“Cinayet şirketi”

Başbakan’ın Soma katliamının ardından kürsüye çıkıp bu işin “fıtratından” söz ederken verdiği 1860, 1914… gibi çok eski örnekler, ilk akla getirdiği “çağdışılığa” rağmen aslında son derece “çağdaş” bir soruna işaret ediyor. Emeğe karşı uluslararası bir saldırı olarak “küreselleşmenin” dünya ölçeğindeki başarısı oranında, neoliberal, serbest piyasacı ekonomik model, hak ve kazanımlar açısından işçi sınıfının yüz küsur yıl öncesine dönüşü anlamına geliyor. İşçilerin, 19. yüzyıl başlarından itibaren uğrunda mücadele ettikleri hemen her şey, sermaye tarafından yasal veya yasadışı yollardan, bazen zora da başvurarak geri alındı, budandı, kullanılamaz hale getirildi. Emeğin örgütlü gücü ve direnişi kırıldığı oranda yıkım arttı. Sınıfın direnebildiği yerlerde, yaygın işsizliği, göçmen işçileri ve yurtdışı üretim imkânlarını da tehdit olarak kullanıp bu güç ve örgütlülüğü zayıflatacak veya by-pass edecek esnek çalışma biçimleri, emek piyasasının düzensizleştirilmesi vb. yöntemler devreye sokuldu. Bu örgütlülüğün kırılabildiği veya zaten zayıf olduğu, hatta bazen hiç olmadığı yerlerde emek adeta “paryalaştırıldı!”

Güle oynaya ..!

Bu ekonomik model, onun bir takım dış güçler tarafından “dayatıldığına” dair bütün yurtsever hurafelere rağmen, gerçekte bütün ülkelerin krizdeki burjuvazileri tarafından adeta güle oynaya kabul gördü. Geçerken örnekleyelim; 12 Eylül darbesinin ardından dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in “Hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde!” sözü unutulmazlar arasındadır! İşçi sınıfının mutsuz bir anında, bu büyük patronu bu kadar neşelendiren 24 Ocak neoliberalizminin önündeki en büyük engelin kalkmasıydı.

Sonra… Sonrası “hızla gelişen Türkiye ekonomisi” namıyla da maruf büyük sermaye saltanatının, eli kolu Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bağlanmış emeği ayakları altında ezerek “önlenemez yükselişinin” hikâyesidir. Elbette arada kaçınılmaz krizler de olmuştur, ancak bedeli emekçilere ödetilebildikten sonra ne gam! 2008 krizi öncesi son derece uygun dünya koşulları ve ucuz dış kredi imkânlarının ve 2001 krizinin ardından gelen Kemal Derviş reformlarının rüzgârıyla Türkiye “büyümeye” ve “zenginleşmeye” devam etmiştir. Gerçi bunun aslında bir “şişme” olduğunu söyleyen bozguncular da vardır, ancak fark etmez sonuçta her iki durumda da sonuç aynı: işsizliğe, istihdama gerçek bir faydası olmayan bir büyüme; yoksullaşan emekçilerin boğazlarına kadar borca batarak hayatta kalabildikleri bir zenginleşme.

Şişme meselesine gelince; sermayenin “obezite” sorunu emekçilerin zorunlu diyeti yoluyla çözülebildiği sürece vahşi sömürüden kaynaklanan fazla kilolar şimdilik bir sorun teşkil etmiyor; ta ki işçi sınıfı ayağa kalkıp yediklerini kusturana kadar!

Bu ülkede serbest piyasacılık, ulusalcılar öyle zannetse de AKP’nin icadı değil. Malum, devletin sosyal harcamaları azaltması, kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler; sömürünün, gelir dağılımında adaletsizliğin, eşitsizliğin yükselişi; sermayenin kârlılığının ve rekabet gücünün artışı, maliyetlerin düşürülebilmesi için emeğin ve ücretinin baskı altına alınması; işsizlik ve yoksullaşma; çalışma koşullarının, işçi güvenliğinin ve iş güvencesinin dibe vurması; düşük ücretle uzun çalışma saatleri; sendikasızlaştırma, esnekleştirme, taşeronlaştırma… ve bütün bunlara rağmen hâlâ asgari ücretin, kıdem tazminatının ve işgücü maliyetlerinin yüksekliğinden şikâyet… Bunlar epeyce eski hikâyeler…

Sermayenin asrı saadeti!

