Bir metal işçisi, Muhittin Karkın’ı anlatıyor

İş hayatına başladığımda henüz çocuk denilen yaşlarda idim. Belli bir zaman geçtikten sonra özgüvenini kazanmış, yaptığı işlerle övünen megaloman bir işçiye dönüşürken, patronum ve de ustam “Sen kendinden bahsetme! Yaptığın işler seni anlatır,” demişti. Benim için güzel ve özlü bir söz idi. O tarihten itibaren kendimden bahsetmekten ya da bahsedilmesinden hiç haz etmem. Bu sefer durum çok farklı. Bu sefer kendimden o kadar çok bahsetmek istiyorum ki cümlelere, kelimelere sığmayarak sabahlara kadar bahsetmek istiyorum.

Kalburüstü işyerlerinde çalıştıktan sonra, düzenli bir gelir, düzenli bir iş hayatım olsun diye fabrikaların kapılarını aşındırmaya başladım. O kadar çok sert bir sömürü düzeni vardı ki artık bu durumdan rahatsız olmaya başladım. Ayrımcılık, adam kayırma, ücret eşitsizliği, çalışma saatlerinde usulsüzlükler, benim sesli olarak tepki göstermeme neden olmaya başladı. Eski bir sendika üyesi ya da temsilcisi miydi, tam hatırlamıyorum, ama birisi bana yaptığımın yanlış olduğunu, bu işin sendikal mücadele ile daha doğru olacağını ifade etmişti. Ben de bunu kendime bir görev olarak nitelendirdim ve Tirsan Kardan hakkında hiçbir araştırma yapmadan, bir yazı veya makale veya kitap okumadan, çok amatörce, sendikal çalışma yapan bir arkadaşa yardımcı olmaya başladım. Ne var ki kısa sürede kovuldum. Ne geri iade ne de sendikal tazminat için bir hukuk mücadelesi verdim. Çünkü hiçbir bilgi birikimine sahip değildim. Hatta tazminatımı bile taksitle almıştım.

Ne var ki Standart Profil’de bu sendikal mücadele çok farklı boyutlara ulaşmaya başladı. Yarı sosyalist sendikacılarla çalıştık ancak sadece 4857 no’lu iş kanunu ile ilgili bilgilendirmeler yaptılar. Sonunda bu işyerinden de kovuldum ama bu sefer sendikal tazminat için hukuk mücadelesine girdik ve kazandım. Sendikacılara yarı sosyalist dedim çünkü Türk-İş’e e bağlı Petrol-İş idi bu sendika. İzmir’de iki şubesi vardı Petrol-İş’in. İzmir şubesi bilindik, hantal, iş görmez ve koltuklarına bağlı bir bürokratlar takımı tarafından yönetiliyordu ancak Aliağa şubesi, İzmir şubesine nazaran daha hareketli bir şube idi. Aliağa şubesinin bir hedefi vardı: Petrol-İş genel şubenin başına geçmek. Bir toplantıda bunu bilinçli ya da bilinçsiz şekilde Petrol-İş genel şube başkanın yanında haykırdılar. Bunun üzerine şube başkanı Standart Profil’deki örgütlü tüm işçilerin isimlerini vererek işten çıkarılmamıza neden oldu.

Bu tutumu sendikal bürokrasiye bağlayamadık. Bu durum sadece Türk-İş içinde olur diyerek bu sefer çalışmalarımı DİSK ile yapmak istedim. Doğuş Vana’da bunun için elverişli bir durum oluştu ve Birleşik Metal’e üye olup örgütlenmeye başladık. Bu arada kendilerini TOMİS diye adlandıran üniversiteli gençlerden birkaçını bu duruma taş olacak gibi öngördüğümden olaya müdahil oldum. Kendilerinin konfederasyon üyesi olmadığı, yasal olarak haklarımızı alamayacaklarını, bu durumun işçilerin üzerinde tedirginlik yarattığını vurgulayarak TOMİS’çileri ikna etmeye başardım ve Birleşik Metal’de örgütlenme hızlanmaya başladı. Ne var ki yine kovuldum. Ama içeride güçlü bir örgütlenme sağlamıştık ki bu sefer patron Türk Metal’i kendi elleri ile fabrikaya soktu. TİS de imzaladı; olan yine benimle beraber birkaç arkadaşa oldu.

