Harçlar kaldırıldı, sırada kamusal yüksek öğretim sistemi var

28 Ağustos 2012’de başbakanın imzaladığı kararnameyle katkı kredisinin yani harçların kaldırıldığını Bület Arınç, “müjde” başlığıyla medyaya duyurdu. Bunu üzerine “Müjde! Parasız eğitim geldi!” tarzı başlıklar gecikmeden atıldı.

Bu durum karşımıza şu soruları çıkarmaktadır. AKP’nin neoliberal politikaları, sınıf karakteri ve 10 yıldır iktidarda olduğu düşünüldüğünde, harçların kaldırılması da neyin nesi? Bu bir kazanım mıdır? AKP, gerçekten de parasız eğitim için mi çabalıyor ya da elinden bu kadar mı geliyor?

Harçların kaldırıldığı haberinden hemen sonra kararnamenin ayrıntıları da ortaya çıktı. Katkı kredisini kaldıran hükümet, öğrenim kredisine dokunmamıştı. Bu da demek oluyor ki, ikinci öğretimler para ödemeye devam edecek. Ayrıca, okulu uzatan birinci öğretimler de harçlarını ödeceyecek, hem de 2 kat fazlasıyla… Elbette bu, birçok öğrenci için şok etkisi yarattı.

Bunlar kararnamenin ayrıntılarıydı ve bir şeyi gösterdi: Hükümetin parasız eğitim derdinde olmadığını (Zaten bunu beklemek saflık olurdu)…

Gerçekçi olmak gerekirse solun tamamı AKP’nin böyle bir hamle yapacağını beklemiyordu. Karanameden sonra birçok sol grup, bunun yıllardır parasız eğitim isteyen öğrencilerin mücadelesiyle kazanıldığını, bu kazanımın ileri götürülmesi ve tüm üniversitelerin ücretsiz olması taleplerini dile getirdiler.

Yoldaşlar, bir devrimcinin olmazsa olmazı gerçekçi olmasıdır. Bugün Türkiye’de ne bir öğrenci hareketi, ne de bu hareketin bir kazanımı mevcuttur. Türkiye’de yüksek öğretim sisteminin evrimine ve bugün geldiği noktaya bakarak bu durumu çok net anlayabiliriz. On yıl içinde, üniversiteleri hızla sermayeleştirmekten, “her ile bir üniversite” diyerek onları niteliksizleştirmekten, öğrencileri piyasa mekanizmasında müşterileştirmekten beis duymayan hükümet, hangi muhalefet karşısında geri adım attı da harçları kaldırdı? Eğer bahsettiğiniz muhalefet, 6 Kasım YÖK’ün kuruluşunda yürüyen 200 kişi ise evet böyle bir muhalefetçik var.

Maalesef solun bir kısmı, hükümetin eğitimle ilgili yaptığı her türlü dönüşümü egemen sınıfın, o anki ihtiyatçlarından ve/veya isteklerinden azade, salt hükümetin keyfi uygulamaları veya bu dönüşümlerin hükmetle öğrenciler arasındaki savaşımın birer ürünü olduklarını düşünüyor. Yazının konusu olmasa da bir örnek olarak YÖK’ün kaldırılması tartışmalarına bir göz atmakta fayda var. YÖK’ün varlığının, mevcut neoliberal eğitim modeliyle zaten bağdaşmadığını görüp hükümetin de YÖK’ün kaldırılmasından bahsettiği bir ortamda, muhalefet olarak örneğin “YÖK kaldırılmalıdır” demek hiçbir şey söylememektir. Elbette bizler, YÖK kaldırılmasın ,demiyoruz. YÖK ve YÖK’ün işlevini gören vesayetçi her türlü kurum ve kuruluş kaldırılmalıdır. Fakat eğitim sisteminin sermayeleşmesiyle değişen ve dönüşen her şeyi göz önünde bulundurarak geçişsel talepler atmadığımız her noktada hataya düşeriz; tıpkı harçların kaldırılmasında olduğu gibi.

Yazının başında sorduğumuz sorulara geri dönersek harçların kaldırılmasını kamusal yüksek öğretimin yavaşça ortadan kaldırılmasının başlangıcı olarak görmek gerekiyor. Harçların kısmen kaldırılması, belki de harçlara olan ihtiyacın yavaş yavaş ortadan kalkmasından kaynaklanmaktadır.

Bir örnek vermek gerekirse, gelirini devlet ödenekleriyle ve öğrencilerden alınan paralarla sağlayan bir devlet üniversitesi düşünün, bu üniversite zamanla devletten aldığı parayı azaltıyor ve bir banka tarafından finanse edilmeye başlıyor, bunun karşılığında üniversite de bankanın içinde bulunduğu sanayi ve hizmet kollarına ‘bilimsel katkı ve hizmet’ sağlıyor. Hatta bu üniversite, öğrencilerini bu bankanın zorunlu müşterileri haline getiriyor. Üniversite içinde yapılan her aktivite, bu bankaya ödenen para sayesinde gerçekleşiyor. İşte böyle bir durumda katkı kredisi denen harçlar önemini ve gerekliliğini yitirir. Çünkü, artık üniversitelere kredi sağlayan bir sermaye var: Finans kapital.

25 devlet üniversitesi bankalarla halihazırda anlaşma imzalamış durumda. Vakıf üniversiteleri ise yapısal olarak kuruldukları gün sermaye ile bütünleşmiş oluyorlar. Vakıf üniversitesi sayılarına ve artış oranlarına bakarak üniveristelerin geleceklerini okuyabiliriz. Bu kara tablo birkaç yıl içinde çizildi.

