Ortadoğu’da Me Too hareketi
Ortadoğulu Sosyalistler İttifakı’nın web sitesinde yayımlanan “The Me Too Movement in the Middle East” adlı yazıyı gazetemizin okurları için çevirdik. Yazının perspektifleri Gazete Nisan’ın tutumuyla tamamen uyuşmamakla birlikte, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki kadın hareketi üzerine sunduğu zengin materyal bağlamında yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
Selin Çağatay, Frieda Afary, Fatemeh Masjedi ve İran’daki sosyalist feministlerin katkısıyla hazırlayanlar: Lara al-Kateb ve Omar Abbas
Cinsel saldırı ve tecavüz karşıtı Me Too (Ben de) hareketi, tüm dünyada kadınları harekete geçirdi. Otoriter devletlerin yönettiği savaşlara, çeşitli emperyalist güçlere ve aşırı dinci yobaz güçlere rağmen Ortadoğu’da da bir Me Too hareketi yükseliyor. Peki, bu hareket kendini nasıl ifade ediyor? Aşağıda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan dokuz ülkeyi ele alacağız:
Türkiye
Türkiye’de bazı feminist ve pro-feminist/sol haber siteleri küresel #MeToo hareketine ayrıntılarıyla yer verdi. Çok sayıda kadın #BenDe eylemine katılarak başlarından geçen cinsel taciz ve istismarı sosyal medyada paylaştılar. (Erkeklerin #BenNasılDeğişeceğim eylemine katılımı ise oldukça düşüktü.)
#MeToo hareketinden etkilenen en önemli olay, #BenDeNEVİN kampanyası oldu. 2012 yılında Nevin Yıldırım, kendisine yıllarca sistematik olarak tecavüz eden Nurettin Gider’i öldürdükten sonra müebbet hapis cezası almıştı. Nevin’in davası Ocak 2018’de cezasının temyiz duruşmasında tekrar değerlendirileceği Yargıtay’a götürüldü. Ocak 2018’de, Yıldırım’ın meşru müdafaada bulunduğunu öne süren bir grup feminist, Nevin Yıldırım için adalet talep etmek amacıyla #BenDeNEVİN kampanyasını başlattı. İstanbul’da kampanya kapsamında düzenlenen bir eylemde kampanya katılımcıları, kadınların uğradıkları cinsel saldırıları saklamak zorunda kaldıkları veya ifşa edemedikleri çeşitli durumlara dikkat çekti. “Tüm dünyada #BenDe diyen kadınların yanı sıra kendi mücadelemizden ve isyanımızdan güç alıyoruz” dediler.
Bunun dışında, sinema sektöründeki pek çok cinsel taciz olayı ifşa edildi ve sektördeki kadınlar zaman zaman #BenDe şiarını kullanarak cinsel taciz mağdurlarıyla dayanışma gösterdiler. Sonuç olarak, bu davalara medyanın gösterdiği ilgi ve sosyal medyada sergilenen dayanışma eyleminin küresel #MeToo hareketinden etkilendiği görülüyor.
Suriye
Suriye’de cinsel şiddet üç farklı aracı tarafından uygulanmakta: Suriye rejimi, köktendinci radikaller, bölge halkının üyesi olan erkekler ve STK çalışanları.
2011 yılındaki ayaklanmadan bu yana, hükümet güçleri toplu tecavüz ve cinsel tacizi kadınlara boyun eğdirmek ve onları cezalandırmak için bir araç olarak sık sık kullanmakta. Buradaki amaç yalnızca kadınlar üstünde fiziksel tahakküm kurmak değil, aynı zamanda mağdur ve ailesini aşağılamak.
“I lost my dignity” (“Onurumu Kaybettim”, 2018), İnsan Hakları Konseyi tarafından hazırlanan, Suriye’de cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet vakaları içeren bir araştırmadır. Rapor, silahlı örgüt Heyet Tahrir el-Şam üyelerinin tecavüz ve savaş suçundan ve “dini giyim kuralları uygulayarak ve hareket özgürlüklerini ellerinden alarak kadınlarda ve kız çocuklarında ağır psikolojik ve fiziksel zarara” yol açmaktan sorumlu olduğunu ortaya koydu.
İnsani yardım alanındaki STK çalışanları da cinsel istismardan suçlu bulundu. Bu yılın başında sunulan raporlar, bölgedeki erkeklerin Suriyeli kadınları sömürdüklerini ve insani yardım karşılığında cinsel ilişki talep ettiklerini ortaya çıkardı.
