Connoly’nin dediği…

Benim, ülkemiz halkının ideal olarak karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir. (…) İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir… İngiltere gene mahvınıza dek size hükmedecektir – davasına ihanet ettiğiniz o özgürlük tapınağında dudaklarınız riyakâr bir saygı sunarken bile.”

Bu sözleri, yaklaşık yüz yıl önce, İrlanda ulusal kurtuluş mücadelesinin İngilizler tarafından idam edilen önderlerinden büyük devrimci sosyalist James Connoly söylemiş. O günlerden bugünlere, doğruluğu, sadece İrlanda’da değil, hemen hemen dünyanın her bucağında defalarca kanıtlanmış bir söz. Bilindiği veya kolayca anlaşılacağı üzere Connoly, kendi halkının ulusal kurtuluş mücadelesi bağlamında konuşuyor. Yani bunlar ucu günümüze, mesela Kürt ulusal özgürlük mücadelesini de değen sözler…

İrlandalı büyük devrimci, ülkesi ve halkının gerçek kurtuluş ve özgürleşmesini, mücadelenin bir “sosyalist cumhuriyete” yönelmesine bağlıyor. Tabii buradan çıkarak bir ulusal özgürlük mücadelesine dışarıdan “sosyalizm” şartını dayatmak, aksi halde “desteklemem” demek kimsenin haddi değil. Elbette ezen ulus sosyalistlerinin ezilen ulusun siyasi önderliklerine hangi şart ve durumlarda destek verip vermeyeceğinin birtakım kuralları vardır; ancak bunların içinde “sosyalizm” şartı yoktur. Aksi halde, ezen ulusa ulusal kurtuluş mücadelesini, ezilen ulusa da proleter enternasyonalizmini uygun gören, uygun görme ne kelime adeta dayatan Türkiye sosyalist hareketinin bazı “yurtsever” kesimlerinin durumuna düşeriz.

Ancak Kürt halkına “sosyalizm şartını” dayatmamak bu halkın bir takım sosyal sınıflardan oluştuğu gerçeğini görmemek anlamına da gelmiyor. Bu dünyamızın bir gerçeği. Eğer kafamızın içinde, sınıflı toplumlarda tarihin itici gücünün “sınıf mücadelesi” olduğuna dair bir düşünce varsa, ulusal mesele de dahil bütün dünyevi meselelere bu açıdan bakmak durumundayız. Bu, bizim “düşünsel keyfimizin” ötesinde, doğrudan maddi-toplumsal gerçekle ilgili bir durum.

Kürt meselesini “çözme” planı!

“Kürt meselesinin çözümü” adıyla başlayan, daha sonra Başbakan’ın ağzından “Barış ve Kardeşlik Projesi”ne dönüşen “çözüm süreci”nin en önemli hedeflerinden birinin gerçekte Kürt ulusal özgürlük hareketini “çözmek” olduğunu bilmeyen yok. Bu öyle çok gizli kapaklı yürütülen bir çaba da değil. İşte küçük bir örnek: 25 Kasım tarihli Cumhuriyet gazetesinin “Başbakan’ın Barzani ile yaptığı Diyarbakır çıkarmasının perde arkasından PKK mutabakatı çıktı” haberine göre Erdoğan Barzani’den “PKK’nin varlığının ortadan kaldırılması” sözü almış! Gazete haberine göre bu mutabakat Dışişleri Bakanı’nın bakanlığının bütçe sunumunda yaptığı konuşmada ortaya çıkmış. Bakın Davutoğlu ne demiş: “Hükümetimizce başlatılan sürece paralel olarak PKK terör örgütünün güney komşularımızın ülkemize mücavir bölgelerindeki varlığının tasfiyesi (abç) için de temas ve girişimlerimiz devam etmektedir (…) Temaslarımız sonucunda tüm üst düzey IKBY yetkililerinin PKK konusunda daha net bir söylem benimsedikleri ve terör örgütüne silah bırakması yönünde çağrılarda bulundukları görülmüştür.”

