Saray iktidarı ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çabalıyor

Yaklaşık son iki senedir devam eden ve geçtiğimiz aylarda art arda yapılan faiz indirimleri sonucu dolar ve avro kurları rekor seviyeler gördü. İktidara yakın çeşitli sermaye grupları önce Türk lirasının özellikle aralık ayında ivmelenerek artan değer kaybı öncesinde dolar alarak; sonra da 20 Aralık’ta devlet eliyle gerçekleştirilen piyasa dolandırıcılığı sayesinde kurlarda yaşanan ani düşüş öncesi dolar satarak zenginliklerine zenginlik kattı.

Bu çifte vurgundan biz işçi ve emekçilere düşen ise her gün zamlanan mal ve hizmet fiyatları, derinleşen yoksulluk, uzayan ekmek kuyrukları, marketlerde temel ihtiyaç maddelerine takılan alarmlar ve eriyen alım gücünü bir nebze olsun korumak adına cebindeki son parayla dolar alan binlerce emekçinin mağduriyeti oldu. Tüm bunlar olurken son 50 yılın rekor zammı “müjdesiyle” belirlenen 2022 yılı asgari ücreti ise ancak açlık sınırına denk bir seviyeye yükseltildi.

Önce “faiz sebep, enflasyon sonuç” şiarıyla Türk lirasına bilinçli bir şekilde değer kaybettirildi. Türkiye’yi ucuz emek cennetine çevirerek, cari fazla üzerinden ekonomik büyüme yaratmayı amaçlayan bu “yeni ekonomik model”in yarattığı büyüme bir avuç patrona yararken, emekçi kitlelerin cebine yansımadığı gibi aksine artan kur ve enflasyonla alım gücümüzü eritti. Derinleşen bu ekonomik çöküş, Erdoğan için iktidarının alması gereken bir sorumluluk meselesi değil, bizlerin sırtlanması gereken ekonomik bir kurtuluş savaşı ve nedense son 20 senedir akla gelmemiş İslami bir gereklilikti; önlenemeyen fiyat artışlarının tek sorumlusu ise izlenen ekonomi politikaları değil, kim oldukları bir türlü açıklanmayan stokçular ve fırsatçılardı.

Şimdi ise Tek Adam rejimi, 20 Aralık müdahalesini ve kur korumalı TL mevduat sistemini yandaş medya ve kurumları aracılığıyla bir başarı öyküsü olarak sunmaya çalışıyor. Aslında örtülü faiz artışı anlamına gelen bu “faiz değil hibe” manevrasının yükü ise Hazine’ye, yani gene emekçi kitlelerin sırtına bindiriliyor. Ödediğimiz vergiler bizim için değil sermayedarların, fırsatçı patronların olası kayıplarını telafi etmek için “hibe” ediliyor. Yapılan müdahaleyle tetiklenen sert düşüş sonrasında bile dolar ve avronun seyrettiği seviyelere ve düşmeyen fiyatlara bakınca, bu başarı öyküsünün bir gelir/servet transferinin üstünü kapatmak adına işçi ve emekçilere ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasından öteye gidemediği açıkça görülüyor.

Eriyen TCMB rezervleri hakkında bir TV röportajında “Ben o sırada Cumhurbaşkanı idim, olanlardan sorumlu değilim” diyen Erdoğan, AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca izlenen ve bugünün temelini hazırlayan ekonomi politikalarının sorumluluğunu üstünden atmaya çalıştı. Ancak Erdoğan’ın geçmişe dair yaptığı bu kendini temize çıkarma çabasını, aynı zamanda içinden geçmekte olduğumuz yıkımın sorumlusunun bizzat kendisi ve “kudretli” Tek Adam rejimi olduğunun dolaylı bir itirafı olarak da okumak mümkün. Kurtuluş savaşı diyerek yapılan fedakârlık çağrılarının, dini hassasiyetlere oynamanın ya da isim değişikliklerinin bu sefer de sorumluluk almamak için yeterli olmayacağını, ülke ülke gezerek dış sermaye arayan Erdoğan’ın kendisi de görüyor olacak ki, iktidar cephesi tarafından yıllardır her ekonomik dar virajda kullanılan “dış güçlerin saldırıları” söylemlerinin yanına “içeriden manipülasyon” söylemleri de eklendi. Erdoğan sosyal medyayı demokrasi karşısında temel bir tehdit unsuru olarak ilan etti. Daha şimdiden iktidarın bilindik baskı ve hak ihlali politikalarına sıtmaya razı olmayanlar da eklendi; “terörle mücadelenin” kapsamı ekonomistlere, YouTube üzerinden sokak röportajı yapanlara, İBB çalışanlarına kadar genişletildi.

Tüm bunları, çözülen Saray rejiminin mimarı olduğu sosyal ve ekonomik yıkımın sorumluluğunu atacağı yeni günah keçileri arayışı ve kılıfını hazırladığı bir erken seçim hazırlığı olarak görmek mümkün ancak yeterli değil. Çünkü sorun Tek Adam rejiminden çıkış olduğu kadar bu çıkışın nasıl olacağı. Millet İttifakı da “dış yatırımcıya güven veren” Kemal Derviş politikalarına, yani ucuz emek, esnek ve güvencesiz çalışma politikalarını “demokrasi ve hukuk normları” çerçevesinde katlanılabilir kılmaya geri dönmek dışında bir çözüm üretmekten aciz. Sol ve emek örgütleri ortak bir program ve talepler çerçevesinde, işçi ve emekçilerin lehine rejimden ve ekonomik sömürü düzeninden tam kopuşu savunan bir alternatif ortaya koyamadığı sürece birilerinin gözlerindeki ışıltı diğerlerinin gözlerinin ferinin sönmesi pahasına olmaya devam edecek.

Yorumlar kapalıdır.