Kötünün iyisine razı değiliz! Emekçiler ve ezilen halklar için Kurucu Meclis!
Cumhurbaşkanlığı seçimi ideolojik bir bombardıman altında gerçekleşiyor. Sanki 12 yıldır Erdoğan hükümeti tek başına iktidarda değil. Sanki 7 yıldır AKP’nin eski başbakanı ve dışişleri bakanı Abdullah Gül cumhurbaşkanı değil. Sanki ülke belediyelerinin yüzde 60’ı AKP’nin yönetiminde değil. Sanki meclisin ezici çoğunluğu 12 yıldır AKP hâkimiyetinde değil. Hükümet hâlâ halkın iradesinin tecelli etmediği propagandası yapıyor. Bütün devlet aygıtı elinin altında olmasına rağmen 12 yıldır halkın iradesi hala tecelli etmediyse bunun sorumlusu Erdoğan hükümetinden başka kim olabilir?
Ülkeyi 12 yıldır yöneten Başbakan Erdoğan halkın iradesinin tecelli edebilmesi için cumhurbabaşkanı da olması gerektiğini iddia ediyor. Hatta halkın iradesinin tam tecelli edebilmesi için “terleyen cumhurbaşkanı” yani başkan olmasının da şart olduğunu ileri sürüyor. Pekiyi, 12 yıldır Erdoğan hükümeti kimin iradesini tecelli ettiriyordu? Abdullah Gül kimin cumhurbaşkanıydı? Meclis kimin iradesini temsil ediyordu? AKP belediyeleri kime hizmet ediyordu? Türkiye bugün bir seçimle değil, dayatma ile karşı karşıyadır. Erdoğan hükümeti bilerek isteyerek cumhurbaşkanlığı seçimini aldatıcı, yalan bir söylem üzerine inşa etmektedir.
Antidemokratik bir seçim!
Başbakan Erdoğan bir yandan 12 yıldır ülkeyi yönetmesine rağmen hâlâ halk iradesinin tecelli etmediğinden bahsetmekte ama diğer yandan halkın yerine tüm gücü ve yetkiyi kendi elinde toplayan bir cumhurbaşkanı, yani “tek adam” olacağını söylemekten de çekinmemektedir. Kısacası cumhurbaşkanlığı seçiminin halkın iradesinin daha fazla tecelli etmesine değil, tek adamlığa hizmet edecek bir seçim olduğu birinci ağızdan itiraf edilmektedir. Bu yanıyla bu seçimlerin siyasal baskıyı, toplumsal eşitsizliği ve ayrımcılığı daha da derinleştirecek ve son 12 yılda iç ve dış politikadaki tüm olumsuz uygulamaların artarak devamına yol açacak bir seçim olacağı açıktır. Buna rağmen “Erdoğan kazanırsa Türkiye kazanır” sloganı zorla halka dayatılmaktadır.
Oysa 12 yıldır iktidarda olan Erdoğan hükümetinin derdi halkın iradesinin tecelli etmesi olsaydı, yüzde 10 seçim barajını kaldırarak, birçok yasak ve engelle dolu siyasi partiler ve seçim yasalarını demokratikleştirerek buna hizmet edebilirdi, ama etmedi. Aksine bu antidemokratik durumdan sonuna kadar yararlandı. Netice itibariyle barajla, yasakla, engelle dolu seçimler sonucu oluşmuş meclisin içinden en az 20 milletvekili önermeden aday olunamayan cumhurbaşkanlığı seçiminin, halkın iradesini yansıtacağı tam bir aldatmacadır. Yüzde 10 barajıyla ve sayısız yasal, kurumsal engelle toplumsal iradenin bir bütün olarak tezahür etmesinin önünün kapatılması yetmezmiş gibi cumhurbaşkanlığı seçimi de bu eşitlikten yoksun, adaletsiz sistemin üzerine inşa edilmektedir.
Meşruluğu tartışmalı bir seçim!
