Serkan Öngel ile krizin işçi sınıfına etkisi ve metal grevi üzerine röportaj
Serkan Öngel ile krizin işçi sınıfına etkisi ve metal grevi üzerine röportaj
İşçi sınıfının ağır yenilgilerinin ardından: Sınıfın kendisini ortaya koyabileceği ortak talepler belirlenmelidir!
Ropörtaj: Sedat Durel
Tarih: 30 Ocak
Serkan Öngel Kimdir?
Uzun yıllar KESK’te ve DİSK’te sendika uzmanlığı yapmış, yakın döneme kadar da DİSK-AR çalışmalarının başını çekmişti. Birleşik Metal İşçileri Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nde çalışmaları yayınlamaktadır. Aynı zamanda Gaziantep Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olan Öngel, BirGün gazetesinde haftalık olarak köşe yazıları yazıyor.
Sedat Durel: Birgün gazetesinde “Yabancı sermaye ve gerçekler” başlığıyla yayımlanan son yazınız çok önemli bir veri içeriyor. Türkiye’deki üretimin %14’ü yabancı firmalar tarafından yapılıyor ve bu üretimden kaynaklanan değer yurtdışına akıyor. Bu durumda, Türkiye’deki üretim planlamasının o kadar da “yerli ve milli” olmadığını söylemek mümkün olur mu? Ya da bu veriyi nasıl okumak gerekiyor?
Serkan Öngel: Türkiye’de özellikle küreselleşme sürecine eklemlenme anlamında önemli bir yapılanma söz konusu. Özelleştirme süreçleri de bunu besleyen temel unsurlardan biri olmuş durumda. Özellikle rakamlara baktığımızda yabancı kontrolün en yüksek olduğu alan olarak %90’lar civarında bir ağırlıkla tütün sektörü görünüyor ki, bu yakına kadar TEKEL’in yani devletin elinde olan bir sektördü. Yani bu, bir dönem açısından hedeflenen noktaya varıldığının bir işareti. Artık Türkiye, sermaye açısından baktığımızda, uluslararası küresel pazara üretim yapan ihracata dayalı bir modelin gereklerini yerine getirmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla dünya sisteminin içinde bir yerde konumlanmış durumda. Bu da “değer zincirleri” dediğimiz mal ve hizmet akışlarının lider şirketler tarafından organize edildiği yeni tip bir sermaye organizasyonun, mekânsal örgütlenmesinin Türkiye’ye düşen boyutu. Tabii bu boyuta baktığımızda geleneksel, bildiğimiz birtakım şablonlar burada da devreye giriyor. Artık, tasarım, AR-GE, inovasyon daha çok erken kapitalistleşmiş ülkelerde yoğun bir şekilde sağlanırken, bizim gibi ülkeler çoğunlukla emek yoğun alanlarda yoğunlaşıyor. Türkiye’deki ihracat temelli yapılanmada öncü sektörlerin büyük oranda yabancı kontrolünün de yüksek olduğu sektörler olduğu görülüyor. Mesela otomotiv, Türkiye’deki ihracatın en önde gelen sektörü durumunda ve toplam ihracatın önemli bir bölümü bu sektör kaynaklı. Dolayısıyla, “Türkiye sermayesi” diye bir sermayeden bahsetmek çok mümkün değil. Yani bu dönemin ruhuna uygun değil.
TCMB’nin tuttuğu yatırım giderleri hesaplarına baktığımızda, (ki aradaki fark kâr transferi olarak niteleniyor) yurtdışında yerleşik sermayenin Türkiye’deki yatırımlarından elde ettiği 13 milyar dolarlık bir geliri söz konusu. Bu transfer ister sıcak para akışı açısından, ister üretken sermaye açısından olsun devasa bir rakam. 3 milyar dolar kadar ise Türkiye’deki yerleşik yatırımcıların yurtdışındaki yatırımlarından elde ettiği gelir. Aradaki fark ciddi bir rakam. Türkiye dönemin ruhuna uygun bir şekilde, küresel sisteme eklemlenmiş durumda. Ancak veriler bunun sonuçlarının pek de lehte bir durum yaratmadığını gösteriyor.
SD: Sonuçlardan söz açılmışken, önümüzdeki dönemde bahsettiğiniz tablonun işsizlik rakamları üzerinden kendini göstereceğini söyleyebilir miyiz?