Durum budur!

Sınıfsal çözüm!

AKP esas olarak milliyetçi bir burjuva partisidir. İdeolojik-politik çizgisi İslam da dahil bütün “milli değerlerin” neoliberalizm ve serbest piyasacılıkla harmanlanmasının ifadesidir.

Mesele bu açıdan ele alındığında “açılım ve çözümünün” AKP elinde yeni bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. Bu boyut Kürt meselesinin burjuvazi açısından sınıfsal çözümüdür. Bu AKP iktidarı için kesin bir çözümdür. Bu nedenle iktidar partisi, bütün seleflerinden farklı olarak Kürt sorununa ilişkin “Türk milli stratejisinin” hayata geçirilmesinde ilk defa açık bir biçimde sınıf savaşı ve hegemonyası taktiklerini devreye sokmaya başlamıştır. Evvel zamanın “Ata”dan kalma Kürdün ve Kürtlüğün inkârına, asimilasyonuna, olmadı imhasına dayalı, Kürdü Kürt olduğu için ezme politikasının iflası, ahir zamanda yerini Kürdün bireysel olarak bir piyasa toplumu içinde entegrasyonu ve asimilasyonu politikasına bırakmıştır.

Barzani ve Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) olan ilişkileri, ekonomik-ticari-jeopolitik boyutunun ötesinde bu sınıfsal saldırı boyutuyla da ele almakta yarar var. Tabii bu, tek yönlü, sadece Türk burjuvazisinin çıkarlarıyla sınırlı bir durum değil. Çıkar ilişkisinin bir de Kürt tarafı var; hem Kuzey’de hem de Güney’de. Bölgede ekonomik ve siyasi olarak kilit öneme sahip ve giderek daha ileri derecede devletleşen; önemli petrol- doğalgaz kaynaklarına sahip bir ülkenin, çıkarları ekonomik ve toplumsal açıdan giderek belirgin hale gelen, uluslararası sermaye ile bütünleşme peşindeki burjuvazisinin doğrudan çıkarlarının bu “sınıfsal çözüm” sürecinde hesaba katılmaması mümkün değil.

Ortaklığın karşıdevrimci temeli

Ancak bu karşılıklı çıkar birliğinin bir boşlukta gerçekleşmesi mümkün değil. Bunun için sağlam bir toplumsal temel gerekiyor. Üstelik son üç yıl boyunca Kuzey Afrika-Ortadoğu devrimci dalgasının yol açtığı etki, sarsıntı, devrimci imkân ve ihtimaller ve bütün bunların Türkiye’nin ve Güney Kürdistan’ın sinir uçlarına en yakın tezahürü olarak Rojava Devrimi bölgede yürütülecek faaliyetler açısından bu temeli zorunlu kılıyor.

