“Dış güçler”in krizi
Ekonomik kriz karşısında Türkiye’de Saray rejimi tarafından kullanılan bir palavra: “dış güçlerin oyunu”.
Her beceriksizliğinin sorumluluğunu kendisi dışında bir yerde arayan, “iyi” olanı kendine yoran, “kötü”yü ise başkasına yıkan, bu şekilde de beka sorunun çözmeye çalışan bir rejim…
Tıpkı “dış güçler” diye addettiği diğer rejimlerin ekonomik kriz karşısında kendi emekçi halklarına yaptıklarına benzer şekilde.
Tam da bu nedenle, ekonomik çöküş karşısında başvurulan “dış güçlerin oyunu” mottosu koca bir yalan.
Meselenin özü çok daha basit: Türkiye rejiminin de ayrılmaz bir parçası olduğu dünya kapitalizminin derin krizi!
2008 yılında başlayan krizden kapitalizm nihai bir çıkış yaratamadığı gibi Covid-19 pandemisinin etkisi, uluslararası ölçekte krizin derinleşmesini de beraberinde getirdi.
Belki daha da önemlisi; 2008 yılında başlayan kriz, her ülkenin kendi özgün ritimleri ve kapitalist ekonominin işleyişi düşünüldüğünde küresel ölçekte farklı momentlerde, farklı gelişim düzeylerindeki ülkeleri sarsmıştı. Ancak pandemiyle birlikte bu özgünlükler ve farklı ritimler daha az görünür oldu, kapitalist ekonominin ve sömürü düzeninin etkileri tüm dünya halkları için daha da berraklaştı.
O nedenle dünyanın birçok noktasında emekçi halkların uğruna mücadele ettikleri sorunlar aynılaştı: işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlik.
Ve bu aynılaşma aslında bir şeyin sonucu…
Erdoğan ve kardeşlerinin, kapitalist kriz karşısında temsil ettikleri sınıfın, yani burjuvazinin, çıkarlarını garanti altına almak adına, iktidarların benimsedikleri stratejinin bir sonucu.
İktidarlar, kapitalizmin sorumlusu olduğu krizin faturasını dünya emekçi halklarının üzerine yıkma stratejisi uyarınca farklı taktiklere, metotlara, politikalara başvuruyor.
Emekçi halklara dönük uygulanan bu ekonomik yıkım politikalarının sonucu ise tüm dünyada işsizliğin artması, enflasyonun tırmanması, yoksulluğun derinleşmesi ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin bir uçurum haline gelmesi oluyor.
Zenginlerin kârlarına kâr katması pahasına.
Öyle ki, 2021 yılında dünya üzerindeki milyarderlerin serveti bir önceki yıla göre yüzde 75 oranında artış gösterdi.
Dünyanın en zengin yüzde 10’luk kesimi dünya servetinin yüzde 82’ye yakınını kontrol ederken, nüfusun en yoksul yüzde 50’si bu toplam servetin yüzde 1’ine dahi erişemiyor.
Bu tablonun Türkiye yansıması ise pek farklı değil. Türkiye nüfusunun en zengin yüzde 10’u ülke toplam servetinin yüzde 67’sini elinde tutarken, en yoksul yüzde 50 ise ancak bu servetin yüzde 4’üne sahip olabiliyor.
Yani bu tablo, hiçbir ülke için “dış güçlerin oyunu” ile anlatılabilecek bir sonuç değil.
Bu, krizinden nihai bir çıkışı yaratamayan kapitalizmin ve onun temsilcisi iktidarların, dünya emekçi halklarına reva gördüğü acı reçetenin tablosu. Ve kapitalizm kendi lehine bu krizden bir çıkış yaratamadıkça yeni saldırı politikalarını gündemine almak durumunda.
Ancak bu noktada çarpacakları duvar ise ellerinde kalan “kırıntıyı” da kaybetmek istemeyen, talepleri aynılaşsa da mücadele ritimleri farklılığını sürdüren dünya emekçi halklarının direnci olacak.
Bizler için önemini ve aciliyetini koruyan ise, kapitalist sömürü düzenini sorgulayan, talepleri aynılaşan dünya emekçi halklarının önüne kapitalist krizden ve onun sorumlusu rejimlerden nihai bir kopuşu mümkün kılabilecek uluslararası bir alternatifin inşası sorunu.
Yorumlar kapalıdır.