Barış geri dönülmez bir noktada mı?

2013 Newroz kutlamaları ile birlikte, Öcalan’ın açıklamaları sonucu çatışmazlık sürecine girilmiş oldu. Barış süreci olarak adlandırılan bu dönemin, gerillaların sınır dışına çekilmeye başlamaları ile artık geri dönüşü olmayan bir sürece girildiği izlenimi yaratılıyor.

Akil insanlar heyetinin “Barış” sürecine dair kamuoyunu hazırlayışı, savaşta canını yitirmiş gerilla ve asker ailelerin bir araya geldiklerinde Türk ailelerin; “Hiçbir bayrak bu acıyı kapatamaz.” şeklindeki açıklamalarının basına yansıyabildiği bir sürece gelmiş bulunuyoruz. Öyle ki, şovenist üslûbu ile savaşı yıllardır körükleyen basın üzerinde dahi, Abdullah Öcalan’a bebek katili denmemesinden, Karayılan için terörist önderi yerine, “KCK yöneticisi” denmesi doğrultusunda basınçlar, hem de hükümet tarafından, başlamış bulunmakta.

Saldırganlığın dilinin hiç değilse törpülenmesi her şeye rağmen olumlu bir durum. Akan kanın durması ve özlemlerimize kavuşup, eşit ve onurlu bir barışa ulaşmak bizlerin de umududur. Fakat yaşadığımız süreci ele alacak olursak ne olursa olsun barış demek, bizler için geçmiş günlere dönmeyeceğimizin garantisinden uzak kalmak anlamına geliyor.

Peki, gerillaların sınır dışına çekildiği, gazetecilerin “Arkamda görmüş olduğunuz Kandil Dağı” şeklinde açıklamalar yapıp, Murat Karayılan ile röportajlar yapabildiği bu dönem gerçekten de geri dönüşü olmayan bir barış sürecine girdiğimizi ifade etmez mi?

İşçi Cephesi olarak, “Açılım” sürecinden “Barış” sürecine evrilen dönemin her ileri ve geri adımları içerisinde hükümetin stratejisinin Kürt seferberliğini sönümlendirerek, Kürt ulusal önderliğini tasfiye etmek olduğunu dile getirmiştik. Güvenilir bir barış için ise, Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerekliliğini sıkça vurgulamıştık. Ancak bu hak dâhilinde iki ulusun eşitçe bir arada yaşayabileceğini ve mevcut düzlem üzerinde herhangi bir müdahaleye maruz kalmayacağını ifade etmiştik.

Geri dönülmez bir yola artık girildiği söylemlerine karşı, AKP hükümetinin ve Kürt ulusal önderliğinin barıştan anladığını incelemekte fayda var.

Gerillanın ve Abdullah Öcalan’ın gelecekteki konumu hakkında hükümetin uzlaşı sağlayacak bir gizli ajandasının var olup olmadığı muamma olsa da, özellikle yeni anayasa tartışmaları ve “silahsızlanma” sürecinin yönetimine dair önümüzdeki dönemde henüz çözüme kavuşmamış kimi sorunların var olduğunu görmek mümkün. Özellikle AKP’nin Ortadoğu politikaları içerisinde Suriye Kürtleri başta olmak üzere Irak ve İran dahil bölgedeki tüm Kürtlerle ilişkisinin düzeyi ve geleceği birçok farklı faktöre bağlı durumda.

AKP ve Kürt siyasi önderliği tarafından dile getirilen barış söyleminin altı her iki taraf açısından da başka biçimlerde doldurulmakta. Bu dahi sorunun önümüzdeki dönemde yeni krizlere gebe olduğunu ifade etmektedir.

Dahası, AKP’nin kendi adına tüm bu süreci hem uluslararası politikada güç kazanmak için bir manevra, hem de rejimin yeniden yapılandırılmasının bir parçası olarak algılandığı kesin. Öte yandan Kürt siyasi önderliğinin Reyhanlı tavrı da bu politikaya bir düzeyde yeşil ışık yakıldığının habercisi olabilir. Yine de değişmeyen şey şu ki, bugün AKP açısından barışın kendisi değil, işlevselliği önem taşımaktadır.