“Diyarbakır buluşmasını” çeşitli vadelere yayılmış ekonomik, siyasi, askeri, jeopolitik neden ve amaçlarının ötesinde, bütün bunları kesen ve (yerli, yabancı) egemenlerce çıkar ortaklıklarını kalıcı hale getireceği düşünülen toplumsal-sınıfsal boyutuyla ele almak gerekiyor. Bu bağlamda Türkiye’nin ve Kürdistan’ın egemen sınıflarının ve onların iktidardaki siyasi temsilcilerinin temel hedefinin Kürt ulusal sorununun devrimci-emekçi damarının askeri ve politik olarak tasfiye edilmesinin bir olmazsa olmaz olduğu ortaya çıkıyor. Kürtler üzerinden yapılan bütün bölgesel hesaplar Türk ve Kürt egemenleri arasındaki bir ittifakı gerekli kılıyor. Başbakan’ın ikide birde “Kürtlerin tek temsilcisi BDP değil” mealinden sözler etmesi boşuna değil. Elbette Kürtleri sadece BDP temsil etmiyor, nasıl ki Türkleri tek başına AKP temsil etmiyorsa. Ancak Başbakan’ın derdi sadece bu herkesin bildiği toplumsal-siyasal gerçeği hatırlatmak değil. Onun amacı Kürt toplumsal yapısı içinde ilerici-devrimci olan ne varsa geriletmek, tasfiye etmek. Bunun yolu da kendi denetimi altında ve Kürt burjuvazisi önderliğinde Kürt gericiliğinin bütün kanatlarını ittifak, destek, pazarlık vb. akla gelebilecek her yolla harekete geçirmek. Bugüne kadar “uyuyan güç” gibi durmasına karşın, epeyce önemli geleneksel bir damarı temsil ettiği bilinen KDP-Barzani çizgisi Kuzey’de de açık bir biçimde partileşiyor. Hizbullah’ın açık örgütlenmesi Hüda-Par seçimlere hazırlanıyor. AKP’nin bölgedeki güçlü varlığını saymıyorum bile. Bunlar işin siyasi boyutu. Asıl toplumsal etki işadamları, sanayi ve ticaret odaları, işveren dernekleri, Türk ve Kürt burjuvazisinin, uluslararası sermayenin de katılımıyla Kuzey’e ve Güney’e yaptıkları ve yapacakları yatırımlar, petrol-doğalgaz anlaşmaları, sermaye lehine her türlü devlet müdahalesi ve desteği vs. yollarla inşa edilmeye çalışılıyor. (Elbette hayır dernekleri, sosyal yardım adı altındaki sadaka-fitre-zekat organizasyonları, informel ilişki ağları gibi imkânları da unutmadan) Proje, Kürt ulusal hareketinin sınıfsal ayrışmasını sağlayarak etkisizleştirilmesini amaçlıyor.

Aşil’in topuğu

Bu ayrıştırma, etkisizleştirme ve mümkünse tasfiye operasyonu hem Türkiye, hem de Kürdistan burjuvazisi açısından bir zorunluluk. Çünkü bölgeye ilişkin hedeflerin ve toplumsal-sınıfsal hâkimiyet ve çıkarların kazasız belasız gerçekleştirilmesinin, güçlü devrimci eylem, potansiyel ve önderliklerin varlığında ciddi zorluklarla karşılaşacağı biliniyor. AKP-Barzani ittifakının birinci ve acil hedefinin, BDP-PKK-KCK çizgisinin ve buna sıkı sıkıya bağlı olarak Rojava

Devrimi’nin tasfiyesi, boyun eğdirilmesi olduğu çok açık.

Geçmişine ilişkin bütün “Marksizm-Leninizm” ve “mülkiyet düşmanlığı” hatırlatmalarına rağmen ulusal hareketin sosyalist, “proleter devrimci” bir çizgide yol almadığı malum. Ancak her şeye rağmen bu hareketin tabanının, kuruluşundan bu yana yoksul kır ve kent emekçilerinden oluştuğu, asıl savaşçı-mücadeleci gücünü bu kesimlerden topladığı biliniyor. Zaten hareketin Kürt uluslaşmasını ve özgürleşmesini bugünkü düzeyine getirebilmesi de bu toplumsal güçlerin katılım ve fedakârlıkları sayesinde oldu. Ancak uluslaşma süreci boyunca giderek bir ulusal koalisyona dönüşmeye başlayan hareket, hem (SSCB’siz ve “sosyalizmsiz”) yeni dünya konjonktürünün, hem de sınıfsal bileşiminin genişlemesinin etkisiyle ideolojik bir değişime uğradı. Hareket, mücadeleci varlığını kır ve kent emekçi ve yoksulları üzerinden sürdürse de siyasi düzeyde Kürt burjuvazisi ile, daha çok da onların “avukatlarıyla” ittifaka girdi. Bu bir nevi “halk cephesi” anlamında veya yerel ve parlamenter politikalar açsından faydalı olduysa da hareketin kendisine devrimci
niteliğini kazandıran asıl sınıfsal boyutuna zarar verdi. Görece sol-sınıfsal söylem, müttefiklerin küstürülmemesi, uluslararası ilişkilerin sürdürülebilmesi ve çoğalıp-genişlemenin devamı amacıyla geri plana çekildi, silikleşti. Örneğin PKK’nin “Kürdistan İşçi Partisi” (Partiye Karkeren Kurdistan) olduğu hatırlayan neredeyse kimse kalmadı! Hareket giderek yayılıp ulusal anlamda güçlenirken toplumsal-sınıfsal anlamda bulanıklaştı. Bugüne kadarki başarılar, zaman zaman işlenen hatalara, hatta hareketin geçmişte bir iki kez yenilginin eşiğine gelmesine rağmen gerçek bir halk desteğine sahip olması nedeniyle tekrar dirilip toparlanmayı başarması, bu sınıfsal bulanıklaşmanın uzun vadede yaratabileceği sorunların algılanmasını engelledi. Eğer hareket kesin bir zaferle, ilk baştaki “Bağımsız Demokratik Kürdistan” hedefine ulaşsaydı bütün bunların, en azından bu düzeyde bir önemi kalmayabilirdi. (Tabii, bu durumun bağımsızlık sonrası dönemde yaratacağı sorunları bir kenara bırakmak şartıyla!) Ancak hareket 90’ların ortalarından itibaren “bağımsızlık” stratejisinden Türklerle birlikte bir “demokratik cumhuriyet”, buna bağlı “demokratik özerklik” stratejisine geçti. Kürtlerin geleceği, bağımsızlık ve de sosyalizmin yerini alan, “demokratik” ve kapitalist bir Türkiye ile birlikte var olabileceği düşünülen ve sonsuz bir ikili iktidarı andıran, Marksizm dışı “antikapitalist” bir proje üzerinden tanımlanmaya başlandı.