Türkiye’de -2012 yılı dahil- 103 devlet, 68 vakıf olmak üzere 171 üniversite var (Yüksek okullar dahil değildir). Oysa 2005 yılının sonunda, toplam üniversite sayısı 81 idi. Bir diğer deyişle var olan üniversitelerin yarısından fazlası son 6 yılda kuruldu.

Aşağıdaki tablo devlet ve vakıf üniversitelerinin yıllara göre sayısını vermektedir.

Tablonunda gösterdiği gibi günümüzde vakıf üniversitelerinin artış hızı devlet üniverstelerini fazlasıyla geçmiş bulunmaktadır. Örneğin 2011 yılında bir önceki yıla göre bir devlet üniversitesi kurulmuşken aynı yıl içinde aynı yıla göre tam sekiz vakıf üniversitesi kurulmuştur. Ya da 1993’den 2003’e kadar bir devlet üniversitesi kurulmuşken aynı tarihler içerisinden tam yirmi iki vakıf üniversitesi kurulmuştur.

Bu tablonun yanına bir de devlet üniversitelerinin şirketleşmesini katarsak parasız eğitim söyle dursun, devlet üniversitelerinin bile özelleşerek kâr kapısı haline geldiklerini görebiliriz. “Hükümetimiz”, her ili boşuna üniversitelerle donatmadı. Ne de olsa her ile bir üniversite demek daha çok öğrenci, daha çok öğrenci demek daha çok para, daha çok para demek daha çok kâr ve müşteri demektir.

Kısacası bu üniversitelerin kurulmasının altında yatan temel neden, ne bilimsel üretimin yaygınlaştırılması ne de üniversite eğitiminin tabana yayılmasıdır. İllerdeki ticari hayatı canlandırmak, üniversite kapılarındaki birikmelerin yarattığı sosyal gerilimleri hafifletmek adına kurulan onlarca tabela üniversitesinin yapımları sırasında ne altyapı sorunu ne eğitimli insan gücü göz önünde bulundurulmuştur.

Eğitim sistemimizin tek sorunu paralı olması değil, eğitimin niteliği ve mezun olanların kendi alanlarında nitelikli iş bulabilmesi de büyük bir sorundur. Türkiye’nin üniversite çöplüğüne, üniversitelerin de para basan bilim fukarası kuruluşlara dönüştüğü ve mezun işsizlerin kol gezdiği bir ortamda harçların kısmen kaldırılması var olan tablonun iyileştiğini değil, daha da kötüleştiğini göstermektedir. Bologna süreci gibi üniversitelerin sermayeyle eklemleşmesi projeleriyle, hayat boyu süren bitmek bilmez eğitim seminerleri, sertifika programlarıyla kitlesel işsizlik sanki mezunların ‘yetersizliğiyle’ ilgili bir şeymiş gibi gösteriliyor, uzatılan staj süreleriyle diplomalı işsizler ucuz işgücü ordusunda yerini alıyor ve esnek güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşmaya devam ediyor.

Yeni anayasayla vakıf üniversiteleri dışında özel üniversitelerin de açılmasını sağlayacak yasalar şimdiden hükümetin programında yerini almış durumda. Bu da özel üniversitelerinin çok daha yaygınlaşacağının, artık yasalara gerek duymadan parası olan herkesin özel üniversite açabileceğinin bir göstergesi.

Bu kara tablonun dönüşmesinin hala mümkün olduğunu unutmamak gerekiyor. Yüksek öğretim sisteminin bu değişimi bir baht değil. Bu değişimin sadece öğrencileri değil akademisyenleri ve üniversite içinde çalışan tüm işçileri etkilediği çok açık. Böylece neoliberal dönüşüme karşı üniversite içindeki her kesimin, ortak taleplerle bir araya gelerek tepki oluşturması elzem olmuştur.

Burjuva eğitim sistemi hiçbir zaman herkesin nitelikli ve ihtiyacı olan bilgiye ulaşabilmesini ve istediği alanda uzmanlaşabilmesini sağlamamıştır. Unutulmaması gerekir ki, kapitalizm altında üniversiteler burjuva ideolojisini ve bu bağlamda el emeğiyle entelektüel emek arasındaki işbölümünü yeniden üretir. Sınıflı bir toplumda eğitim ve öğretim, onu içeren egemen ideolojinin bir uzantısıdır. Dolayısıyla eğitim sisteminin bugünkü konumuna gelmesi kimseyi şaşırtmasın, yapısal bir sonuçtur.

Böyle bir ortamda nihai hedefimiz, kafa ile kol emeğini birbirinden ayıran duvarları kırmak ve herkesin yeteneği doğrultusunda bir alanda uzmanlaşmasını sağlayacak olan özgür emekçiler üniversitelerini kurmak olmalıdır. Elbetteki bu hedefi kapitalizmin ilgasıyla paralel düşünmek gerekiyor. Bu nedenle işçi sınıfından kopmamak öğrenci hareketinin temel direğini oluşturmalıdır. Bu hedefe giden yolda acil talebimiz harçların ikinci öğretim için de kaldırılması gerektiğiyle sınırlı olamaz.

Türkiye, eğitimdeki bu kirli dönüşümün temel dayanağı olan Bologna sürecinden kayıtsız şartsız kopmalı ve Bologna deklarasyonuna attığı imzayı geri almalıdır.

Vakıf üniversiteleri hiçbir tazminat ödenmeden devletleştirilsin ve özel üniversite açılması yasaklansın.

Tüm üniversiteler, öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanları tarafından belirlenen ve seçilen kurullarca yönetilsin, rektörlük sistemi kaldırılsın.

Devlet, tüm üniversiteleri tek bir çatı altında toplayarak ortak bir fon oluştursun, üniversitelerin giderleri bu ortak fondan sağlanarak öğrencilerden tek bir kuruş bile alınmasın.

Yorumlar kapalıdır.