Kobane’den sonra; Süreç mi Heval?
Kobane’nin düşüşüne bel bağlayan AKP hükümeti Kürt siyasi önderliğini masada dizleri kırılmış bir biçimde oturtma planları yapıyordu. Kobane kahramanca bir savunmanın ardından düşmedi ve AKP hükümeti büyük bir öngörüsüzlük yapmış olmasına rağmen, Kobane sonrasında, müzakere sürecinde hamle üstünlüğünü korumaya çabalıyor.
Senin olanı sana vermem!
Türkiye hükümeti her ne kadar dış politikada “stratejik yalnızlığı”nı kutsama çabaları içerisinde girse de, dünya burjuvazisinin benzer deneyimlerine bir miktar çalışmışa da benziyor.
Daha önce Bask, Katalonya ve Kuzey İrlanda bölgelerinde emperyalizmin “çözümü” Türkiye’de denenmekte. AB vesilesi ile HDP saflarında da referanslaşan bu “çözüm”ü dil, kültür, kimlik ve idari sistem konularında kitlelere geçici rahatlamalar sağlayarak, sömürgeci devletin sömürülenin burjuvazisi ile yaptığı ittifak ile meşruiyetini tanıtması olarak özetleyebiliriz.
Türkiye’de çözüm süreci de hükümetin gözünde tam olarak bu gerekliliklere işaret etmekte. Öyle ki, hükümet anadilde eğitim ve yerellik gibi sorunları ancak çözüm sürecine bağlayarak elinde koz biriktirmekte. Oysa ki, ifade edilen taleplerin kendisi, PKK ile görüşmeler nasıl giderse gitsin, demokratik olduğunu iddia eden herhangi bir ülkenin derhal hayata geçirmesi gereken son derecede haklı ve meşru taleplerden oluşuyor.
Anadilde eğitimin tanınması, Terörle Mücadele Kanunu’nun lağvedilmesi, tüm siyasi tutsaklara özgürlük gibi temel demokratik talepler derhal hayata geçmelidir. Sürecin diğer alternatifi temel hakların elden alınması ve çatışma ortamına dönmek olmamalıdır. Hükümetin temel demokratik taleplere dair bu tavrı güvenilmezliğin başlıca emaresidir.
Pasifleştirmeden parçalamaya
AKP hükümetinin çözüm sürecine dair attığı adımları üç eylemle tanımlamak mümkün. Öncelikle Kürt sorununun çözümü için kendisinden başka bir muhatap olmadığını ifade etti. Tüm kazanımların Kürt hareketi sayesinde değil doğrudan AKP ihsanı ile geldiğini ortaya koymaya çabalayarak muhatapsızlaştırmaya gitti. Sonrasında (ve halen) sürdürdüğü politika ise Kürt siyasi önderliklerini resmen muhatap kabul etmezken kitleleri pasifleştirdikçe muhatap alabileceği ve görüşmeleri sürdüreceği kozunu kullanmak oldu. Müzakere sürecinin devamlılığı için hükümetin kamu düzenini şart koşması (Kobane eylemlerinin sonlandırılmasını istemesi) böylesi bir duruma dair en belirgin önek olabilir.
Ancak hükümet pasifleştirme ile de yetinmeyeceğe benziyor. Öyle ki, İmralı görüşmelerine dair kimi isimleri veto etme hakkını halen elinde bulundurmakta. Şu aşamada Öcalan görüşmelerine katılan kanat, Kürt sorununun çözümü için Erdoğan dışında başka bir muhatabın olmadığını ifade eden isimlerden oluşup, hükümetin de onayını almaktadır. Alternatif yahut muamma seslerin hükümet vetosu ile görüşmenin dışında kalması da Kürt siyasi hareketinin içerisindeki çatlakların varlığından yana hükümetin kimi beklentilere yöneldiği anlamına gelebilir.
Zira hükümet açısından, hak almayı öğrenen kitlelerin (bu kez belki de yoksulluğa karşı yahut doğrudan kaderini tayin hakkı için) yeniden seferberliğe kalkışmasını engellemek için ya seferberliğin ve siyasi önderliğin parçalanması ya da bir siyasi önderliğin kitle seferberliklerinin önüne geçeceğinin güvenilir bir garantörü haline gelmesi gerekmektedir.
Devlet mi faşist değil, program mı devrimci değil?
Öcalan ile yapılan son görüşmede Öcalan’ın tarihli bir biçimde eylem planını ilettiğini öğrenmiş olduk. Eylem planının ayrıntılarını bilemesek de seçim dönemine parti olarak girmeye yönelik iyi bir hazırlık, anadilde eğitim ve de yeni anayasa gibi başlıklar Sırrı Süreyya Önder tarafından dile getirildi.
