Sezon başladı, tribünler boş

Türkiye Futbol Ligleri’nde yeni sezon başladı. Milyonlarca Avroluk transfer harcamaları, kavga, gürültü, şike tartışmaları, her hafta sonu birilerini asıp kesmek için binlerce TL maaş alan futbol yorumcuları yine baş köşeyi tuttular. Ancak bilinegelenlerin dışında bu sezonun yeni bir tartışma konusu daha var: boş tribünler.

Geçtiğimiz sezonlarda 20 binin üzerinde seyirci ortalamaları tutturan İstanbul’un büyük statlarında bile seyirci ortalamaları 5 binin altına düştü. Maça gitmenin popülaritesini yitirmesinde oyundan başka her şeyin konuşulmasının yanı sıra, devreye giren e-bilet sistemi etkili oluyor.

E-bilet’in alelacele uygulamaya sokulması neredeyse tüm tribünlerin siyasallaştığı Gezi dönemiyle birlikte ele alınmalı. Sosyal bileşiminin ağırlığını işçi ve kent yoksullarının oluşturduğu taraftar gruplarının önemli bir kısmı da Gezi hareketinin doğrudan içerisindeydi. Çarşı’nın sokak çatışmalarının bir dönemine damgasını vurması, farklı takımlardan taraftarların kardeşlik sloganlarıyla Taksim Meydanı’nı doldurması, sermayenin futbol dizaynının sınırlarını fazlasıyla aşmıştı. Dahası Gezi’den aylar sonra bile televizyondan maçları takip eden birisi, Lig TV’nin tüm ses kısma çabalarına karşın Gezi sloganlarını işitebilirdi. E-bilet, sermaye partisi AKP’nin toplum üzerindeki azami denetim uygulamalarında da sıkça kullandığı bir sosla, tribünlerin şiddetten arındırılması vaadiyle uygulamaya sokuldu. Sistem temelde her bir futbol seyircisini kimlik bilgileriyle etiketlemeyi ve artık her yerde olan kameralarla muhalif slogan ve bireyi kolayca tespit edebilmeyi hedefliyor. Gündemi meşgul eden diğer bir olayı, Çarşı üyelerinin silahlı örgüt kurmak, darbe teşebbüsü gibi suçlamalarla müebbetle yargılanmaya başlamasını da, denkleme eklediğimizde AKP’nin Gezi sonrası azami tahakküm rejiminin tribünleri de son hızla kuşattığını söylemek yerinde olacak.

Seyirciler olmadığında futbolu yönetmek hayli kolaylaşmış olsa gerek. Ancak, yukarıdan gelen basınç kapitalist ekonominin iç çelişkilerini de boyutluca gün yüzüne serdi. Yaygın kullanımıyla “endüstriyel”, daha doğru tanımla kapitalize futbol seyirciyi müşteriye dönüştürmek üzerine kuruludur. E-bilet boykotlarıyla birlikte stadyumlar dolmuyor. Bunun yanı sıra pazar ürünlerinden elde edilen kârlar düşüyor, ülkenin en büyük kulüplerinden ikisi sponsor bulmakta zorlanıyor, kulüplerin neredeyse tümü borç içinde. Sermayenin azami kontrol güdüsü ile hedeflenilen kârlı dizayn birbirine çarpıyor. Zemininde iki pas yapılamayan Olimpiyat’ın, insanı TV başında bile üşüten soğuk, gri görüntüsü ülke futbolunun ahvalini yansıtmaya çalışır gibi. Velhasılıkelam, hayat fena halde futbola benzediği gibi ülke futbolu da fena halde kırılgan, stratejik yönelimleri birbirine çarpan ülke ekonomisini andırıyor.

Oyun alanı insanlığın alanıdır. Futbol tarihinde de işçi ve emekçiler hep yer buldu ve bulacak. Ne toplumsallaşan hareketler oyun alanından koparılabilecek ne de performans-verimliliğin en acımasız halleriyle (Her maç sonrası gazetelerdeki Olcay 5, Gökhan 6, Oğuzhan 7 tabloları) oyun insansızlaştırılabilecek. Son sözü yıllarca Lazio, Parma, Inter gibi kulüplerde top koşturmuş Arjantinli ön libero Matias Almeyda’ya bırakalım: “Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu tamamen düzmece bir dünya. Bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor; ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim. Bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim; ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum”

Yorumlar kapalıdır.