SÖ: AKP’nin dayandığı sermaye grupları açısından baktığımızda, bu sektörler de istihdamın büyük bir kısmını kendi içine çeken sektörler. Özellikle emek yoğun bir sektör olan inşaat sektörü. AKP’li yıllarda inşaat sektörü ilave olarak 1 milyon kişi istihdam yarattı. TUİK rakamlarına baktığımızda inşaat sektöründe istihdam edilen işçi sayısı iki katına çıkmış durumda. Toplamda 2 milyon civarında işçiden bahsediyoruz. Herhangi bir krizin ilk vurduğu alanlardan bir tanesi de bu sektör. 2008 krizi ve benzer dönemlerde hükümetler altyapı gibi birtakım inşaat faaliyetleriyle bu krizleri aşmaya çalıştılar. Ama diğer taraftan baktığımızda, bina inşaatı gibi altyapıya dönük olmayan inşaat biçimlerinde çok hızlı daralmaların yaşandığını görüyoruz. 2000 yılından beri baktığınızda, ekonomi %3 küçüldüyse inşaat sektörü %9 küçülmüş. Ekonomi %3 büyüdüyse %9 büyümüş. Yani katlayan bir etkiden söz edebiliriz. Dolayısıyla ekonomideki herhangi bir kriz inşaat sektörünü vurduğu oranda, istihdamı da katlayarak daraltacaktır. Diğer taraftan finans sektörünün de önemli bir kısmı krediler üzerinden inşaat sektörüne eklemlenmiş durumda. Halkın büyük bir kısmı borçlanmış durumda. Bütün bu dengelerin altüst olduğu bir evreden geçiyoruz. Dolayısıyla etkileri çok daha kuvvetli, derin olacaktır. Nitekim, Türkiye’de AKP geldiğinden beri işgücü piyasalarında bir kriz var. Dinmeyen, artık kronikleşen bir krizden söz ediyoruz. Bu kriz şu an aslında 2009 krizindeki boyutlara ulaşmış durumda. Yalnızca birtakım yeni mekanizmalarla bu krizi çözmeye çalışıyorlar. Özellikle 2009 krizi sonrası gündeme gelen istihdam rejimiyle beraber aktif işgücü projelerinin hızla devreye girmesi, toplum yararına çalışma, işbaşı eğitimleri, mesleki eğitim gibi süreçlere katıldığınızda işsizlik rakamlarına yansımıyorsunuz. Çünkü TUİK’in tanımına göre herhangi bir fayda sağlamış oluyorsunuz. Bu da var olandan daha az gösteriyor rakamları. Bir de işsizliğin hesaplanmasında yöntem değişikliği var tabii.
SD: Dünyada da böyle bir kriter var mı? Örneğin, Almanya da bu şekilde mi bakıyor işsizliğe?
SÖ: Genelde ILO’nun ve EUROSTAT’ın birtakım standartları var. Zaten sürekli yapılan değişiklikler bu standartlara uyum adı altında yapılıyor. Ama burada zaman zaman uyum noktasında problemler çıkabiliyor. Çünkü ülkelerin kendilerine has bazı özgünlükleri var. Türkiye gibi çalışma çağındaki nüfusun yarısının istihdama katıldığı bir ülkeyle, %70’lerin üzerinde bir işgücüne katılımın söz konusu olduğu Almanya gibi bir ülkeyi aynı kefeye koyduğunuzda, ya da tarım alanında hâlâ %20’lerin üzerinde bir istihdamın olduğu bir Türkiye ile %1’ler civarında bir tarım istihdamının söz konusu olduğu Avrupa ülkelerini aynı kefeye koyduğumuzda yöntemsel açıdan sağlıklı olmayan sonuçlar elde edebiliriz. Elma ile armudu aynı kefeye koyup değerlendirmek gibi. Halbuki burada, iki farklı yapıdan söz ediyoruz. Evet uluslararası istatistikler, karşılaştırmalar son derece önemli veriler sunuyor ancak, Türkiye’nin özgünlüklerini görmeyen bir yaklaşım da aynı oranda sorunlu. Mesela, umudu kesik olduğu için çalışma hayatına katılmayanlar. Bunlar Türkiye’de özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde çok yoğun sayılarda. Bir dönem işsizlik rakamları bu bölgelerde ortalamanın ciddi şekilde altında göründü. Örneğin Urfa bir dönem işsizliğin en düşük olduğu şehir olarak yansıdı. Umudu olmayanları kattığınızda aynı bölgedeki işsizlik rakamları %30’ları buluyordu. Dolayısıyla eğer siz, Türkiye’ye dönük politikalar üretecekseniz bu gerçeği de gören bir projeksiyonla hareket etmeniz gerekiyor. Eğer, TUİK hükümetin öngördüğü biçimde hesaplama yöntemlerinde değişikliğe gitmeye devam ederse geleceğe dönük çok sağlıklı veriler alamayacağımızı söyleyebiliriz. Mesela, uzun zamandır Türkiye’de Milli Gelir’de emeğin payını göremiyorduk. Çünkü böyle bir rakam açıklanmıyordu. Bu açığı birtakım uyarlamalarla birlikte uluslararası kimi kurumlar göstermeye çalıştı. Bu veriler ışığında Türkiye’deki trajediyi görebiliyoruz. Emeğin Milli Gelir’den aldığı payın 90’ların sonunda %52’den bugün %34’e kadar gerilediğini görüyoruz. Dünya’da böyle radikal bir düşüşün olduğu emsal yok.