“Küreselleşme” sadece gelişmişlerin değil, azgelişmişlerin bir bölümünün de görülmemiş oranda zenginleşmesini sağladı. Kaçınılmaz bir dünya krizine yol açsa da model büyük sermaye için tam bir “asrı saadetin” kapılarını açtı. Sermaye, işçi sınıfını, emekçi halkı gözden çıkartabildiği oranda nasıl engelsiz büyüdüğünü gördü. Bu nedenle, iddia edildiği üzere “ülkeler” değil, o ülkelerin egemen sınıfları zenginleşti, devletleri güçlendi. Bütün bunlar emeğin ağır kayıpları pahasına elde edildi. Söz konusu olan sadece hak ve hukuk kayıpları değil, bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak can kayıplarıydı da. Burjuvazi, daha fazla sömürü, daha fazla kâr ve rekabet edebilirlik adına işçi sınıfının canına da kastetti. Neoliberal dönemde sermaye dünya çapında gerçek anlamda bir uluslararası “cinayet şirketi”ne dönüştü. Başbakan’ın örnek verdiği yıllar ve olaylar, ekonomisi “büyüyen” azgelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden yaşanmaya başlandı. Ekonomik büyümeye paralel, “iş kazalarında” ölü sayıları da büyüdü, yer yer birer “emekçi soykırımına” dönüştü…

Yüz günde bir Soma!

CHP milletvekili Şafak Pavey, memlekette her yüz günde bir Soma yaşandığını belirtmiş. Doğru; SGK verilerine göre son 12 yılda iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 12.286. Son 10 yılda ise 10.733; yani yılda 1.072 işçi ölümü. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin aylık ölçümleri “en az” kaydıyla bu sayıları doğruluyor; ölenler arasında çok sayıda çocuk işçi var. 2013’te ölen (en az) 1203 işçinin 59’u çocuk. Kısacası, işyerlerinde günde ortalama 3-4 işçi patronlar ve onlara bu imkânı sağlayan devlet eliyle öldürülüyor! Ayrıca her gün ortalama 6 işçi iş göremez hale geliyor; çok kötü çalışma koşullarının yol açtığı mesleki hastalıkların sonuçlarına değinmiyoruz bile!

Küreselleşmenin ve liberalizmin nimetleri konusunda 30 yıl boyunca ensemizde boza pişiren, işçi sınıfının durumundan bahis açtığımızda “Bırakın artık bu fukaralık edebiyatını!” diye azarlayan o “asabi liberallere” gelince… Önde gelen bazıları, Başbakan’ın yarattığı “demokratik hayal kırıklığı” oranında büyük bir pişkinlikle bir nevi “sınıfçı” kesildiler. “Vahşi kapitalizm”den söz ediyorlar; tabii Türkiye dışındaki “medeni” örneklerine toz kondurmadan, hatta övgüler yağdırarak! Evet doğru, Türkiye iş cinayetlerinde dünya üçüncüsü ve Avrupa birincisi, ancak her şey Türkiye ile sınırlı değil. Liberallerin söz etmediği başka bir gerçek var: ILO’ya göre dünyada her yıl 2 milyon 300 bin işçi iş cinayetlerinde ölüyor; her gün 6.300 ve her 15 saniyede bir işçi… Yani sorun basbayağı küresel! Hem de “küreselleşme” ve liberallere göre bunun yapışık ikizi “demokratikleşme” çağında.

İşçi sınıfının kırbacı!

Liberallerin övgüyle söz ettikleri medeni kapitalizme gelince, buralardaki işçi ölümlerinin azlığının başlıca iki nedeni var: birincisi “ölümcül” olanları dahil sanayilerinin önemli bir bölümünü, sömürü şartlarının çok daha elverişli olduğu ülkelere taşıdılar; ikincisi ise bu ülkelerde işçi sınıfının geleneksel ve örgütlü gücünün, bütün gerilemelere rağmen kırılamamış olması.

“Vahşi kapitalizm-evcil kapitalizm” ayrımı yapan pişkin liberallere şunu hatırlatalım: İşçi sınıfının toplumsal-siyasal gücünün kırıldığı, sınıfın atomize bireylere dönüştüğü yerde “ehli” veya “medeni” bir kapitalizm mümkün değildir. Vahşet sermayenin fıtratında vardır! Kapitalizm her zaman işçi sınıfının kırbacıyla “ehlileşmiştir.” Emeğin bütün siyasal, toplumsal, ekonomik hak ve özgürlükleri, örgütlü sınıf mücadelesi yoluyla kazanılmıştır. Toplumsal ve siyasi gücün aşındığı veya kaybedildiği durumlarda bu hak ve özgürlüklerin nasıl aşındığını ve kaybedildiği bilinir.

Evet suçludur, ancak her şeyi Başbakan’a yıkarak asıl sorunu çözemeyiz. Erdoğan’ın kendinden öncekilerden farkı, aynı sömürü ve cinayet düzenini “İslami usullerle” yürütmesidir; işçi dövmediği zamanlarda onlara kaza, kader, fıtrat ve şehadet üzerine vaaz verip cenaze namazı kıldırmasının nedeni budur. Neticede her şey büyük sermayenin “rızası” içindir,

Tüm bu şartlar ve tarihsel-toplumsal arka plan düşünüldüğünde Soma’nın bir tesadüf değil, zorunlu bir sonuç olduğunu görürüz; olay kimsenin elinden çıkan bir kaza değil, taammüden, yani tasarlayarak işlenmiş bir cinayettir…

Cezası işçi sınıfı tarafından verilmediği sürece işleyenlerin yanına kâr kalacaktır.

Yorumlar kapalıdır.