MeToo hareketinin ardından iki türlü direniş ortaya kondu. İdlib’de köktenci gruplara karşı direniş, kadın örgütleri ve bir güçlendirme ofisi aracılığıyla sergilendi. Cüretkar radyo programları, koordineli faaliyetler ve bilinçlendirme çalışmaları, dogmaya meydan okumada başarılı olduğunu kanıtladı.
İkinci direniş türü ise, sessizliği bozarak tecavüz etrafında şekillenen kültürel ayıba karşı koymak oldu. Tecavüz mağdurlarının tecavüz sonrasında çoğu zaman hissettiği utanç ve kendi kendini kınamak olur. Ancak Suriyeli kadınlar, açıklama yapma ve ifade verme cesaretini bulup cinsel istismar vakalarının takip edilmesini sağladılar.
Lübnan
Lübnan’da cinsel şiddet başlıca iki savunmasız grubu etkilemekte: Lübnanlı kadınlar ve göçmen ev işçileri.
2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre her dört Lübnanlı kadından biri cinsel istismar mağduru. Saldırıların neredeyse %50’sinin faili ise aile üyeleri veya akrabalar. Evlilik içi tecavüz, Lübnan hukukuna göre suç sayılmıyor. Bu durum, neden mağdurların yalnızca %24’ünün cinsel saldırıyı polise bildirebildiğini açıklıyor.
Pek çok Lübnanlı kadın işyerlerinde istenmeyen cinsel yaklaşımlara maruz kalıyor ancak göçmen ev işçileri için tecavüz, boyun eğdirmenin başka bir formu olarak kendini gösteriyor. Bunun bileşenleri ise cinsiyet eşitsizliği ve ırksal ve ekonomik tabakalaşma.
Doğu Asya ve Afrika ülkelerinden gelen ev işçileri, Kafala sponsorluk programı kapsamında işverenlerine yasal olarak bağımlı oluyorlar. Bu sömürücü uygulama kapsamında kadınlar, çoğu zaman göçmen işçiyi “disiplin altına almak veya cezalandırmak” için başvurulan tecavüz, sözlü saldırı ve ücretten mahrum bırakma gibi koşullara katlanmak zorunda kalıyorlar.
Lembibo’nun geçen Eylül ayında şüpheli bir şekilde ölümü Lübnan’daki aktivistler arasında öfke yarattı. Lembibo, hamile olduğu anlaşıldıktan sonra istihdam bürosunun havuzunda boğuldu. Aynı ay, kimliği belirlenemeyen hamile bir göçmen işçinin cesedi, ölümüne dövülmüş bir şekilde bir valizin içinde bulundu. Her iki olayın da sorumluları açıklanmadı.
Lübnan’da cinsiyete dayalı şiddetle mücadele çabaları MeToo dönemiyle beraber büyük ölçüde artış gösterdi. Taciz karşıtı kampanyalar sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştırıldı ve #MeshBasita (#TamamDeğil) ve #NotYourAshta (#SeninFıstığınDeğilim) etiketleriyle kişisel hikâyelerini paylaşan kadınlar sokak tacizinin yaygınlığını gözler önüne serdi. Geçen yılın sonlarında cinsel taciz vakalarını takip etmeyi amaçlayan bir web sitesi yayınlandı. Bu yılın başlarında ise ABAAD’ın (bir STK) Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Programı kapsamında yeni bir girişim başlatıldı. Bu girişim, “Kime Yazıklar Olsun?” adlı bir sosyal deney başlatarak, mağduru suçlayan kültürel alışkanlığın yönünü değiştirmeyi amaçladı.
Bu girişimler ilerici olmayı hedefliyor ancak kapsamları halen daha çok sınırlı, çünkü işçi sınıfını ve Afrikalı, Asyalı göçmen işçileri kapsamıyor. Lübnanlı yetkililer, mülteci hakları için mücadele eden gönüllüleri sıklıkla hedef almakta ve sınır dışı etmekte. Şu anda tacizden kaçan ev işçileri kiliseler, göçmen topluluğu grupları ve yerel insanların evlerinden oluşan gizli ağlara sığınmaktalar.
