma hak ve ücretleri sürekli budanıyor. Sermaye lehine sürekli yasal düzenlemeler yapılıyor. Toplu İş İlişkileri Yasası bu durumun en son örneklerinden. Emeğin esnekleştirilmesi yoluyla daha yoğun sömürüye yasal kılıf sağlanıyor. Taşeronlaştırma yaygın çalıştırma biçime haline getiriliyor. İşçiler taşeron çalışmaya hayır diyor; güvenceli çalışma istiyor.
6) Örgütsüzleştirme ve sendikasızlaştırma işçilere dayatılıyor. Sendikalaşmak isteyen işçiler hemen tensikata uğruyor. İşyerlerinde örgütlenmeyi kırmak isteyen patronlara karşı direnen işçiler karşılarında polis-jandarma gücünü buluyor. İşçiler grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı istiyor.
7) Böl, parçala, yönet politikası devlet erkinin en tepesinden işyerlerine dek silsile yoluyla sürekli gündemde tutuluyor. Kürt olduğu için, Alevi olduğu için, kadın olduğu için işçiler baskıya ve ayrımcılığa maruz kalabiliyor. İşçiler siyasi, dini, etnik, cinsi, kültürel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramak istemiyor.
8) Hükümet Türkiye’de hak ve özgürlükleri sürekli geliştirdiğini iddia ediyor. En son 12 Eylül 2010 referandumuyla birlikte bu konuda birçok iyileştirme ve ileri adım atıldığını söylüyor. Oysa demokratik hak ve özgürlüklerin başta geleni olan düşünceyi ifade ve yayma hakkı dahi türlü bahanelerle engelleniyor. Toplantı ve gösteri hakkını kullanmak isteyenlere karşı baskı ve şiddet uygulanıyor. İşçiler tutum ve düşüncelerini özgürce ifade etmek istiyor.
Bu ve benzeri birçok talebini dillendirmek istediği için işçilere inatçı deniyor. Gereksiz yere gerilim yaratıyor deniyor. Kentin dışında kutlama yapmak istemediği, çalıştığı ve yaşadığı yerlerde, her gün birlikte olduğu insanlarla dertlerini paylaşmak istediği için işçiler kötü niyetli ilan ediliyor. Nitekim işçilerin taleplerini görmezden gelen, yok sayan Başbakan Erdoğan kendilerine kutlama için başka yerler önerilen işçilerin 1 Mayıs’ta Taksim ısrarını AKP karşıtlığına kanıt sayıyor. Bu ne kibirdir! AKP hükümetini alkışlamak ne zamandır zorunlu hizmetlerden oldu? Başbakan belli ki, bir siyasi partinin mensubu olduğunu unutmuş! Türkiye’deki 72 siyasi partiden biri olan AKP, hükümet olduğu için diğer 71 partinin AKP’yi desteklemek için kapsına kilit vurduğunu sanıyorsa yanılıyor. AKP karşıtlığı demokratik bir haktır. Hiç kimse AKP politikalarını benimsemeye, desteklemeye zorlanamaz. Kaldı ki, işçiler ve sorunu olan diğer tüm toplum kesimleri tepkilerini, itirazlarını AKP hükümetine yapmayacak da kime yapacaklar?
Mademki kullanılmayan hak, hak değildir. Mademki anayasada, “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” yazmaktadır. İşçilerin Taksim dâhil istedikleri her yer ve zamanda bu hakkı kullanmasını engellemek bir suçtur.
1 Mayıs Taksim dışında kutlanamaz mıydı?
Buna işçiler kendileri karar verirler. AKP hükümetinin yasakçılığıyla meydan tartışması iki ayrı konudur. Ortada bir yasak varken tartışma, alan tartışması olarak adlandırılamaz. Taksim Meydanı önündeki anti-demokratik engeller kaldırılmalıdır. Sınıf mücadelesi AKP hükümetinin belirlediği park ve bahçelere sıkıştırılamaz. Bugün 50 kişi için dahi Taksim Meydanı’nın yasak ilan edilmesi bu gerçeği göstermektedir. Tam da bu nedenle alanın kendisi değil ama engellenmesine gerekçe olan anti-demokratik uygulamalara karşı siyasal demokrasi acil bir taleptir. Alan tartışması bu bağlamından koparıldığı ölçüde kamuoyu açısından da saçma bir tartışma gibi anlaşılacaktır. Gerekçesinden koparılmış her söylem gibi Taksim Meydanı da kendisi için bir talebe dönüştüğü ölçüde işçi ve emekçilerin çoğunluğu için dahi önemini yitirecektir. Kural şudur: Semboller çok önemlidir. Lakin hiçbir sembol temsil ettiği şeyden daha değerli değildir. Daha değerli kılınmaya başladığı ölçüde temsil ettiği şeyin yerine kendini ikame etmeye başlamış demektir.