Ailemle aram açılmaya başladı, ailemden destek almamaya başladım. Ayrıca bu sefer bürokrasiyle tam anlamıyla tanıştım. İçim burulmaya ve yoğun bir üzüntüyle sendikalaşma çabalarımın boşuna gittiğini düşünmeye başladım. Bu arada aldığım tazminatlar sayesinde hiçbir birikimim olamadan ev sahibi oldum. Bu durumu bir argüman haline getirerek, düşmemek için çaba içerisinde iken, Telateks’te sendikal mücadelede belli bir seviye gelmiş iş arkadaşlarımın heyecanını görerek, son bir gayretle hevesimi artırarak işin içine katıldım. Örgütlenmeyi başarıp yetkiyi almıştık. Benim de ilk defa kovulmadan örgütlü bir biçimde iş hayatım olacaktı, çok mutluydum. İşveren yetkiye itiraz etmiş, buna karşılık biz de tepkimizi ortaya koyarak işvereni TİS masasına oturtmuştuk. Kötü bir TİS de olsa artık ben de sendikalı olarak çalışıyordum. Bu sefer galiba başarmıştım.

DİSK Tekstil’in başındaki Kazım Kara ile ilgili birçok olumsuz eleştiri gördüm ve bu konuda birçok uyarı aldım. Fakat ne yapacağımı, nasıl bir yol çizeceğimi bilmiyordum. İkinci TİS’te tüm arkadaşlara durumu anlatsam da, Kazım Kara, işçileri manipüle ederek ve korkutarak TİS sürecine müdahale etti. İşçiler işini kaybetmemek için eylem oylamasında çekimser yaklaştı ama İstanbul’daki birkaç sosyalist işçi, TİS sürecine müdahale ederek Kazım Kara’nın kendi keyfine göre imza atmasına engel oldu. İstanbul’daki temsilcileri görevden aldı. Manisa’ya gelerek, yine manipülatif eylemlerde bulunarak, daha sert bir dille işçileri birbirine düşürmeye çalıştı. Sert bir üslup kullanarak kendisine yaptıklarının yanlış olduğunu söyledim. Birbirimizin üzerine yürüyerek sert bir şekilde tartıştık. Bunun sonunda toplantı bitti. Toplantı bitimi sonrasında işten çıkarılmamın, sendikal bürokrasi tarafından günü kesilmişti.

Bu arada İşçi Demokrasisi Partisi’nden birkaç yoldaşla tanışmış ve toplantılarına katılmıştım. Telateks tarafından işime son verildi. Bu sefer sadece ailem değil, ben de yıkıldım. Bu kadar kolay mıydı? Tazminatımı alamadım, 25/2’den atılarak büyük bir mağduriyet yaşadım. Bu maddeden atıldığım için işsizlik maaşı da alamıyordum. Aldığım evin kredi taksitleri duruyor; evin ihtiyaçları, faturalar, taksitler hepsi üst üste geliyordu. O kadar yıkılmıştım ki çaresiz bir şekilde işin içinden çıkmaya çalışıyordum ama başaramıyordum. Ümitsiz bir şekilde sınıftan soğumuş, hayalini kurduğum işçinin özlük hakları için mücadele etmesi vizyonunu kaybetmiş, sendikalardan nefret etmeye başlamıştım.

İçimde böyle fırtınalar koparken, bana inanan birkaç insanla güçlü durmaya çalışıyordum. Düştüğüm olumsuzlukları kimseye itiraf edemiyor, etsem de kimsenin beni anlayacağını düşünmüyordum. Her şeyden, herkesten nefret etmeye başladım.

