Sahipsiz-Sen’de örgütlü bir işçi sınıfı

Diğer bütün askeri darbeler gibi, 12 Eylül 1980 darbesinin de amacı ve sınıfsal hedefi, yükselen sınıf mücadelesini sindirmek ve işçi sınıfı ile onun örgütlülüğünü un ufak etmekti. Darbe karşısında birleşik bir işçi cephesinin oluşturulamaması sonucunda, bu sınıfsal saldırı politikaları büyük oranda hayata geçirildi. “Örgütlülük” olgusu üzerinde oynanan algı politikaları meyvelerini verdi. Burjuvazi örgütlülüğünü yasal ve kurumsal olarak sağlamlaştırıp derinleştirirken, işçi sınıfına örgütlü olmanın terörist olmakla eşdeğer olduğu kara propagandasını yaptı.

Bu geleneğin devamını AKP hükümeti gayet “ustaca” bir şekilde sürdürdü. Türkiye işçi sınıfı kendi tarihinin en düşük örgütlülük oranlarını gördü. 2000’li yılların başlangıcında senelik greve çıkan emekçi sayısı, Cumhuriyet tarihinin tanık olduğu en düşük sayılardı. Sendikalara üye olmanın karşısına eşi benzerine az rastlanılacak tarzda şartlar ve yasal engeller çıkartıldı. İşçi sınıfının birliğinin sağlanamaması adına üretim süreci on binlerce taşeron firma arasında paylaştırıldı. Etnik ve dini kimlikler provokatif amaçlarla kullanılarak emekçiler birbirlerine düşürülmeye çalışıldı. İş cinayetleri aracılığıyla işçi sınıfı adeta soykırıma uğratıldı.

Bu sayılanların hepsi, bir süreç olarak yaşanmaya devam ediyor. Sadece Türkiye’de de değil, bütün dünyada. İşçi sınıfının bu örgütsüz yapısı devrimci sosyalistler tarafından değiştirilmeksizin kaldıkça, ortaya çıkan kitle seferberlikleri, Suriye’de ve Ukrayna’da görüleceği üzere, oldukça çarpık bir görünüm kazanıyor. Ancak bu çarpıklık sadece teorik düzlemde analizi yapılacak bir unsur olarak kalmayacaktır. Derin bir ekonomik ve politik krizle iç içe giren muazzam bir örgütsüzlüğün sentezlenmesi, bizim “çarpıklık” dediğimiz olguyu somut hayatta son derece görünür kılacaktır. Burjuvazinin bir seçenek olarak iflas ettiği ve işçi sınıfının da bir alternatif sunamadığı bir sosyal durum, Hitlerlerin ve Francoların sermayenin rahminden çıktıkları gündür.

İşçi sınıfının çığlığını duymak

Rebecca Gallagher, Primark şirketinden aldığı elbiselerle eve geldiğinde etiketlerde “Zorla uzun saatler çalıştırılıyoruz” yazdığını görmüş. Rana Plaza katliamında can veren yüzlerce Bangladeşli işçinin sınıf kardeşleri, protestolarını böyle bir yöntemle dünyaya duyurmaya çalışmış.

Bangladeş’in çığlığını duyamadıysak daha yakın bir coğrafyaya çevirebiliriz gözlerimizi: Ankara. Adalet Bakanlığı Ek Binası’nda çalışan ve aylardır maaşlarını alamayan taşeron inşaat işçilerinin binadan sarkıttıkları pankartta şöyle yazıyordu: ” Çalış-çalış-çalış, paralar nerede?” İmza: Sahipsiz-Sen!”

Pankartta yazılanlar, onu, klasik bir direniş pankartından daha fazlası yapıyor. İşçi sınıfı, devrimci bir önderliğin kılavuzluğunun yokluğunda çeşitli yollarla çığlığını duyurmaya çalışıyor ve sol siyaseti açıkça göreve çağırıyor. “İnsanlığın krizi, devrimci önderlik krizine indirgenmiştir.” çıkarımının ardında yatan politik doğruluk oldukça çarpık bir şekilde somutlaşıyor.