Ateşkes, barışçı siyaset ve müzakere kararının ardından siyasi ortamın tozu dumanı ortadan kalkıp durum “normalleşmeye” başladığında, toplumsal güçler, esas olarak da her boydan Kürt burjuvazisi giderek açık ve bağımsız sınıfsal kimlikleri ve talepleriyle kendini daha fazla ifade etmeye başladı. Kürt ulusal özgürlük hareketi, ulusallık ve bütünlük adına sınıfsal boyutunu belirsizleştirdikçe, Kürt burjuvazisinin sınıfsal kimliği daha da belirgin bir hal aldı. Bu kesimlerin herhangi bir “ön aşama” takıntısına kapılmadan doğrudan ifade ettikleri azami ekonomik-toplumsal çıkarları açısından asgari ulusal taleplerle yetinmesi, her türlü silahlı ve silahsız devrimci eyleme karşı olması; Rojava Devrimi türü devrimci “maceralara” giderek açık biçimde cephe alması kaçınılmaz. Kısacası Kürt burjuvazisinin Kuzey ve Güney’deki kesimlerinin birlikte ve Türk burjuvazisi ile ittifak içinde, hem bütün parçalardaki yoksul emekçiler temelinde yürüyen Kürt devrimci hareketine, hem de bölgedeki her türlü devrimci harekete karşı düşmanca bir tavır alması onun sınıfsal çıkarlarının gereği.

AKP iktidarı (Türkiye burjuvazisini temsilen) Kürdistan’daki “sınıf kardeşleriyle” birlikte Kürt ulusal özgürlük hareketini ideolojik ve politik olarak en güçsüz noktasından, bir nevi toplumsal “Aşil topuğundan” vurmaya çalışıyor. Bunu Türk ve Kürt burjuvazisinin (ve de uluslararası sermayenin) ittifakı üzerinden yapmayı hedefliyor.

Şekil ve şemail…

Mesele buradan itibaren, “ulusal sorun” alanından çıkıp bütün bir bölgeyi, bölgedeki tüm halkların, işçi ve emekçilerin bugünlerini ve geleceklerini ilgilendiren sınıfsal bir boyuta ulaşıyor. Bu noktada, Kürt ulusal özgürlük hareketinin önerdiği toplumsal modelin ve siyasi rejimin eleştirel biçimde ele alınması gerekiyor. Çünkü Kürt hareketinin önerileri, gelecekteki “bağımsız bir Kürdistan’ı” veya sadece dört parçadaki Kürtlerin şu veya bu biçimdeki birliğini değil, Türklerle ve Türkiye ile birliği; hem de bir “demokratik cumhuriyet” temelinde demokratik-özerk yerel yönetim birimleri şeklinde örgütlenecek bir birliği hedefliyor.