SD: Bunu neye bağlayabiliriz?
SÖ: Özellikle Türkiye’deki çalışma sistemi içinde giderek daha fazla insan ücretli olarak çalışma hayatına katılıyor. Ancak, katma değeri düşük sektörlerde katılıyor. Nitelikli işler giderek azalıyor. Kamudaki istihdamın önemli bir kısmı taşeronlar üzerinden sağlanmaya başladı. Uzun bir dönem asgari ücret tartışmalarını yaptık. Çünkü asgari ücret gerçekten toplumun çok büyük bir kesimini ilgilendiren bir mesele halindeydi. Ama daha çarpıcı bir durum var: medyan/ortalama ücretler. Türkiye’de medyan ücretler EUROSTAT’ın verilerine göre o kadar gerilemiş ki, Romanya bile Türkiye’yi geçmiş durumda. Bulgaristan’la kafa kafaya gelmiş durumda. Dövizdeki son artışla beraber Türkiye büyük ihtimalle Avrupa’da son sıraya gerilemiş durumda. Yani, Türkiye’de AB ile yapılan asgari ücret karşılaştırmaları da sahici değil. Bizde asgari ücret daha yakıcı bir hikaye.
SD: Nihat Zeybekçi Ordu’da “Türkiye tüm dünyada milli gelire oranla en yüksek asgari ücrete sahip olan ülkedir” şeklinde bir demeç vermişti. Birincisi bu doğru değil. İkincisi eğer doğruysa bu çok daha kötü bir şey çünkü milli gelirin diğer ülkelerden çok daha düşük olduğu anlamına gelecektir.
SÖ: Tabii, Türkiye’de asgari ücret o kadar genelleşmiş durumdaki “genel ücret” denilebilir artık. Mühendisin bile asgari ücretle işe başladığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bu kadar genelleşmesinin temel nedeni ücretler için dibe doğru yarışta direnç gösterecek herhangi bir mekanizmanın olmamasıdır. Örgütlülük süreçlerinin çözülmesidir. Sendikal örgütlenmenin artık neredeyse yok hükmüne dönüşmesidir. İşgücü piyasalarında bırakın işten atılan arkadaşının arkasında durmayı, arkasından bile bakamayan bir çalışma rejimi Türkiye’de inşa edilmiş durumda. Hal böyle olunca kontrolsüz bir şekilde medyan ücretin aşağıya doğru gittiğini, tek direnç noktasının asgari ücret olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, asgari ücretin görece daha önemli hale geldiği bir durum söz konusu. Asgari ücret açışından Türkiye Avrupa’da üçüncü ligde. Burada 3 kategori var kabaca. 1000 euro üzeri ülkeler, 500-1000 euro arasında olan ülkeler ve 500 euro’nun altındaki ülkeler. Türkiye 3. kategoriye giriyor. Türkiye bu ligde üst sıralarda olabilir ama bu bir gösterge değil. Üstelik son gelişmelerle burada da tutunma şansı yok.