Manisa’daki İDP’li birkaç yoldaş “İstanbul’dan bir arkadaş geldi, seninle tanışmak istiyor,” dedi. Akşam saatlerinde bir parkta buluşacaktık. Aklımdan geçirdiğim plan, işçinin de işverenin de canı cehenneme deyip yarım saat içerisinde ayrılmaktı. Ve saat 20.00’de buluşma yerine gittiğimde o müthiş insan oradaydı; hafif bir tebessüm, yüzünde meraklı gözlerle beni tanımaya çalışıyordu. “Ben Muhittin Karkın,” diyerek söze başladı. Ben de kendimi tanıtınca, hemen sorularına geçti. Sıradan sorular değildi. Öyle sorular soruyordu ki, yarım saatte uzaklaşmak istediğim ortamda 3 saat geçmişti; sohbetine kapılıp sabaha kadar konuşmak istiyordum. Ama ayrıldık ve bana öyle bir taleple geldi ki, hayır bile diyemedim, hiç düşünmeden evet dedim. İşçi Demokrasisi Partisi’nin eğitim programına katılmamı istedi. Ne var ki o sıralarda pandemi süreci patlak verdi. Ama iletişimimiz kopmadı, o sıralarda Termokar işçilerinin sendikal mücadelelerini izleyip onlara deneyimlerimi anlatmamı istedi. Termokar işçilerinin bu örgütlenme sürecinde, işçiler gibi kendisi de heyecanlanıp, durumu o kadar güzel analiz ediyordu ki. Tüm söylemlerinde haksızlık payı sıfırdı. Bu beni rahatsız ediyor ama heyecanı ve şevki beni hayrete düşüyordu. Oysa o kadar olumsuzluk yaşadım; ama tekrardan beni teşvik ediyordu. Pandemi sürecindeki kısıtlamalar hafiften kalkmaya başladı. Nihayet bir araya geldik, nihai sorusunu sordu: Partili olmak ister misin? Bunu sorduğunda, “Ben hiçbir partiye inanmam, hiçbir partiye de oy vermem,” demiştim.

Çünkü düzen partisi diye adlanlandırdığımız bu popüler partiler aynı bürokrat sendikacılar gibi koltuk sevdasından başka bir şey ifade etmiyordu. Oysa bana işçilerin bir arada olup kendi partileriyle iktidarı ele almasının gerektiğini, devrim sürecini ve işçinin tarihsel rolünü en ince detaylarına kadar anlatmıştı.

Ben de kendisine yaşadığım durumlardan bahsettim, artık sınıfa karşı güvenimi yitirdiğimi söyledim. “Çok işsiz kaldım, zor günler geçirdim,” dediğimde, “Evet, öncü işçilerin durumu böyle olur ne yazık ki,” dedi, “Bu olumsuzluklar senin düşmene sebep olmuştur.” “Ben de senin gibi olumsuzluklar yaşadım,” dediğinde hemen sordum, “Kaç işten kovuldun?” diye. “Ben kovulmadım, idam ile yargılandım,” demişti. Hayatımın en büyük şokuydu. Oysa ben kendimce çok zor günler geçirdiğimi zannediyordum. Muhittin Karkın gibi bir sınıf mücadelecisinin idamla yargılanmasını kabullenememiştim.

“Evet, böyle olumsuzluklar sınıf mücadelesinde her zaman karşımıza çıkacak, işten kovulacağız, hapse gireceğiz ama biz öncü işçiler düşmeyeceğiz. Bizim öyle bir lüksümüz yok,” diyerek beni yerden öyle bir kaldırdı ki, sorularıyla kendimizi ifade etme şeklimizi değiştirdi. Yazı yazmamız gerektiğini söyleyerek talepler yaratmamızı sağladı, bizi konuşmacı yaparak özgüvenimizi artırdı. Kısaca sınıf mücadelesinde öncü işçi olmamız için tüm bilgi ve birikimini aktardı. Bu bize bıraktığı en büyük miras. Öyle bir miras ki çok ağır ama bir o kadar da gerçekçi. Biraz geç oldu tanışmamız ama dolu dolu bir birikim oldu. Biraz sitem, biraz da özlemle, olmadı be yoldaş.

Sosyalizme dek daima, Muhittin Karkın!

Yorumlar kapalıdır.