Böylece tartışma ister istemez, bağımsızlık dahil bütün sonuçlarıyla kendi kaderini tayin hakkına sahip bir halka “sosyalizm” veya başka bir şey dayatılıp dayatılmamasından çıkıp doğrudan Türklerle Kürtlerin bir arada yaşayacağı bir Türkiye’nin siyasi, hatta sosyoekonomik düzeni meselesine varıyor. Kısacası Kürt ulusal özgürlük hareketi, Türkiye halkına, işçi ve emekçilerine ve dolayısıyla bu ülkenin sosyalistlerine, ortak bir hayatın; eşitliğe, adalete, barış ve özgürlüğe dayalı bir hayatın üzerinde şekilleneceği bir “rejim” önerdiğine göre devrimci sosyalistler olarak bizim de ortak geleceğimize ilişkin bir rejim önerme hakkımız doğuyor.

Ancak bunu yapmadan önce, neyin ne olduğunun tam olarak anlaşılması gerekiyor; herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak ve geleceğimiz açısından önerilenlerin ve önerilecek olanların anlaşılır kılınması için. Burada da öncelikle öne sürülen bir “demokratik cumhuriyet” temelinde birlik önerisinin sadece şekli açısından değil, şemaili, yani özü açısından da içinin doldurulması gerekiyor. (“Türkiye’nin Kürtlerle büyümesi”, “din kardeşliğimiz” vb. söyleme ilişkin konuları şimdilik bir kenara bırakarak) “Sınırlar değişmeden, bu sınırlar içinde yaşayan halkların kardeşliğinin ve birliğinin pekişmesini sağlayacak, böylece Türkiye’de oluşan karşıtlaşmayı durdurup Kürt halkı ile Türkiye’nin yeni bir sözleşme ile Türk-Kürt ilişkilerinde yeni bir dönem başlatacak”; ve köy komünleri, ilçe, mahalle, kent meclisleri üzerinden yükselen “bölge meclisleri” tarafından yönetilecek katılımcı, çoğulcu, demokratik bir birlik projesinin ekonomik- toplumsal altyapısının ve bu biçimin sınıfsal karakterinin ne olacağının açıklanması gerekiyor. Bunu sadece yüzeysel bir kapitalizm eleştirisiyle veya demokratik özerklik altında kaynakların insanların ihtiyaçları esas alınarak dağıtılacağını; veya halkın ekonomik ve siyasi olarak kendi kendini yöneteceği bir yapıdan söz ederek yapmak mümkün değil. Türkiye’nin geneline önerildiğine göre bu çözüm biçiminin sosyoekonomik içeriği konusunda en azından ana hatlarıyla da olsa bir fikre sahip olmalıyız. Burjuvazinin (bugünden “olmaz” gibi görünenler de dahil) her türlü çözüm modeline kendi hegemonik damgasını kesin bir biçimde vurmaya hazırlandığı bir dönemde, Türk ve Kürt bütün işçi ve emekçilerin kendi gelecekleri ve nelere hazırlanmaları gerektiği konusunda fikir sahibi olmaları gerçekten çok önemli. Nihayetinde bir “aksilik” durumunda asıl bedeli ödeyecek olanlar onlar.

Türkiye’ye rejim biçmek!