Bir kısmı polis fezlekelerine, savcı iddianamelerine de yansıyarak soruşturma konusu olmuş hakkında sayısız şaibe ve itham bulunan Başbakan Erdoğan elindeki iktidar gücünü kullanarak kendisi ve ailesi hakkında hiçbir hukuki inceleme sürecine izin vermedi. Kendisine yönelik suçlamalara adalet önünde cevap vermekten kaçtı. İktidar gücünü kullanarak önce fiilen, ardından yasal-kurumsal değişikliklerle kendisine ve ailesine yönelik olası tüm soruşturmaların önünü kapattı. Son olarak bütün bu girişimlerin aslında kendisine ve hükümetine yönelik bir darbe kalkışması olduğunu ilan ederek izlediği politikaya haklılığı kendinden menkul bir meşruiyet zırhı giydirme çabasına girişti. Bu sahte meşruiyet üzerinden de “baş düşman” ilan ettiği kesimlere yönelik bir cadı avı başlattı.
Dört ay önce seçmenin yüzde 44’ünün oyunu aldığı yerel seçim stratejisini, bu “baş düşman” üzerine kurmuştu. Bugün cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha da ileri giderek seçilmesi halinde cumhurbaşkanı olarak iki temel işinden birinin de bu “baş düşman” ile mücadele etmek olacağını açıkladı. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan eşittir Türkiye denklemi üzerinden, Erdoğan için iyi ve gerekli olanın Türkiye için de doğru ve faydalı olacağı iddiasıyla kendisine oy istemekte. Üstelik bunu elindeki Başbakanlık gücünü bırakmadan, devletin tüm kurum ve kuruluşlarının imkânlarını sonuna kadar kendisi için seferber ederek yapmayı da hak olarak görmekte. Kendisine her şeyi mübah ve hak gören hukuktan, eşitlikten, adaletten yoksun bir zihniyetin damga vurduğu bu seçim bu nedenle çok ciddi bir meşruluk sorunu taşımaktadır.
Krizi derinleştirecek bir seçim!
Evet, 10 Ağustos’ta gerçekleştirilecek seçimle ilk kez cumhurbaşkanı doğrudan halkoyuyla, ama bu antidemokratik koşullar altında belirlenecek. Yedi yıl önce 2007’de Abdullah Gül rejim krizine dönüşen sancılı bir sürecin ardından 11. Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ardından yapılan referandumla cumhurbaşkanının beş yılda bir doğrudan halkoyuyla seçilmesi yasalaşmıştı. O dönemde henüz AKP-Cemaat ayrışması yaşanmamış, ABD ve AB ile Erdoğan hükümeti ters düşmeye başlamamış, İsrail ile küsülmemiş, Suriye ile gayri resmi bir savaş durumu başlamamış, TÜSİAD-TUSKON gibi patron çevreleriyle vatan hainliği suçlama noktasına gelinmemişti. Bu kesimler o dönem cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesine, rejimin en azından bir yarı-başkanlık sistemine doğru ilerlemesine, parlamenter rejimin “hantal” işleyişinin bu yolla hızlanmasına, emperyalist bir blok olan AB ile tam bütünleşmenin sağlanmasına ve bütün bunlara Erdoğan ve hükümetinin öncülük yapmasına onay veriyorlardı. Çünkü sistemin bu şekilde yeniden yapılanması burjuvazinin engel ve maliyet olarak gördüğü hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak, üstelik bu saldırı “demokratikleşme” paketleriyle yapılacak ve patronların sermaye birikimi için ihtiyaç duyduğu yasal/kurumsal çerçeve oluşturulacaktı.
