Şükür, fıtrat, cemaat, islamofobi, laiklik, sol – 1

1990’lı yılların başıydı. Henüz o dönemde laiklik tartışmaları ülke gündemini işgal etmiyordu. Darbenin ardından burjuvazinin tek gündemi sermayesini daha da büyütmekti. Özal’ın prensleri, hayali ihracat ile servetine servet katıyordu. “Benim memurum işini bilir” devriydi. O zamanlar daha paralel devlet, üst akıl yoktu. Zonguldak madencilerinin grevleri ve kamu emekçilerinin mücadeleleri hükümetleri eski korkularıyla yeniden yüzleştirdi. Devlet açısından düşman hala işçi sınıfı ve soldu.

Türkiye’de o yıllarda mücadele içerisinde olan çoğu devrimci gibi benim de sağ yanımda bir Kemalizm yatıyordu. Üniversite kampüsünde laiklik temalı afişlerimizi indiren Müslüman Gençlik ile süren kavgalarımızdan sadece bizim haberimiz vardı. Toplumun böyle bir kaygısı henüz yoktu. Bizler de toplumu anlamaktan çok uzaktık… Hele dindar kesimleri anlamaya hiç çalışmıyorduk. Kendi faunamızda en iyiyi bildiğimizi düşünerek, kendi yalnızlığımızla avunuyorduk. Şartlar elbet olgunlaşacak ve bu “cahil” ama temiz kalpli halk bir gün bizi anlayacaktı.

Ve 94 yerel seçimleri geldi. Ülke koalisyonlar ve siyasi krizlerden geçiyordu. Yolsuzluk, rüşvet ve çürümüşlük dört bir yanı sarsmıştı. Seçim sonuçlarını okulun kafesinde izliyordum. İstatistikler bir türlü düşmedi ve İslamcılar kazandılar. Şok içerisindeydim, bir hata olmalıydı! Yoksa mollalar mı iktidara geliyordu?

Yozlaşmış burjuva partileri arasından denenmemiş İslamcı bir parti zaferle çıkmıştı. Sadece ben değil, herkes şoktaydı. Bu zafer, Milli Görüş önderliğinde siyasal İslamcıların uzun yürüyüşünün önemli bir adımıydı. Bu zafer bugünkü AKP iktidarının ve onun kontrolündeki çıkar ve dayanışma ağlarının oluşumunu sağladı. Belediyelerden akan kaynaklar partinin ekonomik gücünü pekiştirdi.

Seçim sonuçları her ne kadar bir sürpriz gibi görünse de, burjuva partilerin çürümüşlüğü, yolsuzluk, yoksulluk bu zaferin yolunu açmıştı. Ve biz sosyalistler de geniş toplumsal kesimleri anlamıyorduk. Meseleye İran devriminin travmasından bakıyor, Kemalizm’in ve Stalinizmin pozitivist bakış açısıyla geniş toplumsal kesimlerin fikirlerini göz ardı ediyorduk. Ve işçi sınıfının farklı cemaatlerle kurduğu manevi ve aynı oranda maddi bağı göremediğimiz için seçim sonuçlarından da şoka uğramamız normaldi.

İslamcıların bu zaferi rejim içerisinde de bir infiale neden oldu. “Laiklik elden gidiyor” her yerde yankılanıyordu. Dindar kesimleri anlamaktan uzak, tepeden inme bir laiklik anlayışıyla toplumsal kutuplaşma derinleştirildi. Rejimin, siyasal İslam karşısında mekanik ve despotik bir anlayışla laikliği zorla kabul ettirilmeye çalışılması sonucunda İslami hareket manevra kabiliyetini arttırdı.

Tüm bu tartışmalar işçi sınıfını daha fazla parçalar nitelikteydi. Özellikle solcu ve dindar işçiler arasındaki kutuplaşma çok belirgin hale geldi. Oysa bu tartışmanın işçi sınıfı lehine bir niteliği yoktu. Ve o günden bu yana sınıfsal temellerinden koparılmış, bir laiklik-İslamcılık, gericilik-ilericilik tartışması içerisinde debelenmeye devam ediyoruz. Oysa laikliğin işçi sınıfının yararına olduğunu işçilere anlatacak daha güçlü bir metoda ihtiyacımız var.

Ve ardından 1995 seçimlerinde Refah partisi yüzde 96 oy artışı ile bir zafer daha elde etti.  Ama oyları sadece yüzde 21’di!

Bu gergin ortam 28 Şubat 1997’de gerçekleşen ve post modern darbe olarak anılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ile zirvesine ulaştı. “İrticayla Mücadele Eylem Programı” sonucunda başörtüsü yasakları yaygınlaştı. Birçok kişi memurluktan uzaklaştırıldı. Asker ve sivil bürokrasinin politik baskıları İslamcıları bastırmak bir yana meşruiyetlerini arttıran bir işlev gördü. İkna odalarında zorla başörtüsü çıkarılmaya çalışılan öğrenciler sayesinde başörtüsü daha yaygın hale geldi. Milli Görüş önderliğinde İslamcılar geniş emekçi kitlelere seslenebilme olanağını elde ettiler.

Ardından tartışmalar, kavgalar, krizler, koalisyonlar birbirini izledi. Rejim, İslamcıların iktidarda kalmasını istemiyordu. Bu kaosun içerisinden çıktı AKP. Burjuvazinin önderliğine muhafazakâr liberal bir burjuva program ile talipti. Anadolu sermayesinin tam desteğini almıştı. Erbakan’a göre daha ılımlıydı. Batıya dönmüştü yüzünü. Ve 2002 seçimlerinde oyların yüzde 34,28’ini alarak birinci parti seçildi.

AKP bu seçim başarısını, başta Gülenciler olmak üzere çeşitli İslamcı cemaatlerin, liberallerin ve Anadolu sermayesinin ortak koalisyonu ile elde etti. İktidarı boyunca hep tartışılır pozisyonda da olsa burjuvazinin önderlik krizini çözdü. Kısmi ekonomik başarılar ve güçlü ekonomik dayanışma ağları ile işçi sınıfını ve yoksulları bayrağı altında daha güçlü toparladı. Bu güçlü koalisyon Gezi ayaklanmasının ardından dağıldı. Gezi’nin ardından hükümetin dikişleri bir daha hiç tutmadı.

Dönem dönem güçlü şekilde açığa çıkan laiklik tartışmaları, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bir kez daha gündeme geldi. Bunun temel nedeni, Saray rejiminin OHAL koşullarından güç alarak, kanun hükmünde kararnamelerle kör topal da olsa varolan laiklik ilkesini tartıştıracak kararlar alması. Bugün bir şeriat isteğinden çok, İslamcı bir popülizmle laiklik delik deşik edilmiş durumda. Dinsel doğmalar her gün daha fazla sosyal hayata sokulmakta. Bu gerici dalgayı püskürtmemiz gerektiği aşikâr. Peki, ama nasıl?

Türkiye’de bir şeriat riski güncel olarak var mı? İslam karşıtlığına düşmeden dindar işçileri programımızın bayrağı altında nasıl toparlayacağız? İşçi sınıfı içerisinde neden ve nasıl laikliği savunacağız? Fıtrat kültürü, cemaatler sınıf mücadelesinin neden düşmanıdır? İslamofobi Türkiye’de de var mı? Tartışmaya yazının ikinci bölümünde devam edeceğiz.

Yorumlar kapalıdır.