Model, “demokratik cumhuriyeti” ve “demokratik özerkliği” bütün Türkiye için öneriyor. Bu “yereli güçlendiren” ve “toplumun özyeterliliğini” esas alan, “demokratik özyönetime” dayalı modelin Kürtlerin ve Türklerin birlikte özgürleşmelerini hedeflediği açık. Ancak bir “radikal demokrasi” örneği olarak ortaya konan modelin, “hep birlikte” gerçekleşme şansı bir yana, gerçekleştiği takdirde toplumsal olarak neye hizmet edeceği, hangi üretim ilişkileri temelinde var olacağı veya bu konuda neyi hedefleyeceği önem kazanıyor. Hayat, ezilen ulusun kendi kaderini şu veya bu biçimde tayin etmesinden sonra da devam edeceğine göre bunun açıkça bilinmesi şart. Halkın kendi kendini yönetmesine ve özyönetim organlarına dayalı bir siyasi örgütlenme, mevcut sosyoekonomikkoşullarda, bir “ikili iktidar” olarak var olacak ve tarihteki bütün ikili iktidarlar gibi geçici bir dönemi kapsayacak ya da esas olarak burjuvazinin ekonomik ve toplumsal hâkimiyetinin siyasi üstyapısının uyumsuz, “yabancı” dolayısıyla yine geçici bir unsuru olarak yaşayacak, hiçbir zaman kalıcı bir rejim olamayacaktır; yani, modeli savunanlar her ne kadar talep etmeseler de ortada bir “iktidar” ve haliyle bir “devlet” sorunu olacaktır. Tabii, eğer bu yeni yönetim biçimi çeşitli yollardan kapitalizmin hizmetine girmeyecekse!

Modelin fiilen veya hukuken sadece Kürtleri kapsaması durumunda ise, ortaya çıkacak kaçınılmaz ekonomik, sosyal ve politik çelişkileri bir yana, bu rejimin neoliberal-despotik veya çeşitli biçimlerde kendisiyle uyumsuz, hatta “kötü niyetli” bir “Türk” rejimiyle aynı sınırlar içinde bir arada nasıl var olacağı ise ayrı bir sorundur. Özerk bir bölgedeki sermaye egemenliğini, “ihtiyaçtan” doğabilecek neoliberal “reformları” ve özelleştirme türü uygulamaları, artan emek sömürüsünü ise henüz hesaba katmıyoruz…

Filmin sonunu bağlamak!

Bunların geleceğe ilişkin meseleler olduğunu söylemek mümkün.

Ancak Kürt ulusal hareketinin, demokratik özerkliği, kendi denetim alanında kısmi de olsa fiilen uygulamaya başladığı düşünüldüğünde çelişkilerin kısa sürede uç vereceği öngörülebilir. Elbette hiçbir mücadele, tam olarak taraflarının en başta hesapladığı şekillerde çözümlenmez. Çıkılan nokta ile varılan yer arasında önemli farklılıklar söz konusudur. Bu her zaman açık ve kanlı bir çatışma anlamına da gelmez. Bazen tarihsel olarak geçici, fakat nispeten uzun dönemli uzlaşmalara varılabilir. Ancak bu uzlaşmalar çelişkilerin ortadan kalkmasını değil, sadece ertelenmelerini sağlar. Neticede hesap mutlaka görülmek zorundadır. Bu gerçeğin bilincinde olarak AKP iktidarı, temsil ettiği toplumsal-sınıfsal güçler, yerli ve uluslararası müttefikleri adına “filmin sonunu” istediği gibi bağlayabilmek ve Kürt halkının mücadelesinin devrimci-emekçi damarını tasfiye amacıyla harekete geçmiştir. Hedef, Kürtlerin varlığının, tarihsel hak ve hukukunun artık istense de inkâr edilemediği bir zamanda, bütün parçalarda burjuvazinin mutlak egemenliğini tesis etmektir. Bu sınıfsal hegemonya inşa sürecinin, çözüm ve (eğer varsa) müzakere sürecinden çok daha hızla ilerlediği açıktır.

Bu durumda Kürt ulusal özgürlük hareketinin, ulusal taleplerin gerçekleşmesinden çok daha önce sınıf mücadelesinin sorunlarıyla yüz yüze gelme
durumu vardır. Zaten çeşitli parçalardaki Kürt önderlikleri arasındaki mücadele de ancak kaybedenin muhtemelen marjinalleşeceği bir sınıf mücadelesi bağlamında çözülebilir.