Sermayenin etkinliğinin bu kadar artmasının bir başka göstergesi de bunun yönetişim anlamındaki mekanizmalarının açığa çıkması. Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) buna bir örnek. YOİKK Başbakanlık bünyesinde kurulmuş bir kurum. Temel fonksiyonu da Türkiye’deki ekonomi politikalarına rehberlik etmesi. Bu kurul yanlış hatırlamıyorsam 15 ile 20 arası CEO’dan oluşuyor. Bunlar ekonomiyi yönlendiren en büyük şirketlerin yöneticileri. İlla ki özel sektör olması da gerekmiyor. Örneğin Çin Bankası da burada olabiliyor, Fransız ALSTOM’da burada temsil edilebiliyor. Bu şirketlerin ve kurumların oluşturduğu bu kurul belli tavsiye kararları alıyor. En son bu kurulun toplandığı tarih Ekim 2016 sonu. Toplantı sonucu çıkan raporda Türkiye’deki ekonomik gelişmelere dair müthiş bir memnuniyetten bahsediliyor. İki sene önce yapılan toplantılara referanslar verilerek Türkiye’deki bürokrasinin özellikle bu konsey tarafından alınan kararları uygulamak konusundaki arzusu takdirle karşılanıyor. Ne var mesela iki yıl önceki önermeler arasında Varlık Fonu var. 15 Temmuz sonrasında hızla hayata geçirilen Varlık Fonu tam da bu kurulun iki yıl önce önerdiği bir şey. Ya da demiryollarının serbestleştirilmesi. Yine 15 Temmuz sonrası ilk alınan kararlardan biri. Yine takdirle karşılanan bir başka şey de arabuluculuk müessesesi. Yani aslında sermayenin ajandası biraz orada şekilleniyor. Hükümet de bunu kendine rehberlik eden bir kurum olarak görüyor ve önerileri hayata geçiriyor. Bu anlamda da sermayenin Türkiye’deki çalışma hayatı bakımından ciddi beklentilerinin karşılandığı bir yapıyla karşı karşıyayız bugün. Dünyada en uzun resmi çalışma sürelerinin olduğu ülkelerden biri Türkiye. En az tatil, en az hastalık izni olan ülkelerden biri Türkiye. Fiili çalışma süreleri için de aynı durum söz konusu. Sendikalaşma oranlarının da son derece minimize edildiğini de bu tabloya eklediğimizde sermaye açısından Türkiye “model” alınabilecek bir durumda. Kapitalistler açısından örnek alınabilecek düzeyde ciddi dönüşümlerin söz konusu olduğu bir ülke konumunda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunun etkilerini toplum da yavaş yavaş hissetmeye başlıyor. Özellikle hane halklarında sağlık sektörüne ilişkin harcamalardaki hızlı artışlar bu konuda önemli. Özel hastaneler yaygınlaşmış durumda. Zorunlu bireysel emeklilik sistemiyle sosyal güvenlik sisteminin kamudan tasfiye edilerek özelleştirilmesinin yollarını döşüyor. Bütün bunlara baktığımızda aslında çok çarpıcı bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu koşullar altında Türkiye’den ciddi bir sermaye akışının, kâr transferinin olması birbirini tamamlıyor. Türkiye’deki yatırım ortamının küresel sermaye açısından bu biçimiyle sürdürülebilir olması talep ediliyor. Diğer taraftan, bu kadar önü açılmasına rağmen güven anlamında küresel sermayenin kaygılarının arttığını görüyoruz. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirimleri bununla ilgili. Mevcut yatırımlarını “taşıma” noktasına gelmiş değiller ama buraya yatırım yapmak için daha önce bir düşünüyorlarsa bugün iki kere düşünüyorlar. O yüzden de hükümet, bununla ilgili olarak ürettiği bütün emperyalizm karşıtlığı, üst akıl,vs. gibi söylemleri bir kenara bırakırsak küresel sermayeyi ürkütmeme yönünde bir hassasiyet gösteriyor.
EMİS sözleşmesi de bununla ilgili bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. ABB, General Electric ve Schneider dünyanın bu sektörde küresel ölçekte en büyükleri. Dolayısıyla bu işyerlerindeki hareketlilik hemen karşılık buluyor. Metal Fırtına döneminde 12 Eylül öncesinde bile yapılamayan bir şey yapıldı. MESS parçalandı. Bu aslında sermayenin bugünkü yapılanmasıyla 80 öncesinin yapılanmasına sahip MESS’in uyuşmadığının bir göstergesi. Çünkü sermaye biçim değiştirmiş durumda. Daha küresel, daha doğrudan yatırımlara yönelmiş olan bir yapıya sahip. Tam da onun çatışması yaşandı aslında. Uluslararası şirketler, “kardeşim MESS’in Türkiye’deki ideolojik mücadelesinden niye ben mağdur olayım, niye bunun bedelini ben ödeyeyim” anlayışı ile bir kopuş yaşandı. Diğer taraftan da dirençli bir işçi kitlesiyle karşılaştılar. Üstelik MESS’teki bu kopuşun motivasyonuyla hareket eden bir işçi kitlesini kontrol altında tutabileceği bir durum da söz konusu değil. Çünkü MESS aslında Türk Metal aracılığıyla metal işçisini kontrol altında tutan bir mekanizmaydı ve parçalandı. Şimdi bu sözleşme aslına bakarsan, MESS sürecini baskılayacak bir sözleşme ve son dönemlerdeki en büyük kazanım.