Filistin
Yara Hawari son makalesinde şunları söylemişti: “Patriyarka Filistin’de yalnızca sorunlu sosyal dinamikler ve Filistinlilere karşı cinsiyet temelli şiddet şeklinde değil, aynı zamanda işgal ve yerleşimci sömürgeciliği şeklinde de kendini gösteriyor. Filistin; sömürgeciliğin, kapitalizmin ve patriyarkanın yoksul ve ötekileştirilmiş kesimlerin yanı sıra kadınları da yıkıcı bir baskı sistemi altında tutmak için nasıl işbirliği yaptığının mükemmel bir örneğidir.”
MeToo hareketi, bu tür konuları ele almada önemli bir rol oynadı. Sosyal medyada #AnaKaman etiketiyle paylaşılan tweet’ler, cinsel tacize karşı adalet talep etti. Sosyal Medya Gelişimi için Arap Merkezi’nin bu ayın başlarında yaptığı araştırma, Arap kadınların üçte birinin internette cinsel tacize uğradığını ortaya koydu.
“Sevgilin değilim” anlamına gelen “Not your Habibti” kampanyası, 21 yaşındaki Yasmeen Mjalli’nin kendi deneyimlerine karşılık başlattığı kampanyadır: https://baby-fist.com/
Irak
Kadınlara ve LGBT topluluğuna yönelik şiddet dalgası, Irak ve bir bütün olarak Ortadoğu’da gerici faktörlerin kesiştiğini göstermekte. ABD/BM yaptırımlarının uygulandığı rejim, toplumsal cinsiyet ilişkilerini çarpıcı bir şekilde değiştirdi. 2003 yılında ABD işgalinin ardından devletin çöküşü, refah sisteminin gerilemesiyle ve memurluğun engellenmesiyle kadınlara da orantısız bir şekilde zarar verdi. Buna ek olarak, baskıcı Saddam Hüseyin rejimi sosyal özgürlükleri hedef almak ve dini kurumları güçlendirmek amacıyla yaptırımları bahane olarak kullanmış; feminist hareketin kazanımlarının daha da ortadan kalkmasına neden olmuştu. Ülkenin güçlü feminizm geleneğine rağmen, kadınları özgürleştirme bahanesinin kullanıldığı ABD işgali, cinsiyete dayalı şiddeti artırdı. Bu şiddeti uygulayanlar, sekter milislerin yanı sıra ABD milisleri ve diğer işgalci kuvvetleri içermekte.
İşgalden bu yana ülkeyi yöneten ABD destekli tutucu rejim, 1959’da önde gelen feministler ve komünistler tarafından öne sürülen ilerici Medeni Kanunu çürütmek için uğraşmakta. IraQueer’in “Yaşam Hakkı için Savaşmak: Irak’ta LBGT+ İnsan Haklarının Durumu” (2018) adlı son raporunda da belirtildiği gibi, cinayetler ve sistematik olarak yok etme kampanyası, devletin İslamcı düzenlemelerinin ve koruma kararlarının uygulanmaması yüzünden, hükümet yanlısı milisler tarafından gerçekleştiriliyor.
Tara Fares, Rasha al-Hassan ve Hamoudi Al Mutairi, geleceklerini aşırılık dikotomisinden kurtarmak için, çeşitli sesleri susturmak üzere düzenlenen kadın düşmanı ve homofobik saldırı dalgasında öldürülenlerden bazıları. Susturulmaya çalışılan seslerden biri, kadınların kamusal alandaki rollerini geri kazanmasını amaçlayan “Ben toplumum” kampanyasını başlatan sanatçı Marina Jaber. Bir diğeri, Irak Kadınların Özgürlüğü Örgütü. Örgüt, ABD işgalini reddettikten sonra, Bağdat’ta ev içi şiddete karşı protestolar düzenleyerek, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kadınlara ve LGBTİQ bireylere yönelik işledikleri suçlar için IŞİD’e dava açmaya çağırarak ve önceleri ev içi şiddetten, daha sonra ise toplumdan ve IŞİD’in cinsel şiddetinden kaçan kadınlar için sığınma evleri kurarak seferberliğini sürdürdü. Irak’ta kadınların kurtuluşu için verilen mücadele, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine uzanan temel bir mücadeledir.
