Doğal (mı) afet?

Türkiye bir sel ve taşkın ülkesi. Her yıl can ve mal kayıplarına yol açan sel felaketlerinin en sık yaşandığı zaman aralığı ise ilkbahar sonu, yaz aylarının başı. Geçen ay Ankara ve Samsun’da yaşanan sel felaketinde kaldırımlar çöktü, yollar ulaşıma kapandı, insanlar araçlarında mahsur kaldı; bazı mahallelerde zemin kattaki evleri su bastı, kimi ev ve eşyalar kullanılamaz hale geldi.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü (MGM) verilerine göre Türkiye’de meteorolojik afetlerin oluşum sayısı yıllar içinde artış gösteriyor. Son 12 yıllık dönemde kayda geçen 8 bin 274 meteorolojik karakterli afet arasında fırtına, şiddetli yağış ve sel ile dolu en sık görülen afetlerin başında yer alıyor.

İklim değişikliğinin son yıllarda sel ve taşkınlara ivme kazandırdığı bir gerçek. Fakat bu doğa olayının çoğunlukla felakete dönüşmesini yalnızca iklim değişikliği ile açıklayamayacağımızı; kaldı ki iklim değişikliğinin de kendiliğinden ortaya çıkan “doğal” bir süreç olmadığını, kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribatın bir sonucu olduğunu biliyoruz.

Doğanın dengesini koruması için belli sınırlar içinde normal kabul edilen sel bütünüyle önlenebilir olmasa da, toplumsal ve ekonomik alanda yarattığı yıkıcı sonuçların önüne geçmek mümkün. Sel ve su taşkınlarının meydana getirdiği can ve mal kayıpları çoğunlukla yanlış arazi kullanımı, çarpık yerleşme, altyapı yetersizliği, ormanlık alanların tahribatı gibi insan eliyle yapılan/yapılmayan eylemlerin bir sonucu. Şehirlerimizin altyapısı, sel ve taşkınların yıkıcı risklerini taşıyabilecek durumda değil. Türkiye’deki rant odaklı yapılaşma ve bu politikanın bir sonucu olarak doğanın tahribatı ise bu yıkıcı riskleri artırır nitelikte. Kuvvetli yağışları tolere edebilecek toprak, yeşil alan yok. Yer gök beton, asfalt, bina; su çatlağını bulamıyor. Dolayısıyla bu felaketlerin bir sorumlusu var, o da siyasal iktidar.

Günümüzde “gri kent” olarak anılan Ankara’nın derelerini konu eden Asfaltın Altında Dereler Var isimli belgesel şöyle başlıyor: “Ankara’da yaşayanlar; özellikle evleri batı tarafında, Çayyolu tarafında ise ve iş yerleri Çankaya, Kolej, Cebeci, Dikimevi yönünde ise günde en az 20 derenin üzerinden geçmektedirler ve ne yazık ki farkında değiller…” Ankara’da yaşanmış, yaşanacak sel felaketlerinin doğal olduğunu kim söyleyebilir?

Oysa kuvvetli yağışlar, doğru kent planlamaları ile hem ekolojik dengeyi hem de toprağın verimli hale gelmesini sağlayabilir. Odağına kâr ve rantı alan bir sistemde ve bu sistemin bir parçası olan Türkiye’de doğadan ve emekten yana politikaları işler kılmak ise neredeyse imkânsız. Dolayısıyla ekolojik yıkıma karşı mücadele, ancak kapitalist sistemin yıkımını odağına alan bir mücadeleye dönüştüğü takdirde muradına ulaşabilir. Bizler ekolojik yıkıma karşı mücadele etmenin, sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunu; her felakette olduğu gibi sel felaketlerinin yıkıcı sonuçlarını ilk elden yaşayanların da işçiler ve emekçiler olduğunu biliyoruz. Türkiye gibi afet riski yüksek bir ülkede, doğadan ve emekten yana bir mücadeleyi örgütlemek, yaşam hakkımızı savunmakla eşdeğer; zira vahşete yol açmayan bir kapitalizm mümkün değil.

Yorumlar kapalıdır.