SD: Bu sonuca nasıl ulaşılabildi? Sonuçta grevler milli güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle yasaklandı. İsteseler polis çağırıp “kafa-göz” kırma işine girebilecek durumdayken böyle bir şeyi niye göze alamadılar? Sadece işletmelerin korktuğu bir şeyler mi var yoksa hükümet de benzer korkulara sahip mi?
SÖ: AKP’nin metal işçisi içinde önemli bir tabanı da var, özellikle Gebze bölgesinde. Bu insanlar AKP tabanına yabancı insanlar değil. Dolayısıyla ona dokunduğunda bu belli tepkiler uyandırıyor. Hükümet bunu bir malzeme olarak vermek istemedi referandum öncesinde. Yasaklaması cesaretli bir şeydi. Belki pazarlık gücünü kırmak açısından bu yola gitti. Ya da teslim alırız, burada eylem devam etmez diye de düşünmüş olabilirler. Ama OHAL döneminde, kimsenin sesinin doğru düzgün çıkmadığı bir ortamda sendika Bakanlar Kurulu kararını tanımıyoruz diyerek eylemlere devam etme kararı aldı. O zaman “biz bunu nasıl çözeriz” noktasına geldiler. Bir taraftan sermayeye “ben her koşulda senin yanındayım” mesajı verilmiş oldu. Öteki taraftan da işçiden direnç gördüğünde kendi tabanını kaybetme riskine karşılık “biz bunu bir şekilde bağıtlayalım” dediler.
SD: Benim bildiğim kadarıyla yakın dönemde imzalanan en iyi toplu sözleşmelerden biri oldu bu.
SÖ: Tabii. Grev öncesi %17,5-23,5 arası zam talebi söz konusuydu. Grev yasağına rağmen grev yapılınca 18,5’ta imzalandı sözleşme. Belki grev yasağıyla işçinin pazarlık gücü kırılmış oldu ama işçi de geri adım atmadığı için Yüksek Hakem Kurulu’nun vereceği zamma razı gelmemiş oldu. Dolayısıyla burada AKP demin söylediğim nedenlerle sermaye kesimlerini ürkütmek istemedi. Onların arkasında durdu. Ama öteki taraftan da bu görüntüyü çok fazla sürdürmek istemedi. Buna rağmen, Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmasına rağmen, grevin daha yüksek bir artışla tamamlanması herhalde tarihsel bir vaka olarak kayda geçti. İşçiler arasındaki mücadeleci eğilimleri araştırmalarda da görüyoruz. Borçlanma düzeyinin çok yüksek olduğu, kaybedecek bir şeyin kalmadığı ve sonuna kadar gidelim dedikleri bir aşama bu. Tabii bu sermayenin aldığı ikinci büyük darbe. Birincisi MESS’in parçalanmasıydı. O süreçteki mücadele ardından Metal Fırtına’yı yarattı ama sermaye darbe alsa da toparlanmayı başarmıştı. Renault’dur belki mücadelenin halen sürdüğü bir fabrika. Renault hâlâ MESS’te. Türk Metal’in hamleleri hâlâ devam ediyor. Sermaye, devlet bütün imkanlarıyla saldırıyor. Ama Renault işçisi de teslim olmuş değil, hâlâ bir direnç devam ediyor. Türk Metal ana firmalarda Birleşik Metal’in tutunmasının önüne geçmeye çalışıyor. Şimdi EMİS ile MESS-Türk Metal ikilisi ikinci yenilgisini aldı. MESS sözleşmelerinde örnek olarak bu sözleşmeler duracak önlerinde.
Bu çok önemli bir kazanım noktası. Sermaye bunun rövanşını almak isteyecektir. Bu çok açık. Dolayısıyla işçiler üzerindeki baskının arttığı, kriz bahanesiyle işten çıkarmaların yaşanabileceği durumlar yaşanabilir. Bu da mücadelenin başka bir boyutu olacaktır diye düşünüyorum.
SD: Bursa direnişi, Türkiye işçi sınıfının son 30 yıldaki en ciddi direnişiydi. Son toplu sözleşme de yakın dönemin en ciddi kazanımı oldu. Fakat bu tür kazanımları Türkiye işçi sınıfının tamamına mal edememe, örnek haline getirememe gibi bir problemimiz var. Sence bunun sebebi nedir? Bu tür kazanımları yaygınlaştırmak için neler yapabiliriz?