“Her şeye rağmen bugün yaşananlar anlamlıdır ve ileri bir hamledir”, şeklinde yaklaşacak olmak da maalesef bizlere yeteri güveni sunamıyor. Sürecin yönetimini elinde bulunduran AKP’nin koşulların değişmesi halinde tavrının değişme zemini kendi yol haritası içerisinde mevcut. AKP’nin şimdilik tüm beklentisi, Kürt siyasi önderliğini silahsızlandırarak, gelecekte başına açabileceği dertlerden kurtulmak.

Kuşkusuz silahlı mücadelenin bu haliyle sonlanması, Türkiye işçi sınıfı ve Kürt halkı arasındaki birlik adına olumlu bir gelişme olacaktır. Ancak her şeye rağmen gerillanın sınır dışına çekilmiş olması artık dönüşü olmayan bir yolda olunduğu anlamına gelmez. Silahların ne yapılacağı ve gerillanın geleceğinin ne olacağı halen bir kriz konusudur.

Barış sürecini bir demokratikleşme süreci olarak okumanın bir yanlışlığı ise doğrudan anayasa tartışmasına bakarak görülebilir. AKP’nin anayasa tasarısında yürütmenin yetkisini başkan etrafında toplaması belirleyici bir unsuru oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra BDP’nin yerel yönetimler ve anadil sorununa dair önerisi teknik olarak yürütme sorunsalı ile çelişirken, bu engel olmasa dahi şu içeriğe sahip: “Madde 3 – (1) Devletin resmi dili, Türkçedir. Tüm vatandaşların resmi dili öğrenme görevi ve hakkı vardır. Türkiye halkının kullandığı diğer anadiller bölge meclislerinin kararıyla ikinci resmi dil olarak kullanılabilir. (2) Herkes, özel yaşamında ve kamusal makamlarla olan ilişkilerinde resmi dilin yanı sıra kendi anadilini kullanma hakkına sahiptir. (3) Devlet, ülkenin ortak kültürel mirasını oluşturan bütün dillere saygı duymak, dilleri korumak, dillerin kullanılmasını ve gelişmesini…” Buradaki problemi sözü fazla uzatmadan şu anımsatmayla ifade etmek kafi olacaktır sanıyoruz; anadil sorununun çözümüne dair sunulan bu madde İspanyol anayasasından birebir örnek alınmıştır: “(1) Kastilyan Devlet’in resmi dilidir. Tüm İspanyolların onu öğrenme görevi ve onu kullanma hakkı vardır. (2) Diğer İspanya dilleri de adı geçen özyönetime sahip toplulukların, statüleri ile uyumlu olarak, resmi dilleri olacaktır. (3) İspanya’nın farklı dillerinden kaynaklanan zenginliği, özellikle saygı gösterilecek ve korunacak olan bir kültürel mirasıdır.” Ancak fazladan atılan pek çok adıma rağmen İspanya’da da ulusal sorun halen çözüme kavuşamamıştır.

Bir başka önemli husus da, 1 Mayıs süreci ile hükümetin baskıcı yöntemlerinin bir kez daha gözler önüne serilmiş olmasıdır. AKP dönem dönem kafa karıştırıcı kimi kısmi demokratik düzenlemeler yapıyor gibi görünse de toplamda daima verdiğinden daha fazla hakkı geri aldığı açıktır. AKP’nin bu yalanlarına kimi zaman “sol”dan destek olanların da çıkması ayrıca üzüntü verici ve kabul edilemez bir durumdur.

İşçi Cephesi olarak her daim eşit ve güvenilir bir barıştan yanayız. Ve bu barışın da ancak kaderini tayin hakkının tanınması ile mümkün olduğuna inanıyoruz. İşte bu yol ile beklentilerin ve çıkar hesaplarının uzağında, hakiki bir gönüllülük temelinde ve gerçekten geri dönülmez bir biçimde kalıcı barışın sağlanabileceğine inanıyor ve bu yüzden sorunun çözümü için ısrarla kaderini tayin hakkını savunuyoruz.

Yorumlar kapalıdır.