Bu çarpıklığın birkaç sebebi var. Bunlardan en mühimi, devrimci önderlik krizinin bir gerçeklik olarak yerini bir başka olguya bırakmasıdır. İDP Girişimi’nin çıkardığı Mesafe isimli kuramsal yayın organında da üstüne değinildiği üzere, artık devrimci önderlik krizinden değil, devrimci önderliğin inşası krizinden bahsetmek daha doğru olur. Zira devrimci önderlik denince akla gelebilecek olan tek örgüt olan 4. Enternasyonal’in kuvvetleri dağılmış ve parçalanmış bir vaziyettedir. Dörtçü güçlerin birliğinin sağlanması yönünde atılacak olan her adımın iki önemli getirisi olacaktır. Birincisi, gerçekten sınıfçı bir dünya partisinin inşasında alınan yol ve ikincisi de işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız örgütlenmesidir.

“Sahipsiz-Sen” pankartıyla ifade edilen örgütsüzlük durumu aslında sermayenin aralıksız gelen saldırı politikalarının arkasında yatan cesaretin de kaynağına ışık tutuyor. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü, burjuvazinin cesaretini ve saldırganlığını örgütlüyor. Bugün, burjuva yanlısı sarı sendikal örgütler ve sınıf kurumları da dahil olmak üzere, en büyük işçi sınıfı örgütünü “Sahipsiz-Sen” oluşturmaktadır. Milyonlar değil, milyarlar bu sendikada örgütlüdür.

Lenin soruyor: Ne yapmalı?

İşçi sınıfı eğer örgütsüzse, sahipsizdir. Ancak bu “sahipsizlik” de son derece sınıfsaldır. İşçi sınıfının “sahipsizlik” halinin gerçek anlamı, burjuvazinin ve onun örgütlerinin kuyruğunda olduğu anlamına gelir. Bu nedenle örgütsüzlüğe karşı verilen mücadele, aynı zamanda örgütlenmenin aleyhinde propaganda yapan yeni ve “gökkuşağı” sola karşı da verilen bir politik mücadele biçimini almak zorundadır. İşçi sınıfının kendi öz deneyimleriyle bir örgütlülük yaratmasını bekleyen anlayış da politik boşluğun burjuva alternatifler tarafından doldurulmasına yol açmaktan başka bir işe yaramaz.

Sermaye sınıfı kendi tarihinin neredeyse en sert ve derin sömürü politikalarını demir bir yumruk aracılığıyla işçi sınıfına yuttururken emekçiler soruyor: Ne yapmalı?

Sahipsiz-Sen’de örgütlü olduğunun bilincinde olan işçiler, bu konuda çok önemli bir kanal açıyorlar sosyalist kuvvetlere. Sahipsiz-Sen’de örgütlü olduğunu belirtmek, kesinlikle bir dertlenme ve sızlanma örneği değil! Aksine proletaryanın ayrı bir toplumsal sınıf olduğunun ve ayrı bir sınıfın ayrı bir örgütlenmesi olması gerektiğinin bilincine varıldığının bir göstergesi.

O halde varılan bu bilincin yaygınlaştırılması ve hatta iktidarın devrimci fethinin iknasına değin derinleştirilmesi gerekiyor. Ancak bu kadarı da yeterli değil. Bilinçlenme ile örgütlenmenin paralel bir düzlemde akması ve devrimci, sınıfçı araçlar aracılığıyla akması da başka bir şart.

Sadece %10’unun sendikalarda örgütlü olduğu ve sadece %5’inin toplu iş sözleşmesi hakkı olduğu bir işçi sınıfı, Türkiye işçi sınıfı. Bu sınıfın öne çıkan kesimleri 78 adet siyasal partinin olduğu bir ülkede “Sahipsiz-Sen” pankartı açıyor. Bu durum, sınıf devrimcileri, devrimci sosyalistler için çıkarılması gereken önemli dersler barındırıyor.

Bugün yeni Ekim Devrimlerinin en büyük potansiyel gücü Sahipsiz-Sen’dir. Tabiri caizse “bu sendikanın içerisinde entrizm yapmamız”, sosyalist inşanın ihtiyacını hissettiği yakıcı bir görevdir. Bugün emekçi sınıfların alanları doldurduğunda karşılaştığı politik boşluk, diyalektik olarak kendi karşıtını içerisinde barındırmaktadır. Hem de oldukça radikal bir biçimde! Leninist program ait olduğu yerlere, fabrikalara, atölyelere, iş yerlerine çağrılmaktadır. Bu çağrıya kulak kabartalım, onu takip edelim. Nitekim bu çağrı, insanlığın kurtuluşunun çağrısıdır.

Yorumlar kapalıdır.