SÖ: Burada bir birikim söz konusu. Metal sektöründe bu şekilde kazanımların gerçekleşiyor olması bir tesadüf değil. Türkiye’de sendikalar işçi örgütleri olma vasıflarını büyük oranda kaybetmiş durumdalar. Dolayısıyla Birleşik Metal diğer sendikalardan daha ayrıksı bir yerde duruyor. Kurullarıyla, eğitim politikalarıyla, araştırmalarıyla, yaptığı sosyal etkinliklerle, komiteleriyle tabana doğru değen örgütlü bir yapıdan bahsediyoruz. Herhangi bir sendika değil bu sendika. Zaten o kadar örgütlü bir yapı olmasaydı, işçiler sendikalarını bu kadar sahiplenmeseydi böyle bir başarı çıkma şansı çok da fazla yoktu. Son dönemde işçiler arasındaki birlik ve dayanışma ruhunun sendikanın da verdiği katkıyla birlikte çok önemli bir noktaya taşındığını söylemek mümkün. Dolayısıyla, burada ayakları yere basan, tabana basan mekanizmalarını işletebilen, çalıştırabilen örgütsel yapılara ihtiyacın varlığını gösteriyor. Bu yapılar inşa olmadıkça yukarıdan üretilen söylemle aşağıda bir şey yaratmak çok da fazla mümkün değil. Dolayısıyla örgütlü yapılara ihtiyaç var. Türkiye’deki sendikalar örgütlü yapılar değiller, bürokratik yapılar. Onları örgütlü yapılar haline dönüştürebildiğimiz oranda gerçek anlamda bunun etkileri daha farklı alanlara yansıyabilecektir. Yani işverenlerin vesayetinde, devletin/hükümetin vesayetinde olmayan, bunlara rağmen, bunlarla mücadele ederek toplu sözleşme yapan, kaç tane yapı var? Kaç sektördeki işçi böyle bir gerçeklikle karşı karşıya? Bunu sorduğumuzda aslında yanıtını da bir şekilde almış oluyoruz. Mesele işçileri kendisi için sınıf olma haline dönüştürebilecek bir siyasal iradeye bakıyor. Yani, işçileri aşağıda yönlendiren, sendikaların olmadığı alanlarda sendikaları örgütleyen ama bunu yaparken kendisini sendikanın yerine koymayan, bu ikisini birbirine karıştırmayan yapılara ihtiyaç var. Türkiye’de ne yazık ki siyasetler zaman zaman sendika gibi davranabiliyor. Halbuki bunlar farklı araçlar. İşçi sınıfı açısından dünya genelinde bilimsel referans teşkil eden kaynaklara baktığımızda da bunu görüyoruz. Bir sendikadan siyasi parti gibi davranmasını bekleyemezsiniz. Sendikalar bir araya gelip parti kurabilir, bu bir siyasallaşma biçimidir. Ama, bugün böyle bir nesnellik yok. Gerçekten yüzünü sınıf mücadelesine dönmüş siyasal hareketlerin odaklanması gereken nokta, gerçek bir işçi örgütü nasıl oluşabilir? Bunun kazanımları neler olabilir? Bu tip sorulara kafa yormak, bulunduğu yerlerde kadrolarını bu tip çalışma biçimlerine yönlendirmek olmalı. Ama genelde baktığımızda Türkiye’deki sol hareketin tepeden bu işi çözmeye yönelik hareket ettiğini görüyoruz. Falanca sendikanın falanca yöneticisi bizden diyerek bu işi yürütmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bu mevcut yapıyı yeniden üreten, sürdüren, işçi sınıfına da hayrı olmayan bir tarz. Dolayısıyla, bürokratik ağır sendikal yapıların karşısında tabandan gelen örgütlülüğü güçlendirmek için çaba sarf eden araçlar inşa etmek gerekiyor. “Temsilciler kurulunu toplarsam koltuğum gider”, “Maaşların bordrosunu yayınlarsam kendime zam yapamam” gibi yaklaşımların dışına çıkan bir şey olması gerekiyor. Birleşik Metal örneğinde görünen bu tip bir yaklaşımdır. Düzenli şekilde temsilciler kurulunu toplayan, eğitimlerini yapan, bordrosunu da göstermekten çekinmeyen bir yapı işçi sınıfında muhafazakar, milliyetçi eğilimleri güçlü bir sektördeki işçi profili açısından da bir karşılık yaratıyor. Birleşik Metal tabanı kendini metal işçisinin çoğunluğu gibi ağırlıklı olarak milliyetçi, muhafazakar olarak kendini tanımlayan bir taban. Ama, sendikasına da aynı oranda sahip çıkan bir taban. Bunu son yapılan üye kimlik araştırmasının sonuçları üzerinden gönül rahatlığıyla söylüyorum.
