Covid-19 pandemisi kontrolsüz biçimde yayılıyor. Başta İstanbul olmak üzere pek çok şehirde hastanelerin acil ve yoğun bakım yatak kapasiteleri dolmuş durumda. Hekimler ve sağlık emekçileri, malzeme ve personel yetersizliğinden yakınıyorlar; yakınmaktan ziyade bas bas bağırarak alarm zilleri çalıyorlar. TV kanallarında uzman hekimler, artık hasta seçimine başlamak üzere olduklarını, yaşama ihtimali daha yüksek olanları alıp diğerlerini evlerine yollamak durumunda kalacaklarını ilan ediyorlar.
17 Kasım akşamüzeri RTE yeni önlemler ilan etti. Belirli yaş gruplarının ancak belirli saatlerde sokağa çıkabileceklerini; restoranların, kafelerin vb. ancak belirli saatlerde paket servis yapacaklarını; alışveriş merkezlerinin günün kısıtlı saatlerde açık olabileceğini; kahvehanelerin, halı sahaların vb. kapalı olacağını; okulların yıl sonuna kadar kapalı kalacağını ve bunlara benzer bazı önlemler duyurdu.
Rakamlar
Bu önlemlerin yeterli olup olmadığına değinmeden önce rakamlara bir bakalım: RTE’nin bu açıklamayı yaptığı saatlerde Sağlık Bakanlığı son 24 saatteki “hasta” sayısını 3.819 olarak ilan etti. Bu sayının, o gün hastalığa yakalanan “vaka” sayısına karşılık gelmediğini biliyoruz; hekimler vaka sayısını bulmak için hasta sayısını en az 20 ile çarpmak gerekir diyorlar, yani 17 Kasım günü Covid’e yakalananların sayısı yaklaşık 70 bin! Demek ki, 100 vakadan sadece 5’i “hasta” olarak kabul ediliyor ve hastaneye alınıyor. Geri kalanlar evlerine yollanıyor.
Bu rakamların biraz daha ayrıntısına girildiğinde, Covid-19 virüsünün asıl işçi ve emekçileri vurduğu ortaya çıkıyor. DİSK’in kendi üyeleri arasında yaptığı bir çalışmaya göre, işçilerin arasında virüse yakalanma oranı, Türkiye ortalamasının 3,2 katı. Ki, bu işçilerin sendikalı olduğunu, yani işyerlerinde belirli sağlık önlemleri alınması konusunda seslerini yükseltebilecek işçiler olduğunu düşünün; demek ki, yüzde 90’ı örgütsüz olan binlerce işyerindeki yüz binlerce işçinin ve emekçinin bu hastalıktan kırıldığını anlamak zor değil. Genel-İş Başkanı ve DİSK Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çalışkan, “Yaptığımız çalışmalarla gördük ki Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığıdır” diye açıkça söylüyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi de, salgın nedeniyle meydana gelen ölümlerin saklandığını ve açıklanan ölümlerde de kimlik bilgilerine ulaşmanın zorlaştırıldığını belirtti ve ölüm vakalarını sekiz ayda (11 Mart-10 Kasım), çoğunluğunu işçilerin mesai arkadaşlarından, yerel basından ve sağlık örgütlerinden derlediğini belirtiyor. Virüs işyerlerinde ve yoksul mahallelerde cirit atmaya devam ediyor.
Ne önlemleri!
Hükümetin açıkladığı son sözde önlemler de emekçilerin virüsten kırılmasının önüne geçemeyecek. Pandemi karşısında patronları kollayıp işçileri ve emekçileri “alavere dalavere, emekçiler göreve” diyerek onları tıklım tıklım toplu taşıma araçlarıyla yan yana çalışacakları işyerlerine yollamak, çalışmak zorunda olan insanları toplumsal bağışıklık için “sürü” olmaya mahkûm etmek anlamına geliyor.
Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi Genel Sekreteri Vedat Bulut, alınan yeni önlemlerin salgındaki yüksek vaka sayılarını ve artışı düşürmeye yetmeyeceğini; benzer kısıtlamaların daha önce de denendiğini, belirli yaş gruplarına kısıtlamalar uygulanırken, işçilerin sokağa çıkma yasağında bile çalışmaya devam ettiklerini söylüyor. Vedat Bulut, tüm ülke çapında tam kapanmanın zorunlu olduğunu belirtiyor.
Aslında bunları tüm bilim insanları dile getiriyor. TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tüm sağlık çalışanları adına, “Öncelikle zorunlu üretim ve çalışma gerektirenler dışında işyerlerinin en az üç-dört hafta kapanması gerekiyor. Bilimsel çalışmalara göre iki hafta kapanmanın bulaşma hızını yüzde 22, dört haftanın ise yüzde 38 düşürdüğü görülüyor,” diyor.
Çalışmaktan kaçınma hakkı
Ama hükümet “ekonomi ayakta kalmalı” gerekçesiyle patronları desteklemeyi, emekçileri bulaş alanlarına yollamayı sürdürüyor. O halde, bunu hükümet yapmıyorsa, tam kapanma önlemini uygulama inisiyatifini ele almak işçi ve emekçi sınıflara ve onların örgütlerine düşüyor.
Pandeminin daha ilk günlerinde, mart ayında, DİSK “6331 sayılı iş sağlığı iş güvenliği kanunu madde 13’ün 1, 2, 3 ve 4 bentlerine göre iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmaz ise iş yapmama hakkını yani çalışmama hakkını kullanabilir ibaresinden yola çıkarak acil önlemlerin alınmasını talep ediyoruz” diyerek bu yola başvurulabileceğini belirtmişti.
Bu yasanın ilgili maddesinin uygulanması belirli bir prosedüre bağlı, ama maddenin 3. fıkrasında şöyle deniyor: “Çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda, birinci fıkradaki usule uymak zorunda olmaksızın, işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz.”
Dolayısıyla, artık “ciddi ve yakın tehlike” haline gelmiş olan ve emekçi sınıfları ve yoksul halk kesimlerini kırıp geçiren salgına karşı mücadelede Çalışmaktan Kaçınma Hakkı’nın kullanılmasının zamanı gelmiştir… hatta geçmektedir. Ve bu hakkın kullanılmasının hayata geçirilmesinde görev, başta sendikalar olmak üzere tüm işçi ve emekçi örgütlerine düşmektedir.
Son bir söz: Kim bu hakkın kullanılması için kaynak yok diyorsa yalan söylüyor. Kaynak elbette var. Bu kaynakların ne olduğunu hatırlamak isteyenler, gazetemizin web sitesindeki “Kaynak VAR! Olmayan, onu adil şekilde dağıtabilecek bir rejim…” başlıklı yazıya bakabilirler.
Yorumlar kapalıdır.