2008’den bu yana sürmekte olan küresel ölçekli krize karşı sermaye, düşük faiz ile para basıp sorunu ötelemeyi tercih etti. Fakat bu ötelemenin sonuna geldik. Bol para, dünyadaki finansallaşmayı ve borçluluk oranlarını artırdı. Sorunu ötelemek krizin daha ağır bir şekilde kendini göstermesine yol açtı. Kanseri yok etmek yerine semptomları engelleyen bu politika gerçek bir kanser haline gelmiş kapitalizmin en ileri seviyesinde tüm dünya halklarını mülksüzleştiriyor ve en temel yaşam ihtiyaçlarını dahi elinden alıyor.
Hane halkları için kredi, öne çekilmiş taleptir. Yani bugün kazandığınızı değil yarın kazanacağınız parayı bugünden harcamaktır. Borç denilen olgu işte bu öne çekilmiş parayla tüketmenizi sağlar. Bununla da kalmaz, yarınınızı çalar. Gün çektikçe geleceğiniz için çalışmaya başlarsınız. İleride üreteceğiniz artı değerleri bugünden satmış olursunuz. Bu durum emekçileri sermayenin boyunduruğu altına daha çok sokar. Unutmayalım, borç aynı zamanda bir servet transferidir. Alım gücü bizzat sermayenin saldırıları ve iktidarın uyguladığı politikalarla düşen emekçilerin tüketimi devam edebilsin diye, talepleri öne çekilerek yani krediyle borçlandırılarak geleceklerinin ipotek altına alındığını her yazımızda vurguluyoruz.
70’li yıllarda başlayıp 80’lerde yaygınlaşan kredi kartı kullanımı, paranın küresel ölçekte serbestleşmesi ve alım gücü düşen ya da sabit kalan emekçi yığınların daha çok tüketebilmeleri için geliştirilmiş bir finansal araçtı. Şişen borç balonu her yeni krizle (2008, pandemi) daha da şişirildi. Ama artık oyunun sonuna geldik. Küresel kriz hiç olmadığı kadar küresel. Artırılmış para bolluğu enflasyonu ve hayat pahalılığını tüm dünyada bir sorun haline getirdi. Borçların borçlarla kapatıldığı bu sarmal tüm dünyada emekçilerin seferberliklerini tetikliyor. Tüm dünyada emperyalist finansal sisteme bağımlı ülkelerin halklarının yarattıkları zenginliğin gelişmiş ülkelere aktarım kayışı olarak çalışan dış borç aktarımının reddedilmesi, dünya işçi sınıfının küresel ölçekte temel talebi haline gelmiş durumda. Bu talebin yaygınlaştırılması, seferberliklerin ana sloganı haline gelmesi çok önemli.
Borç-alacak ilişkisinde borcun ödenmeme riskini hesaplamak için kullanılan CDS primi bir ülkenin dış borç alabilmesinin maliyetini gösterir. Yani CDS primi yüksek olan ülkelerde kredi maliyeti de yüksek olur. CDS primi 300 puan üzerindeki ülkeler aşırı kırılgan ekonomiler olarak kabul ediliyor. Türkiye’nin CDS primi 900’ü geçti. Borç almak zorlaştıkça temerrüde düşme riski de artmakta, bu da ülkenin ekonomik ve finansal bağımlılığını daha da güçlendirmektedir.
Türkiye’nin dış borç stoku artarken bir yandan da GSYH dolar cinsinden küçüldüğü için dış borç yükü de artmaktadır. Bir önceki yazımızda dış borcun kefilinin Türkiye’deki işçi ve emekçiler olduğundan, bu borçtan hiçbir fayda görülmediği gibi alınan borcun çoğu zaman kamunun üstlenmesiyle özel sektörden hazineye aktarıldığından bahsetmiştik. Sosyal kesintiler, vergi artışları ve enflasyonla bu borç zorla bizlere ödettiriliyor. Dolayısıyla bu borçların reddedilmesi bağımsız bir ekonominin temel koşullarından biri olmakla birlikte, dış borçların reddi basit bir teknik ve mali meselenin ötesinde kapitalizmden kopuş yolunda atılmış en önemli politik hamlelerden biri olacaktır.
Dış borca vereceğimiz paraların bu ülkenin emekçileri için kullanılması, emekçiler için kaynak yaratılması iktidarlar için bir zorunluluk olmalıdır. Dış borçların reddedilmesi ile tüm bankaların kamulaştırılarak merkezileşmesi ekonomide görülmemiş bir itki yaratacak; tüketim, üretim ve dağıtım planlama yoluyla gerçekleşebilecektir. Böylece üretenlerin alım güçleri gerçek anlamda artacak, hayat pahalılığı bir sorun olmaktan çıkacaktır. Unutulmaması gereken nokta ise dış borçların reddinin dünyada seferberlik halinde olan kitlelerin ortak talebi olması gerektiği ve kapitalizmden kopuş amacıyla ekonomide planlamanın enternasyonal düzeyde gerçekleşmesinin bir zorunluluk olduğudur.
Yorumlar kapalıdır.