Tunus
Tunuslu kadın hakları aktivistleri, Arap Baharı’ndan bu yana genellikle Mağrip ve Ortadoğu’daki emsallerinden daha ileride olmuştur. Aynı şekilde, Tunus’un ilerici Medeni Kanunu ve kadın hareketinin kaydettiği ilerlemelerin yanı sıra kadın sorunlarına olan ilgi dikkate değer. Örneğin, aile içi şiddete karşı koruma mekanizmalarının kurulması gibi.
Ulus inşası projesinde Tunus, kadın hakları konusunda modernist ve Batılı sistemiyle kendisini bölgede bir istisna olarak ortaya koymakta. Bununla birlikte, devletçi feministlerden oluşan ayrıcalıklı bir sınıf aracılığıyla yürürlüğe giren bu haklar, kadınların bedensel özerkliğine izin verilen sınırları çizmek ve devletin toplum üstündeki kontrolünü güçlendirmek için kullanılmakta zira devlet kendini gerici İslamcı güçlere karşı bir kale olarak konumlandırmayı sürdürüyor.
Siyahi ve emekçi feminist hareketler; koruyucu kanunlar çıkartılmasının, iş kanununun iyileştirilmesinin ve ırkçılığa karşı koymak için devlet destekli feminizmin ötesine geçilmesinin çağrısını yapıyor zira bu sorunların tümü devletin işaret ettiği göreceli ilericilik olarak göz ardı edilmekte. Zaman zaman LGBT gruplar da, LGBT toplulukların eşcinsellik karşıtı yasa gibi gerici kararlara karşı çıkma ve bağnaz kanun uygulamalarını sorumlu tutma çağrılarına kulak vermeleri için iktidardaki elitleri politik cesaret göstermeye davet etmekteler.
Devlet çevresinin dışında kalan bu grupların karşı karşıya kaldığı eylemsizlik, devlet destekli feminizmin yalnızca Tunus’ta değil başka yerlerde de şehrin liberal, eğitimli sınıfın sınırlılıklarından biri olduğunu ortaya koyuyor. Bu tür grupların elit feminizmi, kadınların özerkliğine engel teşkil etmeyecek bir şekilde, taban hareketinden etkilenecek gerçek anlamda dönüşümsel bir değişiklik için çalışmaya yönlendirilmelidir.
Suudi Arabistan
Şu anda Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki Suudi Arabistan rejimi, kadınlara yönelik eskiden beri süregelen saldırılarını yoğunlaştırdı. Bu saldırılara örnek olarak ev işçileri ve yabancı işçilerin haklarının olmaması ve kadın hakları savunucularına ve feministlere yönelik şiddetli saldırıların yanı sıra yurtdışında Yemen’e saldırı ve Bahreyn, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi baskıcı rejimlere verilen destek gösterilebilir.
Esra el Gamham (Israa al-Ghomgham), Katif’te gerçekleşen barışçı protestolara katıldığı için tutuklanmıştı. Devletin ona gösterdiği muamele, ülkedeki kadınların ve Şii azınlıkların maruz kaldığı çifte baskıyı gözler önüne serdi. Savcılık Esra’nın kafası kesilerek idam edilmesini istese de, Gamham için yapılan uluslararası protestolar ve verilen destek sayesinde kafa kesme cezası düşürüldü. Ancak yine de Esra bir süre hapis cezası alacak. Esra destekçilerine teşekkür ederken, kocasının ve pek çok diğer aktivistin halen hapishanede olduğuna dikkat çekti. Bu tutsaklardan bazıları, hükümet karşıtı protesto faaliyetlerine katıldıkları için idam edilebilir.
Sivil toplum ve özellikle kadın hareketi üstündeki baskılar hızlanırken, onlarca kadın, feminist ve insan hakları aktivisti tutuklandı. İlk tutuklananlardan biri Luceyn el Hezlul oldu ve Luceyn’e yapılan işkence bizzat kraliyet danışmanı Suud el Kahtani tarafından denetlendi. Diğer tutuklananlar arasında Semar Bedevi, Nesime el Sade, Hatun el Fasi, Eman el Nefcan, Azize el Yusuf, Maya el Zahrani, Nuf Abdülaziz, Noha el Belevi, Meryem Naci, Muhammed Rabia ve İbrahim Müdaimeg bulunuyor.