Nitekim Erdoğan hükümeti ilk beş yılında neoliberal saldırı politikalarını doludizgin uygulayarak ve patronların kasalarını doldurarak takdir ve onay almıştı. [Bugün dahi, şimdi Erdoğan hükümetinin tam karşısında konumlanmış bahsi geçen kesimler, o yıllarda izlenen neoliberal politikalara övgüler dizmektedir.] Sonraki yıllarda da süreç bu şekilde devam etti. Ta ki iktidar bloğu parçalanıp, öncelik ve çıkarlar ayrışana ve bugünkü savaş tablosu ortaya çıkana kadar. Dolayısıyla izlenecek neoliberal program ve politikalar açısından birbirinden temelde hiçbir farkı olmayan, sadece çıkarları ve öncelikleri farklı olan bu burjuva kesimlerin bugünkü tutumlarının farklı görünme nedeni bu yüzden öze değil, biçime ve konumlarına dairdir.
CHP/MHP çatı adayı olarak sunulan ve çeşitli partiler tarafından da destek verileceği açıklanan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Erdoğan hükümetinin karşısında saf tutan kesimlerin adayı olarak seçimlere katılması tam da bu duruma karşılık gelmektedir. Bizzat kendi açıklamaları da göstermektedir ki, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun projesi Erdoğan’ın aşırılıklarının törpülenmesine dayalı bir politik zemine oturmaktadır. Diğer bir ifadeyle Başbakan Erdoğan ile aynı neoliberal program zeminine basan ve aynı devlet geleneğine yaslanan Ekmeleddin İhsanoğlu, bu nedenle Erdoğan karşısında bir tür “yiğidi öldür ama hakkını yeme” seçim politikası sürdürmektedir. Kısacası Ekmeleddin İhsanoğlu’nun amacı, sistemi fabrika ayarlarına geri döndürmekten ibarettir. Biraz zorlayarak söylersek, son tahlilde Ekmeleddin İhsanoğlu Erdoğan’ın kibar sürümüdür. Bu yanıyla çıkarı ve beklentisi mevcut sistemden tam bir kopuştan yana olan emekçiler ve ezilen halklar için Ekmeleddin İhsanoğlu da Erdoğan gibi doğru adres olmayacaktır.
Sistemi fabrika ayarlarına geri döndürmek gibi bir hedefi olmamakla birlikte Selahattin Demirtaş da Başbakan Erdoğan ile Türkiye’nin en köklü ve zor sorunlarından biri kabul edilen Kürt meselesinin çözümü konusunda kader birliği içine girmiş durumda. Türkiye’de tüm yollar zaten Başbakan Erdoğan’a çıktığından (Roboski, Gezi ve Soma’da olduğu gibi) bu kesişme şaşırtıcı değildir. Lakin Başbakan Erdoğan için Kürtlerle dansın yüzyıllık tarihi bir sorunu çözmekten öteye bir anlamı olduğu da açıktır. Çözümün niteliği ve sınırı bir yana, Erdoğan’ın 2023’e doğru sağlam bir sıçrama yapabilmek için tüm dans figürlerini hatmettiğini görmekteyiz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ekseninde özellikle seçimlerin ikinci turuna dair sayısız spekülasyonun yapılma nedeni de tam bu noktadan kaynaklanmaktadır. Selahattin Demirtaş bir yana, bu konuda BDP/HDP/İmralı/Kandil vb dolayımlarıyla yapılmış birçok açıklama olduğu için kafaların karışması da normal kabul edilmelidir. Kuşkusuz Kürt siyasi hareketi beş yaşında kandırılacak çocuk değildir, son derece deneyimlidir. Akla da, ayara da ihtiyacı yoktur. Aynı Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve tüm ezilen halkları gibi! Bu kesimlerin hiçbirinin ne Türkiye’nin fabrika ayarlarına geri dönmesinden ve tabii ne de Erdoğan’ın 2023 rüyasına ön sıradan bilet almaktan yana hiçbir çıkarı yoktur. Gerekçesi ve niyeti ne olursa olsun “gerçekçilik” adına bu politikaya destek vermek emekçilerin ve ezilen halkların çıkarına değildir. Erdoğan ve İhsanoğlu’ndan farklı bir söylem ve tutumu temsil etmekle birlikte Demirtaş’ın programının da özellikle kapitalizm ve emperyalizmden gerçek ve tam bir kopuşu içermediği ortadadır.