Taksim Meydanı neyin sembolüdür? İşçi sınıfının ve emekçilerin mücadele tarihinin bir sembolüdür. Dolayısıyla Taksim Meydanı işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarına tabiidir. Onun üzerinde ya da ondan daha değerli değildir. Çünkü sınıf mücadelesi açısından hiçbir sembol işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarının üstüne taşınamaz. Kim bunu yaparsa yanlış yapar. İşçi sınıfına rağmen, işçi sınıfı adına kendi grup çıkarlarını dayatmak yanlıştır. 2013 1 Mayısı’nda da bu örnekler olmuş olabilir. Lakin bugün merkezi tartışma alanın ötesine taşmıştır. Bugün söz konusu olan AKP hükümetinin sınıf hareketini kendi çizdiği alanlar içine hapsederek evcilleştirme girişimidir. Başbakan Erdoğan’ın buna direnenleri peşinen AKP karşıtı ilan etmesinin nedeni budur. Doğru söze ne denir! Lakin AKP otorite kadar hileye de ihtiyaç duyuyor. İşte medya marifetiyle köpürtülen “çukur” tartışması bu noktada devreye girmiştir.
Çukurlar ve yeni bir dönem
İstanbul Valisi Taksim’de 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı. Gerekçe meydandaki inşaat çalışmaları çerçevesinde açılan derin çukurlar olarak gösterildi. Valiye göre amaç işçilere zarar gelmesini engellemekti. Bu resmi açıklama kayıtlarda yerini aldı. İstanbul’da fiili sıkıyönetim ilan edildi. İşçi sağlığı devlet ricalinde hiç bu kadar mühim olmamıştır! Sonra terli terli su içen haylaz çocuğun annesinden, “ya hasta olursan” sitemi eşliğinde bir ton dayak yemesi gibi işçiler de polisten bolca tazyikli su ve gaz, fırsat buldukça da cop yedi; valiye göre oldukça da orantılı şekilde. Nitekim günün bilançosunu veren valiye göre 22 polis memuruna karşın sadece 3 gösterici olaylar sırasında yaralandı. Oysa bir kısmı
ölümcül olmak üzere onlarca kişinin polis şiddetine maruz kaldığı kamera görüntüleriyle açıkça belgelendi.
Amaç işçilere zarar gelmemesi ise bunca şiddetin açıklaması nedir? AKP hükümeti işçi ve emekçilere bir ders vermek istemiştir. Ayrıca işçi ve emekçiler aracılığıyla bütün muhalefete demir yumruğunu göstermiştir. Demokrasinin tanımını yeniden yapmıştır. On yılı aşkın süredir hükümet eden AKP, kendi dâhil bir avuç patronun cebini doldururken sosyo-ekonomik bir enkaz yaratmıştır. AKP hükümeti bunun farkındadır. Dünya ekonomik kriziyle birlikte bu enkaz medya marifetiyle de saklanamaz noktaya gelmiştir. Havuç bitmese de azalmıştır.
Önümüzdeki günler patlamalara gebedir. AKP hükümeti iç ve dış politik manevralarla ömrünü uzatmaya çalışmakta, tüm kartlarını oyuna sürmektedir. Bu kart bazen Kürtlerle barış, bazen yeni bir anayasa, bazen Filistin’e özgürlük, bazen Suriye’ye demokrasi, bazen İsrail karşıtlığı, bazen AB çizgisi, bazen Alevi açılımı şeklinde servis edilmektedir. On yıllık bilanço AKP hükümetinin kaşıkla verdiğini kepçeyle geri aldığını göstermiştir. Taksim’de 1 Mayıs yasağı bu nedenle “bir avuç gücün on kamyon haktan” evla olduğunu göstermektedir. Haklar, uğruna mücadele verilerek elde edilir. Bankadan alınan kredinin aslında senin olmaması ya da misliyle bedelinin senden tahsil edilmesi gibi, hükümetin karşılığında daha fazlasını bekleyerek topluma sunduğu “kısmi hakların” eninde sonunda hacze uğraması kaçınılmazdır. Taksim’de yasak budur!
AKP hükümetinin ihtiyacından fazla demokrasiyi israf göreceği, güç kendisinde olduğu sürece bugün verdiğini yarın geri alacağı açıktır. AKP’den icazet alınarak haklar ve özgürlükler savunulamaz, ilerletilemez. Güçsüz oyuncunun rakiplerinden saygı görmeyeceği açıktır. Gücünü işçi sınıfından ve emekçi yoksullardan almak yerine masa başında izin peşinde koşmanın sonu hüsrandır. Sendikaların Taksim’de 1 Mayıs kutlama pratiği budur!
AKP hükümeti önümüzdeki süreçte işçi sınıfı hareketini bir yandan park ve bahçelere sıkıştırmaya çalışırken buna direnen mücadeleci kesimleri de polisiye vaka haline getirme niyetindedir. İşçi ve emekçilerin haklı ve meşru mücadelesini keyfi uygulamalarla engelleme çabaları giderek daha da artacaktır. THY grevi karşısında AKP hükümetinin tutumu budur!
AKP hükümeti mevcut yasalara rağmen bile yasak olmayan hakları fiilen engellediğinin tabii ki bilincindedir. Sınıflar mücadelesinin güçle yapıldığını, örgütlü olanın oyunun kuralını belirlediğini, diğerlerinin de buna uymak zorunda kaldığını bilmektedir! İşçi sınıfı hareketi önünde yeni bir dönem açılmaktadır. Bu yeni dönemde AKP hükümeti hem siyasi hem ekonomik hem de sosyal açıdan işçi ve emekçilerden daha fazlasını koparıp almanın peşinde olacaktır. Yeni dönemde her yer Taksim’dir!
Yorumlar kapalıdır.