SD: Bu aslında BMİS’in başarısının sırrı. O zaman biz birileri de diğer sektörlerde çalışsın ve bu işi kotarsın diye mi bekleyeceğiz yoksa tüm Türkiye işçi sınıfının sorunlarını mı sahipleneceğiz? Söz gelimi, az önce krizin vuracağı sektörleri saydınız. Metal, inşaat,enerji v.s. Buna kamu sektörünü de ekleyebiliriz. Bu sektörleri kaderlerine terk mi edeceğiz yoksa mesela BMİS ve DİSK’in bu toplu sözleşmeyle ilgili çeşitli kampanyaları örgütleyerek diğer işçileri de mücadeleye dahil edip mücadelenin birleşmesine vesile olması mı daha faydalı olur?
SÖ: Tabii, ikincisi daha faydalı olur. Özellikle sola düşen en önemli görevlerden biri bu. Bu başarıyı diğer alanlara taşıyabilmek, nedenlerini tartışabilmek. Eğer bu yönde çalışmalar üretilebilirse sınıf açısından çok daha sonuç alıcı, olumlu çalışmalar çıkabilir. Türkiye konjonktüründe böyle bir şeyin bu biçimde sonuçlanmış olması gerçekten solun da üzerine düşünmesi gereken bir konu. Yani bütün bir sınıfın yükü metal işçisinin üzerine yüklendi. O yüzden, dediğiniz gibi buraya özellikle eğilmek gerekiyor. Bu başarı neden oldu, başka sektörlerde benzer örnekler nasıl yaratılabilir bunları tartışmak gerek. Mesela inşaat sektörü Türkiye’deki en örgütsüz sektör konumunda. Bu sektörde varlık gösterebilen sadece bir sendika var: YOL-İŞ. O da kamuda. Bina inşaatı sektöründe sendika neredeyse yok denecek kadar az. Tabii ki buranın birtakım özgünlükleri var. Sendikalaşmak, bir kurum yaratmak, bir örgüt yaratmak zaten başlı başına zor bir şey. O anlamda işçilerin burada kendilerini hissedip bulabilecekleri demokratik işleyen örgütler yaratmaları zor görünüyor. Birleşik Metal’e yaptığımız güncel saha çalışmasındaki sorulardan bir tanesi sendikayı nasıl görüyorsunuzdu. İşçilerin %10’u sendikayı ikinci evim gibi görüyorum cevabını verdi. Bu her 10 işçiden birinin, yani iki bini aşkın işçinin kadro düzeyinde olduğunu göstermektedir. Bunu diğer sektörlerde nasıl yapacağız? Temel mesele biraz burada kilitleniyor. Sonuçta sol siyasetin canlandığı dönemlerde sendikaların da canlandığını görmek mümkün. Tabii önümüzde beklediğimiz dönem daha kriz odaklı bir dönem. İşçi sınıfının yenilgisinin üzerine inşa edilmek istenecek bir dönem. O yüzden sermaye ve hükümet kanadından biraz daha rahat tutumlar gündeme gelebiliyor. 2008-2009 krizinde de “kriz bizi teğet geçti” denmişti. Aslında sermayeyi teğet geçtiğini görüyoruz. Kâr oranlarına baktığımızda, İstanbul Sanayi Odası’na kayıtlı firmaların %90’ı kârlı olarak o yılları geçirdi. Buna karşın işçiler ücretsiz izinlerle, kısa çalışma ödenekleriyle, SGK primlerinin işsizlik sigortası fonundan karşılanması gibi uygulamalarla bu krizi ağır bir biçimde yaşadı. Özellikle sanayi kentlerinde bu kriz çok ağır bir biçimde yaşandı ve işçi sınıfı kabuk değiştirdi. Çünkü işverenler, kısa çalışma ödenekleriyle, ücretsiz izinlerle işçileri ödemedikleri parayı kıdem tazminatı olarak biriktirip bir kuşağı büyük oranda tasfiye etti. Dolayısıyla daha düşük ücretlerden yeni işçilerle süreci yüklendi. Üzerine bir de aktif işgücü politikaları, kamu kaynaklarının kullanılması, ücretler konusunda devletin sermayenin üzerindeki yükü daha fazla üstlendiği bir yapı açığa çıkmış oldu.
