Eski ağza eski taam

“Eğer Türkiye enerjisini, bütçesini, kazanımlarını, huzurunu, refahını, gencecik fidan gibi delikanlılarını teröre kurban etmeseydi, Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine ay yıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi bugün nerede olurdu?”

“Bir paketten bahsetmiyoruz. Bir süreç… Bu süreci devam ettirirken de parlamento içi, parlamento dışı siyasi parti liderleriyle de görüşmeler yapalım. Akademisyenlerle, bu ülkenin çeşitli aydınlarıyla, çeşitli medya mensuplarıyla, sivil toplum örgütleriyle, yani bu konuda söyleyecek sözü olan her kesimle görüşmeler yapılsın diyoruz. Bu görüşmeleri, İçişleri Bakanımızın koordinesinde yürütüyoruz. Ama bakıyorsunuz dün, Ana muhalefet ile diğer muhalefet partisi, her ikisine mektup gidiyor ve anında ret cevabı geliyor. Hani bunlar uzlaşmadan yanaydı, hani bunlar bu ülkeden, mutabakattan yanaydılar? Bu meselede mutabakatın olmayacak da bu meselede çözüm aramak olmayacak da nerede çözüm arayacaksınız, söyler misiniz?”

Başbakan’ın yukarıdaki sözlerinin ardından uzun zaman geçmedi. Gelinen noktada edilen sözler ise, bunun tam tersi; “Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur. Kabul etmiyorum. Bu ülkede Kürt kardeşimin sorunu var, ama Kürt sorunu artık yok.”

Bir sorun, birisinin sorunun varlığını kabul edip etmemesi ile elbette var olmaz. Ancak, başbakanın üslubundaki dönüşüm aslında bütün bir sürecin de özeti niteliğinde.

Demokratik açılım ile birlikte, PKK’nin çatışmasızlık siyasetini benimseyerek art arda ilan ettiği ateşkeslerin etkisiyle, bölgede nispeten seyri düşen bir çatışma süreci yaşanmakta idi.

Devletin özellikle KCK operasyonları ile 2500 kadar Kürt siyasetçiyi tutuklaması ile doruğuna vardırdığı sertlik siyaseti, bir süredir “sehven” sayısı azaltılan askeri operasyonların arttırılması, “açılım” sürecini geri dönülmez bir şekilde bitirdi.

Peki, ne olursa olsun “demokratik dönüşüm”den vazgeçilemeyeceği söylenirken, ne oldu da bu noktaya gelindi?

Ne değişti?

İşçi Cephesi‘nin önceki sayılarında da yazdık. Aslında “açılım” yoktur. Açılan, bir tek Kürtçe yayın yapan bir müzik kanalıdır. Ne 12 Eylül yasaları ile hesaplaşıldı, ne başbakanın bahsettiği boşaltılan köylerin izi sürüldü, ne tek bir yasal düzenleme yapıldı, ne de “Kürt kardeşlerinin” tek bir sorunu giderildi. Varsa yoksa açılan bir tek TV kanalıdır. Onda da, aksan ve lehçe farklarından kimsenin bir şey anlamadığına dair yaygın bir kanı var.

Yani başbakan kendi söylediklerine kendisi uymuyor. Nerede yanlış yaptık diye soru sorup sadece kendin cevaplar ve kendin dışındaki kimsenin -hele de mağdurun- söylediklerini de duymazsan elbette “yanlışı”, “hatayı” göremezsin.

Açılım denilen sürecin tersine döndüğü ya da maskesini düşürdüğü sürecin başlangıcı, tıpkı İşçi Cephesi‘nin diğer sayılarında yazdığımız gibi, barış gönüllülerin Kürt illerinde yoğun bir kitle seferberliği ile karşılanmasıydı.

Fazla ileri gidilmişti, böyle olunca “bazı şeylerin yeniden düşünüleceği”nden bahseden devlet makamları, önce salıverdikleri barış gönüllülerini bu kez de tutuklamaya girişti. Hemen ardından da, adeta bir misilleme gibi, KCK operasyonları kapsamında 2000’i aşkın Kürt siyasetçi tutuklandı. Dağda çarpışanı ovaya siyasete davet etmek bir yana, bizzat ovada siyaset yapan onlarca Kürt aydını, demokratik kitle örgütü üyesi, seçilmiş belediye başkanı, akademisyeni, aktivisti, BDP’de örgütlenen 2000’in üzerinde insan tutuklanarak cezaevine konuldu. Yaklaşık bir yıldır da tutuklu durumdalar. Devletin açtığı bir televizyon kanalında konuşulan dilde savunma yapmak isteyen tutuklular ise, mahkemeden çıkarılıyor ve savunma hakları ellerinden alınıyor.