Son zamanlarda bazı Suudi kadınlar ülkeden kaçmak ve sığınma istemek yönünde adımlar atmaktalar. Bunlar arasında en talihsizlerden biri, Avustralya’ya ulaşmak için anlaşmalı evlilikle ülkeden kaçmaya çalışan Dina Ali oldu. Dina Filipinler’deyken Filipinler hükümeti Dina’yı ailesi gelene kadar alıkoydu ve zorla Suudi Arabistan’a geri gönderdi. Dina’ya ne olacağı bilinmiyor. Bir diğer kadın, Meryem el Otaibi, vesayet yasasına meydan okuyarak babasından ayrı yaşamaya çalışınca, kendisini vesayet altında tutmak için erkek kardeşleri ve babasıyla anlaşma yapan rejim tarafından tutuklandı ancak daha sonra serbest bırakıldı. En yakın tarihli olaylardan biri de, Rahaf Alkunun’un başına gelenler. Rahaf’ın ailesi, onu idam edilebileceği Suudi Arabistan’a geri getirebilmek için Tayland ve Suudi Arabistan hükümetleriyle beraber çalıştı. Ancak olaya gösterilen uluslararası ilgi sayesinde Rahaf, Kanada’ya ulaşmak için Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinden mülteci statüsü alabildi.
Ülkedeki en önemli kadın sorunlarından biri, göçmen ev işçilerinin sorunları. BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’nde (CEDAW) belirtildiği gibi, bu kadınlar erkek vesayeti kanunu, kanun yollarına erişim hakkının olmaması, hükümetin denetimi ve yaptırımı olmaması ve hayatta kalanlara yönelik sosyal hizmetler ve koruma olanaklarının bulunmaması nedeniyle suistimal karşısında orantısız bir şekilde savunmasız kalmaktalar.
Bölgesel olarak, Suudi Arabistan’ın Yemen’de başlattığı savaş, Yemenli kadınlar üstünde orantısız bir etki bıraktı. Savaş nedeniyle ülke içinde yerinden edilenlerin ve sivil kayıpların çoğunluğunu çocuklar ve kadınlar oluştururken, cinsiyete dayalı şiddet savaş başladığından beri %63 oranında arttı. Sağlık ve genel hizmetler işlemez duruma geldi ve kadın sağlığı üstünde orantısız bir etki bırakırken, kadınların ekonomik durumu ve toplumsal cinsiyet rolleri onları açlık ve kolera konusunda çok daha riskli bir konuma itti.
Diğer pek çok alanda olduğu gibi kadın hakları alanında da durum, hükümdar bin Selman ve onun lehtarları tarafından ileri sürülen söylemlere rağmen daha da kötüleşmiş durumda. Ancak bu, kadınları özgürlük için mücadele etmekten alıkoymuyor. Kadınlar erkek vesayeti sistemine ve medeni hukuka direniyor; göçmen ev işçilerinin koşullarına ve Suudi Arabistan’ın yurtdışındaki askeri müdahalelerine karşı örgütleniyorlar.
Mısır
Güçlü siyasi ve sivil geleneklerine rağmen Mısırlı kadınlar, Sisi rejiminin ve müttefiklerinin yanı sıra Müslüman Kardeşler gibi İslamcıların saldırısı altındalar. 2011 devrimi ve sonrasında gerçekleşen diğer protestolarda devlet, kadın protestoculara yönelik cinsel şiddete izin verdi ve buna bizzat katıldı; böylece kadınları erkeklere kıyasla özellikle cinsel saldırıyla karşı karşıya bıraktı.
Sisi rejimi, seks işçilerini ve LGBT bireyleri hedef alarak, daha önce olmayan ve “ahlak polisi” adı verilen kuvvetleri oluşturdu ve yetkilendirdi. Mısır sokakları, bir ölçüde kültürel muhafazakarlık ve medya ile siyasi elitlerin kışkırtması yüzünden, sokakta taciz ve namus cinayeti gibi cinsel şiddet salgınıyla mücadele etmeye devam ediyor.
Feminist harekete ek olarak emek hareketi de işyerinde tacize ve her türlü cinsel şiddete son verilmesini talep ediyor, zira işçi-işveren ilişkileri ve cinsiyet ilişkilerine bağlı cinsel saldırı oranları yükselişte.