SD: Temmuz istatistiklerine göre Türkiye’deki sendikalılık oranında bir azalma söz konusu idi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
SÖ: Sendikalaşma oranındaki azalışın temel nedeni taşeronlaşma süreci. Taşeronların sendika hakkı var mı yok mu tartışması üzerine taşeron işçileri hızlı bir biçimde sendikalaştılar. Büyük bir kısmı da devlet güdümlü Hizmet-İş gibi HAK-İŞ’e bağlı sendikalarda. Dolayısıyla taşeron işçilerinin sendikalara üye olmamış olmalarından kaynaklanan tazyik, tam yerine oturmamış durumda.
SD: Ama istatistiklere baktığımızda bu tablonun dışında olacak şekilde, bilinen en büyük sendikalarda üye kayıpları söz konusu.
SÖ: Tabii, örneğin Türk Metal’de yaşananlar işçilerde sendikalaşmaya değil sendikasızlaşmaya yönelik bir eğilimin yansıması olarak tanımlanabilir. BMİS zaman zaman Renault gibi BOSCH gibi büyük işyerlerini örgütlemeye çalışıyor. Bu girişimler sermaye ve devlet kanadından çok ciddi dirençle karşılaşıyor. Dolayısıyla orada zaman zaman gelgitler olabiliyor. Ama bu sendikalaşma açısından bir direnç noktası. O direnç kırıldığı zaman büyük atılımlar olacak anlamına geliyor. Aşağıdan yukarıya doğru bir ittirmeden bahsetmek mümkün. Genel-İş sendikasına baktığımızda özellikle belediyelerde taşeron işçilerin örgütlenmesiyle çok hızlı bir genişleme oldu. Yani aslında bu sendikal istatistiklerdeki oynamalar taşeron işçilerin konumlarıyla bağlantılı bir durum.
SD: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? İşçi sınıfı nasıl bir döneme giriyor ve ne yapmalı?
İşçi sınıfı açısından ağır bir yenilgi var. Çok parçalı bir yapıdan bahsetmek mümkün işçi sınıfı açısından. Aktif işgücü programlarında çalışan işsizler bile bir işçi statüsüne sahip. İşçi sınıfı içinde bir katmanı temsil ediyorlar. Çünkü, her ne kadar işsiz olarak değerlendirilseler bile bir biçimde çalışma hayatının içindeler. Özellikle üniversite mezunu 1 milyona yakın işsiz var. Bunların önemli bir kısmı aslında işbaşı eğitimleriyle de gizleniyor. Toplum yararına çalışma gibi bir kategori var. Toplumsallaşmış ücret diyebileceğimiz, işverenlere sıfır maliyetli çok önemli bir işgücü arzı var. İşçinin ücretini işverenin ödemediği bir çalışma biçimi açığa çıkmış durumda. Diğer taraftan taşeron, geçici işçi, vs. derken yelpazenin çeşitlendiğini görüyoruz ama oturup konulduğunda çok hızlı bir benzeşme de var. Yani işçi sınıfının o katmanları arasındaki açı giderek daralıyor. Çünkü kalıcı işler, kadrolu işler giderek genel bir hâl olmaktan çıkmış durumda. Ortalıkta aslında kiralık işçi bürolarıyla temsil edilen “ne iş olsa yaparım” diyen bir yapının inşasına işaret ediyor. Bu dönemde en temel meselelerden biri işsizlik gerçeği. Rakamlara baktığımızda çok ciddi oranlara ulaştığını görüyoruz. Dolayısıyla burada sınıfın ortak bir bilincine hitap etmek gerekiyor. İnsanlar çok ağır bir psikolojik müdahalenin, tacizin içinde. Gerek iş yerlerinde çalışanlar, gerek eğitimli, vasıflı işgücüne sahip ve iş bulamayan insanlar olarak, gerek aktif işgücü politikalarıyla değersiz kılınan insanlar olarak çok ciddi bir yelpaze var. Bu benzeşmeyi, sorunlardaki ortaklaşmayı görünür kılacak işler yapmak, dayanışma hareketleri örgütleyebilmek çok önemli. Sınıfın bir bütün olarak kendisini ortaya koyabileceği ortak talepler çıkartabilmesi önemli diye düşünüyorum. Buradan politikleşmiş bir söylem üretmek gerekiyor. Hem eğitim, hem kamu hizmetleri, hem de genel olarak çalışma hayatı alanında yapılan neoliberal taarruzun karşısında dayanışmayı güçlendirecek, genişletecek ortak bir politik söz etrafında toparlanan bir hareket içinde olmak gerekiyor.
Yorumlar kapalıdır.