Gidişat…

Gidişat, mücadelenin ulusal hedeflerle sınırlı kalamayacağı, ulusal sorunun çözümünden (veya var olan şartlarda çözümsüzlüğünün ortaya çıkmasından) önce sosyal alana sıçrayacağı, hatta ulusal sorunun, bu arada demokrasi sorununun çözümünün sınıf (ve iktidar) mücadelesinin sonuçlarına bağlı hale geleceğini işaret ediyor. Bütün bunlar elbette ulusal mücadeleyi bütünleyen demokratik taleplerin terki, Kürt emekçilerinin “değerli bir yalnızlığa” mahkûm edilmesi anlamına gelmiyor. Mücadeleye sınıfsal bir programın yön vermesi, ulusal-demokratik sorunun ancak Kürt işçi ve emekçileri eliyle ve sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözülebileceği; burjuvazinin Kürt halkına yönelik toplumsal-ideolojik-politik hegemonya saldırısına ancak bu yolla karşılık verilebileceği anlamını taşıyor.

Tabii sınıf mücadelesi söyleminin pek “gerçekçi” sayılmadığı bir zamanda yaşadığımızı unutmuş değiliz; özellikle de mücadelenin sol cenahında! Ancak burjuvazi doğrudan sınıf çıkarları konusunda son derece gerçekçidir; üstelik de toplumsal bir sınıf olarak nüfus içindeki oranının azlığına rağmen! Ancak toplumun kahir bir ekseriyetini oluşturan (%99 meselesi) emekçilerin doğrudan çıkarlarına uygun bir siyasi hattın gerçekçiliği konusunda nedense kuşkular vardır. Oysa mücadelenin yenilgisine yol açacak olan burjuvazinin desteğinin kaybedilmesi değil, yoksul Kürt işçi ve emekçilerinin gelecek umudunun yok olmasıdır. Devrimci ve elbette sınıfsal çizgi şimdi her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır; çünkü gündemde olan sınıfsal bir saldırı ve tasfiye sürecidir.

Sınıfa karşı sınıf

Troçki’nin lafıdır, “Tabiatta değişik sınıf çizgilerinin aritmetik ortalaması diye bir şey yoktur.” Evet, tarih, her şeyi temsil etmek isteyenlerin sonunda hiçbir şeyi temsil edemez hale geldiğinin örnekleri ile doludur. Ulusal birlik, “milli değerler” veya soyut bir “demokratiklik” adına sınıf mücadelesinden uzak durulması bu gerçeği ortadan kaldırmıyor. Siz unutsanız da burjuvazi unutmuyor; devrimci bir öz ve potansiyel taşıyan her şeye illaki o noktadan vuruyor. Ve bunu çoğu zaman ekonomik-siyasi yöntemlerle asker ve polisten daha iyi yapıyor.

Kürt ulusal hareketinin sınıfsal bir ayrışmaya uğramasının hayırlara vesile olması da mümkün. Hareket, kendini var eden gerçek toplumsal temellere sahip çıkıp sınıfsal karakteri belirsiz “demokratik-cumhuriyetçi” projelerden uzaklaştığı ölçüde sınıf bağımsızlığına ve emekçilerin ittifakına dayalı devrimci bir karakter kazanabilir. Zaten “ulusal ve demokratik” görevleri gerçek anlamda yerine getirmenin, bölge emekçilerinin enternasyonalci birliğini inşa etmenin başka bir yolu da yoktur. Burjuvazinin ortak saldırısı ancak “sınıfa karşı sınıf” mantığıyla püskürtülebilir. Aksi halde bırakın “özerkliği” bağımsızlık bile Kürt emekçilerini kurtaramaz. Tıpkı Mandela’nın ölümüyle yeniden hatırladığımız Güney Afrika’da olduğu gibi…

James Connoly “… İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile…” derken bizce tam olarak bu gerçekten söz ediyor.

Yorumlar kapalıdır.