Türkiye, ezilenler ve sömürülenler için bir cehennem!
12 yıldır iktidar olan Erdoğan hükümeti başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilen ve sömürülen kesimlere yönelik neoliberal bir saldırı sürdürmektedir. Bu saldırılar işçi sınıfının ve emekçilerin çok önemli ekonomik-sosyal hak kayıpları yaşamasına yol açmıştır. Temel hak ve özgürlükler konusunda büyük bir gerileyiş söz konusudur. Örneğin Roboski’de
34 insan savaş uçaklarıyla bombalanarak parçalanmış; Erdoğan hükümeti katliamın üzerini örtmüştür. Gezi eylemleri sırasında polis şiddetiyle gencecik masum insanlar katledilmiş; Erdoğan hükümeti hayatını kaybeden insanları adeta öldükleri için suçlu ilan etmiştir. Soma’da en az 301 madenci üç beş kuruşluk önlemler alınmadığı için göz göre ölüme mahkum edilmiş; Erdoğan hükümeti, ölüm madencinin fıtratında var, diyerek katliamı normalleştirmeye kalkmıştır. Hemen her alan ve konuda bu listeyi uzatmak mümkündür.
Hiç kuşkusuz insanların göz göre göre ölüp gitmesini engellemeyen, denetim yapmayan, hesap sormayan ve bu durumun yeniden ve yeniden tekrarlanmasına karşı önlem almayan böyle bir sistem değişmelidir. İşçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların böyle bir sistemden yana en ufak bir çıkarı yoktur. Soru basittir: Soma’da, Roboski’de, Gezi’de katledilen işçilerden, gençlerden, emekçi yoksullardan mı yana, onları öldüren sistemden mi yanayız? İşçilerin, gençlerin, emekçi yoksulların canlarının ve haklarının korunmasından mı, onların katillerinden ve katilleri koruyan sistemden mi yanayız? İşçiler, gençler, emekçi yoksullar ölmesin, hakları korunsun diyorsak yapılacak olan, buna sebep olan sisteme bir dur demektir. Cumhurbaşkanlığı seçimi başından sonuna her yönüyle bu zorba sistemi daha da pekiştirmenin ileri bir adımıdır.
Altta kalanın canının çıktığı bu sisteme karşı kimsenin altta kalmadığı, hor görülmediği, mazlum olmadığı, eşit ve özgür olabildiği bir siyasi-ekonomik-sosyal sistemden yanayız. Emekçiler ve tüm ezilen halklar için bunu istiyoruz. Lâkin Erdoğan hükümetinin olağanüstü kötü karnesinden hareketle gerçekçi politika adına kötünün iyisini seçmekten, denize düşüp yılana sarılmaktan yana da değiliz. Böyle bir politika daha baştan hak ve özgürlüklerden vazgeçmektir. Erdoğan’ın aşırılıklarının törpülenmesine dayalı bir politika, daha baştan ona ve temsil ettiği zorbalık sistemine meşruiyet vermek anlamına gelmektedir. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı seçiminde adayların değil temsil ettikleri programın temel alınması gerektiğine inanıyoruz. Bu açıdan bakıldığında tüm adayların ve destek aldıkları partilerin programı reformist ya da otoriter çeşitli burjuva sektörlere/arayışlara karşılık gelmekte, işçi ve emekçileri temsil etmemektedir.
İşçi demokrasisi!