Devrimci feminist ve liberal feminist kadınlar, Sisi karşıtı liberal sınıfın, kendi liberal tabanı tarafından uygulanan cinsel saldırı mağdurlarına destek olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundalar. Deutsche Welle, eski sunucu Yosri Fuda’nın cinsel istismar uyguladığı yönündeki ifadeleri doğruladı. Bununla birlikte, liberal destekçiler, Fuda’nın kendisine rejim tarafından düzenlendiğini iddia ettiği komplo teorilerini yaydılar. Devrimci Ekmek ve Özgürlük Partisi’nin önderliği, kadınlara yönelik saldırı ve tecavüzle ve bu suçların üstüne örtmekle suçlandı.
Bu tür olaylar, krizin ciddiyetini ve Mısırlı feministlerin karşı karşıya olduğu zorluğun kapsamını ortaya koyuyor. Devrimci hareketin içinde de aynı şiddetin yeniden üretildiğini ve cinsiyetçiliğin toplumun genelinde var olduğunu görüyoruz.
İran
Devrim Sokağı Kızları’nın (kamusal alanda başörtüsünü çıkaran ve saldırıların yanı sıra hapis cezasına maruz kalan kadınlar) cesur eylemleri ve İslam Cumhuriyeti’nin hapishanelerinde uğradıkları işkence ve istismarı ifşa eden önceki ve şimdiki siyasi tutsakların (kadın ve erkek) “Me Too” hareketi önemli gelişmelerdir.
Devrim Sokağı Kızları, diğer feminist ve insan hakları aktivistlerinin yanı sıra kendisine tecavüz eden erkeği öldürdüğü için idam edilen kadının annesi, feminist siyasi bir tutsağın ailesi ve 2009 Yeşil Hareket’inden sonra öldürülen siyasi tutsakların aileleri bir imza kampanyası başlattılar. İran rejimi tarafından 40 yıldır uygulanan işkenceler; fiziksel, cinsel ve duygusal istismar ve tecavüzler için adalet talep ediyorlar. İmza kampanyasını aşağıdaki bağlantıdan görebilirsiniz:
Geçtiğimiz Haziran ayında İranşehr’de (Sistan ve Belucistan’da bir şehir) 41 kadının kaçırılıp tecavüze edilmesine karşı protestolar düzenlendi. Şu ana kadar hiçbir şüpheliye dava açılmadı. Ocak ayının başlarında genç İranlı kadın Zehra Navidpur, parlamento üyesi Selman Kodadadi’nin kendisine tecavüz ettiğini açıkladığı ses ve video kliplerini sosyal medyada paylaştı. Bunun ardından Navidpur’un cansız bedeni annesinin evinde bulundu. Cesedi, otopsi yapılmadan rejimin yetkilileri tarafından gizlice gömüldü ve Navidpur’un “intihar ettiği” söylendi. “Adalet Arayan Öğretmenler” tarafından Navidpur anısına bir kampanya başlatıldı. Farsça yayınlanan imza kampanyasını aşağıda bulabilirsiniz:
https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSeiWuZX2K7sx0sasuG0dMVWiQQZxvTDmms-qTvFM68N1UvG-Q/viewform
Sonuç:
Cinsel şiddette cinsiyete dayalı baskı ve iktidarın yeniden üretimi iç içe geçmiştir. Tecavüz çoğu zaman gurur ve namus adına itaat ettirme ve itibarsızlaştırma silahı olarak kullanılır. Yakın zamanda Suriye’de Raşa Basis’in ve Irak’ta Hammudi el Mutairi’nin katledilmesi, bu olayın örnekleridir.
Me Too hareketi ne heteronormatiftir ne de belirli bir coğrafi konumla sınırlıdır. Me Too, baskının altında yatan iktidar dinamiklerini tam anlamıyla incelemek için sınıf, ırk, cinsiyet ve cinselliğin kesişimini ele almaya çalışan bir harekettir.
Dove-Taylor, baskıyı iktidarın ve önyargının evliliği olarak tanımlar. Bunun aracılığıyla, baskın gruba ayrıcalık tanıyan ve sonuç olarak ötekileştirilenin haklarını kısıtlayan bir gerçeklik ortaya çıkar. Daha önemlisi, baskı, sistematik bir şekilde hakimiyet kurmak için kurumsal politikalar kullanarak yapısal bir biçimde işler.
Yani kapitalist patriyarka altında baskı yapısal ve sistematiktir. Buna karşı koyacak olanın ise, birbirleriyle bağlantılı mücadeleler ve direnişlerden oluşacak rizomatik bir ağ olması mantıklı görünmektedir.
5 Şubat 2019
Yorumlar kapalıdır.