Çözülemeyen kısırdöngü

Seçim sürecinin ardından oluşan yeni hükümet ve anayasallaşan yeni rejim, Türkiye’nin önüne koyduğu iktisadi ve politik sorunları çözmeye yetkin midir? Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’na atandığı gün doların hızla yükselmesi, uluslararası sermaye için bile yeni kabinenin bir güvensizlik nedeni olduğunu göstermiyor mu? Önümüzdeki süreçte kur, enflasyon, cari açık, dış borç vb. ekonomik verilerin iyileştirilmemesi durumunda çok büyük bir kemer sıkma planı, IMF’nin emek düşmanı yol haritalarının derhal uygulanması gibi durumlarla karşılaşacağımız muhakkaktır.

Sermaye saldırı planlarına çoktan başladı. Türkiye’ye dışarıdan giren paranın azaldığı, hatta çıkan paranın arttığı bir dönemde, düşen kâr oranlarını yükseltmenin tek yolu, emeğin üretilen zenginlikten aldığı payın düşürülmesi olabilir ancak. Zaten kemer sıkma dediğimiz de tam olarak bu: Reel gelirlerin düşmesi, yani alım gücünün düşerek hayat pahalılığının artması.

Ekonomi ısınıyor

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri ekonomik olarak ortalama yüzde 5 büyümektedir. 2017 büyüme oranımız ise yüzde 7,4; ama bir terslik var. 7,4 oranının yakalanması için enflasyon ve cari açığın yükselmek zorunda olduğunu görüyoruz. Bu sakat büyüme karşısında işsizlik de düşmemiş ve borçluluk oranları artmış. Aslında bu büyüme, zorlama bir talep karşısında ithalata ve borçluluğa dayalı bir büyümedir. Bu durumu son üç yıldaki verilerle açıklayalım.

2015 yılında enflasyon yüzde 8,81; dolar kuru yüzde 2,74; cari açık yüzde -3,8 iken 2018 yılında bu oranlar sırayla yüzde 15,39; yüzde 4,80; yüzde -6,2 oranlarına yükselmiş durumda. Büyümenin oluşabilmesi için, talebin düşmemesi gerekiyor. Bunun için üretim miktarını arttırmanız; eğer bunu karşılayacak büyüklükte bir sanayiniz yoksa kredi miktarlarını ya da ithalatı arttırmanız gerek. (Örneğin, kredi miktarı 2015’ten 2018’e yüzde 25 yükselmiş.) Fakat doların artması üretim maliyetlerinin ve ithalat maliyetlerinin artmasına yol açmış, bu durum da otomatikman enflasyona ve cari açığa yol açıyor. Büyüsek bile bunu cebimizde hissedemiyoruz.

Sadece seçimler yüzünden değil ekonomik büyümenin düşmemesi için kredi muslukları yıl başından bu yana açıktı. 2019 yerel seçimlerine kadar bu sakat büyümenin sürdürülmesi için çalışacakları kesin, fakat bu sürdürülemez büyüme politikasında ısrarcı olmak bu sakatlığın kalıcılaşmasına yol açabilir. Ekonominin soğutulması, yani büyümenin düşürülmesi gerekiyor. Bu durum, her şeyi elinde tutan hükümetin sorumluluğunda olacağından buna izin verilmeyecektir.

Kur artışı enflasyonu yükseltiyor, enflasyon faizin artmasına yol açıyor, faiz ise finansman maliyetlerini arttırıyor, politik riskler ve ABD merkez bankasının faiz arttırması paranın ülkeden çıkmasına yol açıyor, bu durum yeniden kuru yükseltiyor. Bu döngünün oluşmasında dünyadaki para bolluğu döneminin sona ermiş olmasının etkisi çok; ama Türkiye’nin kırılganlığının artmasında kendi iç politik sorunlarının da etkisi fazla. Türkiye gibi yüksek dış finansman ihtiyacı olan ekonomilerde yabancı paraların yerli para ile olan ilişkisi büyük ölçüde faiz-risk dengesiyle belirleniyor. Uluslararası kapitalist düzen içerisinde, ekonomide riskler yüksekse (yani örneğin cari açık yüksek, dış finansman ihtiyacı yüksek, siyasal belirsizlikler söz konusu ise) o zaman yabancı para çekebilmek için faizlerin yüksek tutulması gerekmektedir. Fakat icra erkini elinde bulunduran kişi bunun tam tersini iddia ediyor. Bağımsız olan kuruluşların da kendi telkiniyle hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Ekonomi yönetimine damadını koymuş olması, ipleri sıkıca elinde tutmak istediğinin göstergesi. Bu da uluslararası finans çevrelerinin ülkeden sermaye çekmesiyle sonuçlanıyor.

Kapitalizm altında çözüm yok!

Çözüm çok basit, fakat kapitalizm altında değil. Ülkede yaratılan toplam zenginlik her yıl belirli bir oranda emperyalist ülkelerin bankalarına akmakta. Bu sermaye akışı olmaz ise ülkeye kredi girmez. Aldığınız borcun faizini bile ödeyemezsiniz. Serbest piyasa kuralları içinde hareket etmeyi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti korumayı taahhüt etmişseniz, iktidarın kriz karşısında bizi “kıskanan” emperyalist ülkeleri ya da faiz lobilerini değil, kendini suçlaması gerek. Bu ülkenin emekçilerinin cebinden yüz milyarlarca dolar parayı o bizi “kıskanan” batı ülkelerinin bankalarına ödeyip suçu başkalarına atmak iki yüzlülüktür.

Ülkede ithalatı yapılmayan sadece beş tarım ürünü kaldı. Uluslararası dev tekellerin yönlendirmesiyle hareket eden ekonomi politikaları sonucu tarım çok büyük ölçüde dışa bağımlı halde. Ülke içinde üretilen çoğu ürünün hammaddesi ve çeşitli girdileri ithalat yoluyla karşılanıyor. Üretim değil hazır tüketim yükseltiliyor. Ama bunu yapacak altyapı (büyük doğal gaz ya da petrol rezervleri) olmamasına rağmen bu politikada ısrar edilmesi, Türkiye’nin ekonomik dışa bağımlılığı ve emperyalizme teslimiyetinin bir göstergesi olarak da okunabilir.

Önümüzdeki süreçte sermayenin saldırı planını bertaraf etmenin yolu, emeğin kapitalizmden kopuş temelinde bir program etrafında örgütlü bir biçimde hareket etmesinden geçiyor. Dış borçların ödenmesini kabul etmiyoruz. Zarar ve kâr oranları şeffaf bir biçimde gösterilsin ve tüm defterler açılsın. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu devletleştirilerek tek ve merkezi bir kamu bankasına bağlansın. Bu küçük programın kendisi bile işçi sınıfının savunma hattından mücadele pozisyonuna geçmesine yetecektir.

Yorumlar kapalıdır.