Cumhurbaşkanlığı süreci yaşanırken Türkiye’nin dört bir yanında, irili ufaklı yüzlerce işyerinde, on binlerce işçi-emekçi daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için mücadele halinde. Soma katliamının üzerinden iki ay geçti ama hiçbir şey değişmedi. İş cinayetlerinde ölen işçilerin sayısı son yedi ayda Soma’yı üçe katladı. Güvencesiz, örgütsüz, üç kuruşa çalışma devlet dâhil tüm işyerlerinde egemen durumda. Hakkını arayanlar en ağır baskı ve şiddete maruz kalmakta. Toplumun tüm ezilen ve sömürülen kesimleri bu sistem altında çiğnenmekte. Katlanılmaz noktalara varan bu sistemden çıkış için öncelikle barajsız, engelsiz, eşit ve adil seçimler yapılmalı; bir kurucu meclis oluşturulmalı; emek ekseni üzerinde yükselen, adalet ve eşitlik temeline dayanan, demokratik, laik ve özgürlükçü bir anayasa başta olmak üzere tüm yasal ve kurumsal dönüşümler bu kurucu meclis zemininde gerçekleştirilmelidir. Türkiye emekçilerinin, ezilen halklarının acil ve temel ihtiyacı; emek eksenli adil, eşit, özgür ve işçi-emekçi demokrasisine dayalı, katılımcı ve kolektif bir yönetimdir. Hiçbir seçim ya da aday Türkiye emekçilerine ve ezilen halklarına bundan daha fazla hizmet edemez. Böylesi bir kurucu meclis öncelikle ve özellikle aşağıdaki talepler üzerine inşa olmalıdır.
–Kriz bahanesiyle gerçekleştirilen tüm işten çıkarmalar yasaklansın! Taşeron çalıştırma yasaklansın! Mevcut işler çalışanlar arasında paylaştırılsın; ücretler düşürülmeden 4 vardiya ve 6 saatlik iş günü! Dış borç ödemelerine derhal son verilsin! Özelleştirmeler yasaklansın! Bankalar tazminatsız kamulaştırılsın ve tek devlet bankası altında toplansın! Özelleştirilen tüm devlet kuruluşları tazminatsız olarak yeniden kamulaştırılsın! Tüm kamu kurum ve kuruluşlarında işçi denetimi!
–Sendikalaşma hakkı başta olmak üzere örgütlenme önündeki tüm engel ve uygulamalar kaldırılsın!
Sözleşme biçimine ve yaptığı işe bakılmaksızın tüm çalışanlar için grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı!
–Yerli ya da göçmen, şuralı ya da buralı tüm kadın, erkek ya da eşcinsel işçi ve emekçilerin, gençlerin, yaşlıların ve çocukların dini, dili, mezhebi, milliyeti bahane edilerek baskı ve şiddet altına alınmasına, politik, sosyal ve kültürel haklarının kullanımının kısıtlanma ya da engellenmesine hayır! Başta Kürt halkı olmak üzere rejim tarafından uygulanan asimilasyon uygulamalarına, inkâr ve imha politikalarına hayır! Kürtlerin ve tüm halkların kendi kaderlerini tayin hakkına koşulsuz destek!
–Doğanın ve kentin talanına son!
–Ayrımcılığı, baskı ve şiddeti yasal ve meşru hale getiren/kabul eden tüm kanun ve mevzuat, başta 12 Eylül Anayasası olmak üzere, çöpe! Siyasal demokrasinin işler kılınacağı emekten ve özgürlükten yana bir rejim için demokratik dönüşüm! İşçi ve emekçilerden yana, eşitlik, adalet ve kardeşlik üzerine yükselen, demokratik, laik ve özgürlükçü bir anayasa!
–Ortadoğu’da emperyalist işgale son! Emperyalizm Ortadoğu’dan defol! Filistin’in parçalanmasına hayır, bağımsız, demokratik, laik ve tek bir Filistin devleti! Siyonist İsrail devleti ile ilişkiler kesilsin! Emperyalist işgal ve yayılmacılığın Truva atları olan NATO, BM, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlere hayır! Bu örgütlerle yapılan tüm açık-gizli anlaşmalar açıklansın ve tek taraflı iptal edilsin! Emperyalist tüm askeri üsler kapatılsın!
Yorumlar kapalıdır.