Bu borcu neden biz ödeyelim ki?

Türkiye’de herkes borçlu. 30,1 milyon kişi her gün bankalara olan borcunu ödeyebilmek için çalışıyor. İyi ama aynı zamanda Türkiye de uçan kuşa borçlu. Önümüzdeki bir yıl içinde yakın vadeli borçlarını çevirebilmek için ülkenin 40 milyar dolarlık cari açığıyla beraber, en az 215 milyar dolar para bulması gerekiyor. Yoksa iflas edecek memleket.

Ekonomi, üretimden tüketime her yanıyla borca ve dış finansmana bağımlı. Milyonların, hayati ihtiyaçlarını giderip gideremeyeceği, krediye yani borca ulaşıp ulaşamayacağına bağlı. Bu borç sarmalı bir girdap gibi emekçi yığınları içine almış durumda anlayacağınız.

Son 10 yılda paramız dolara karşı yaklaşık 4 kat değer kaybetti, 14 Nisan 2017’den bu yana ise beşte bir oranında değersizleşti. Peki, bu ekonomik yıkımın sorumlusu kim?

Emperyalizmin en saldırgan biçimi olan neoliberal politikalar, bu politikaların bayraktarı olan 12 Eylül askeri cuntası ve bu politik hattı kesintisiz sürdüren Türk sağcılığının tüm renkleri olmadan bu yıkım anlaşılabilir mi?

Şüphesiz tarih bir gün bu günlerin anahtar kelimelerinin esnek çalışma, taşeron, özelleştirme, kentsel dönüşüm, muhafazakârlık ve piyasanın mutlak hâkimiyeti olduğunu yazacak.

Neler yapılırdı neler…

Elbette bu yıkımdan en başta 16 yıldır kesintisiz yöneten politik iktidar sorumlu. Zira dış borç, AKP iktidarları döneminde, işçi sınıfından toplumun tepesindeki bir avuç asalağa devasa bir servet aktarılmasında ve toplumsal eşitsizliğin görülmemiş seviyelere ulaşmasında hayati bir rol üstlendi.

Dış borç afyonuyla ekonomik büyüme sanrısı yaratanlar, 16 yıl sonra artan bağımlılık ilişkileri ve kırılganlıklarıyla yalnız memleketi değil, tüm hayatımızı çöpe atmış durumdalar.

Bir düşünün, Marmaray 5 milyar dolara, Yavuz Sultan Selim Köprüsü 3 milyar dolara, Avrasya Tüneli 1,3 milyar dolara mal oldu; üçüncü havalimanı yaklaşık 35 milyar dolara yapılıyor. Bütün bunlar dünyanın en yüksek faiz oranları ödendiği için ülkemize giren dış kaynakla gerçekleştiriliyor. Üzerinden geçmeyenlere ödettirilen vergilerle inşa edilen yerli ve milli “Çılgın Projeler” geleceğimizi ipotek altına alıyor.

Son 10 yılda ödediğimiz dış borç ve faiziyle kaç okul, kaç hastane yapardık değil mi? Hem böylece hasta garantisi vererek şehir hastanesi inşa ettirmemize de gerek kalmazdı.

Büyük bir altüst oluşun eşiğindeyiz, kriz alametleri olağanüstü yıkıcılığıyla kapıda bekliyor. Sorun, AKP iktidarları döneminde ihaleler, teşvikler ve hibelerle olağanüstü kârlar yapan Türk burjuvazisine aktarılan bu dış borçların bedelini kimin ödeyeceğinde düğümleniyor. Hiç kuşku yok ki, burjuvazi olası bir yıkım halinde bu bedeli olağanüstü vergiler, zamlar, sefalet ücretleri yoluyla işçi sınıfına ödetmek niyetinde.

Bir yol ayrımının eşiğine geliyoruz, farkındasınız değil mi? Mevcut düzene dokunmaksızın ilerlemek ve “refah devleti” günlerine ulaşılacağını ummak beyhude.

Bu yol ayrımı, ülke içinde yaratılan kaynakların nasıl kullanılacağı sorunuyla yakından ilişkili. Yağmalarcasına bize ait olanların yurtdışına kaçırılışına izin mi vereceğiz, yoksa planlı bir ekonomi temelinde ve işçilerin kontrolü altında toplum refahını artırmaya dönük olarak kullanılmasına mı yöneleceğiz?

Bir an düşünün: Beyaz eşyada bile bulunan Özel Tüketim Vergisi, lüks konutlarda neden yok?

İş insanlarının yüz milyonlarca liralık vergi borçları neden tek kalemde affediliyor?

Kaliteli bir eğitim alabilmek için neden korkunç rakamlar ödemek zorunda olduğumuz özel okullara mahkûmuz?

Ve en önemlisi, OHAL sürecinde neden grevlere izin verilmiyor?

Anlayacağınız, olası bir yıkım halinde borçları reddetmeliyiz. Ancak bunun için bankaların ve finansın demokratik bir kontrol altında kamulaştırılması, sermaye çıkışlarının önlenmesi için dış ticaretin devlet tekeline alınması kaçınılmaz. Böyle bir radikal program ise ancak işçi sınıfının iktidarı ve denetimi altında uygulanabilir ve ülkeyi düzlüğe çıkarabilir.

Yorumlar kapalıdır.