Soru çok basit aslında; bizzat devlet televizyonlarında konuşulan dil muhatap alınmakta mıdır? Ya da açılım denilen şey, TC mahkemelerine uğramamış mıdır?

Peki, bu durumda barıştan bahsedilirken nasıl bir kavram kullanılıyor olabilir; barış, uzlaşma, kucaklaşma dediğiniz şey için en azından iki tarafın olması gerekmez mi? Peki hükümet, bu sürece girerken karşısında muhatap olarak kimi bulacağını umuyordu? Diyarbakır Sanayi Odası Başkanı’nı mı?

Uzlaşma, kaynaşma, barışın olması için masanın iki tarafına oturanın asgari olarak tatmin olduğu bir zemin gerekir. Yoksa masanın karşısına gelecek muhtemel muhatabı önce zapturapt altına almaya çalışıp, sonra dövmeye çalışırsanız, elbette bu süreci yönetemezsiniz.

Nitekim KCK tutuklamalarına eşlik eden askeri operasyonlar da bunun göstergesi. 40’ın üzerinde gerilla operasyonlarda öldürüldü. Ayrıca, öfkelerin büyümesine neden olan, cenazelere bile insanlık dışı davranıldığından bahsedilmesi oluyor.

Bütün bunlarla beraber başbakanın seçim konvoyuna saldıran PKK’nin bir polis memurunun ölümüne neden olması, açılım sürecinde hükümet kanadının en sevimli yüzleri olmaya çalışan AKP kurmayları ve başbakanın, hızla, bilindik resmi devlet ağzına çark etmelerine neden oldu.

Bütün bu dönem boyunca, BDP öncülüğünde Kürt illerinde geliştirilen sivil itaatsizlik eylemleri, özellikle Ortadoğu devrimlerinin yarattığı dalgadan korkan egemenlerin şiddet ve engellemelerine maruz kaldı. Hükümet edenin gereksizleşmesi üzerine kurulu bu sivil itaatsizlik eylemleri, bölgede bir tür ikili iktidar nüvelerini de içermeye başladı. Ayrıca, rejmin en temel korkusu olan yoksul kitlelerin seferberliği de bu sürecin çatışmalı karakterini ifade ediyor. Bu noktadaki en ufak gelişme, rejimin Bonapartist, tek merkezci karakterini parçalama potansiyeli taşıyor.

Özerklikle ne isteniyor?

Peki, bu eylemlerde bahsedilen “özerklik” talebi neyi ifade ediyor? Aslında istenen AKP’nin 2004’te Meclis’ten çıkardığı fakat Cumhurbaşkanı’nın “tekil ve merkezi yapıyı bozar” gerekçesi ile veto ettiği, “Kamu Yönetimi Kanunu” ile hemen hemen benzer içerikte. AKP’nin getirdiği kanun önerisinde merkezin yetkisi, yönetim, güvenlik, istihbarat, dış politika ve diyanet dışındaki sağlıktan, sanayiye, ticaret ve bayındırlık bakanlıklarının yetkileri yerel yönetime bırakılıyordu.

İl yönetimleri, merkezi hükümet onayına bağlı olmadan yasak koymak ve uygulamak, özelleştirme yapmak ve diğer yerel yönetimlerle koordinasyonu sağlamak gibi yetkilere sahip olacaktı.

Peki, hükümet, bunu bilmiyor olabilir mi? Elbette hayır. Sorunun cevabı, bu durumda da bir kez daha önümüzde berrak bir şekilde duruyor; AKP ve rejimin Bonapartist-tek merkezli karakterinin, içerdeki sorununu “bir şekilde” halletmek istemesi. Dışarıda “güçlü devlet” olması ve rejimin yayılmacı karakterini göstermesi açısından bu gerekli. Bu noktada da “demokratik gericilik” metotları kullanılıyor.

Geniş Kürt kitleleri, sürekli seferberlik halindeki Kürt yoksullarının talepleri, hükümet için ancak bölgesel asgari ücret bahsinde geçmektedir.

Rejimin, devletin “kırmızı çizgilerinde” ise bütün diğer öncüllerinden farkları yoktur.

Bu durumu değiştirecek, kanın durmasını ve silahların susmasını sağlayacak Kürt halkının mücadelesine, Türkiye işçi sınıfının ve kitle hareketlerinin vereceği destektir.

Türkiye sol hareketi, hükümetin yapacağı askeri operasyonların durdurulması için çok berrak bir bilince sahip olmalıdır. KCK tutuklularının derhal serbest bırakılması için hükümete siyasi baskı yapılmalıdır. Kürt halk hareketinin temsilcilerinin kendini her düzeyde ifade etmesi sağlanmalıdır.

Bütün bu gelişmeler ışığında, Kürt hareketi ile sosyalist hareketlerin oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun etkisini Türk illerinde arttırması yüksek önemdedir.

Yorumlar kapalıdır.