Baraj problemine dair Önder’in açıklaması şöyle oldu: “Bu programa dünyanın hiçbir faşist barajı dayanamaz”. Öyle ki, dünyadaki herhangi bir faşist rejimin seçimle yıkıldığı görülmediği gibi, herhangi bir faşizmin demokrasi yanlısı bir programla, içeriği ne olursa olsun, görüşmeyeceği kesindir. Bu küçük ayrıntıyı bir kenara bırakacak olursak, hükümetin uluslararası politikadaki “değerli yalnızlığı” beş para etmezken, hızla bir ulusal yalnızlığa sürüklenmekte olduğu da aşikar. Hükümet ve Erdoğan bir yandan yargı-cemaat ile uğraşırken yolsuzluk operasyonlarından aklanmış durumda değil ve devlet bürokrasisinin kontrolünde olmayan kanatları ve uluslacılar ile hesaplaşması da tamamlanmamış halde beklemekte. Bu çerçevede, temelde neoliberal programlara daha uyumlu olan ve artık kelimenin gerçek anlamı ile AKP kadroları için hayat meselesi haline gelmiş olan, kendi varlığını sağlama alacak bir anayasanın hazırlanması için, hükümetin değerli bir yalnızlıktansa bir müttefike ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Başka ve iyi bir niyetle dahi yapılmış olsa da, Soma ve Ermenek’e dair verilen gensoruların HDP tarafından geri çekilmesi ve yolsuzluğa dair oluşturulmuş olan meclis araştırma komisyonundan yine HDP’nin çekilmesi bu süreçte AKP’nin faydasına olmuştur.
Ölümler son bulmadı ki Heval!
HDP sözcüleri tarafından aslında bir devlet projesi olan Çözüm sürecinde AKP’nin tek alternatifinin “darbe mekaniği” olduğu dile getirilirken, müzakerenin karşısındaki senaryonun savaş ve ölüm olduğu ifade ediliyor. Öyle ki 2014 Newrozu’nda Öcalan’ın mesajı çatışmazlık sürecinden beri tek damla kanın akmadığı doğrultusunda idi. Anlaşılan o ki, 2014 Newroz’unda Lice’de kalekol yapımına karşı gösterilen protestoda yaşamını yitiren Medeni Yıldırım’ın ölümü “münferitti”. Gezi sürecindeki ölümler de öyle. Sonrasında Kobane dayanışma eylemlerinde öldürülen 75 Kürt ise, 35 bin artı yetmiş beş olarak istatistiklere geçecek gibi. Tıpkı AKP iktidarı altında 12 yılda iş cinayetlerinde ölen 15 bin işçi gibi.
Bir asker-polis yahut polis-asker rejiminden elbette ki kaderini tayin hakkının sahiplenilmesini bekleyemeyiz. Ancak kısmi demokratik hakların bahşedilmesinin de yalnızca devlet ve burjuvazi çıkarına, tabiatı ile de kitlelerin birliğinin zararına yapılabileceğini biliyoruz.
Muhatapsızlaştırmadan pasifleştirmeye varan buradan da parçalamaya varması hedeflenen çözüm sürecine karşı, tüm acil demokratik hakların tanınmasından yanayız. Ancak Öcalan/PKK/HDP önderliklerinin tüm düşüncelerine rağmen, sürecin bir bütün olarak Kürt kitlelerinin taleplerini karşılayamayacağını biliyor ve dahası ölümlerin durmadığını görüyoruz.
Buna karşılık güvenilir ve kalıcı bir barışın gür sesi Kürt emekçilerinin kulaklarında halen yankılanıyordur. Zonguldak maden işçileri Ankara’ya yaptıkları yürüyüşte “Zonguldak-Botan el ele” derken gerçekçi bir çözümün ve en güvenilir muhatabın kim olduğunu haykırmışlardı.
Mevcut kazanımların (ölümlerin yavaşlaması dahil) nasıl da hükümetin elinde olduğunu görüyoruz. Avrupa’daki örnekler ise yaşayacaklarımızın teminatı olarak durmakta. Kalıcı ve gerçekçi bir çözüm için kaderini tayin hakkının derhal tanınmasından ve bunu tanıyacak bir işçi emekçi hükümetinden yanayız!
1- Ayrıntılı Bilgi için Bak: www.iscicephesi.net/ulusal-sorun/guncel-meseleler/1266-bask-cozumsuzlugu ve Murat Yakın, İspanya Modeli ve Kürt Sorunu Mesafe 7. sayı
Yorumlar kapalıdır.