Ulusal sorunun esas olarak diktatörlük rejimleriyle yönetilen “geri kalmış” ülkelere özgü olduğu, bu sorunun “ileri Batı demokrasilerinde” şu ya da bu biçim altında çözüme ulaştığı yolundaki görüşlerin en hafif deyişle ne denli hayalci olduğu, 11 Eylül günü Barselona’da ulusal bayrakları ve “Bağımsızlık” çığlıklarıyla sokağa dökülen 1,5 milyon Katalan tarafından bir kez daha kanıtlandı. Çağımızda demokratik sorunların sınıf çıkarlarından bağımsız olarak çözümlenebileceğine inanmak, ya egemen sınıf temsilcilerinin politik hilesidir, ya da Marksizm bayrağı altında toplanmayı reddeden ama samimi devrimcilerin Stalinist ya da merkezci önderlerince aldatılmalarının bir ürünü olabilir. Ezen ve ezilen ulus proleterlerinin tarihsel çıkarlarını ve gündelik ihtiyaçlarını/bilinçlerini dikkate almayan her türlü anlayış, ulusal sorunu çıkmaza, oradan da felakete sürükler. Bu açıdan bakıldığında, egemen sınıf temsilcileri ile ulusalcı bürokrat önderliklerin pek çok kez “barış ve demokrasiye geçiş” planları altında bir araya geldiklerini görmek şaşırtıcı olmaz. Tıpkı İspanya’da Franco rejimi temsilcileri, Katalan ve Bask burjuvazileri ile Sosyalist ve Komünist parti yönetimlerinin 1977’de benzer bir uzlaşma anlaşmasını -Moncloa Paktı- imzalamış olmaları gibi. Otuz beş yıl sonra, “Bask çozümü” ya da “Katalan çözümü” diye anılan bu karşıdevrimci uzlaşmanın buza yazılmış olduğu Katalan nüfusunun dörtte biri tarafından sokaklarda haykırıldı.
Tarihi unutmadan günümüze bakalım. Monarşi rejimi altında burjuvazi ve bürokratik önderliklerce yeraltında sıkıştırılmış halde tutulan Katalan sorunu, bir bütün olarak İspanya devletini sarsan kapitalist krizin darbeleri altında patlak verdi, tüm şiddetiyle tekrar yeryüzüne çıktı. Fitili tutuşturan ise, kriz öncesinde kardeşçe işbirliği yapan İspanyol ve Katalan burjuvazilerinin küçülen pasta üzerindeki didişmeleri oldu. Aslında daha on yıl önce, o dönemde iktidarda olan sağcı Halkçı Parti’nin (PP) Frankocu merkeziyetçilik anlayışına en yakın önderi Başbakan Aznar, Katalonya özerk hükümetinin yönetim yetkilerinin kısıtlanmasına, dolayısıyla da merkezi burjuvazinin Katalan sanayi ve finans burjuvazi karşısındaki gücünün artırılmasına yönelik planını gündeme getirmişti. Ama Aznar’ın Irak’ın işgali sırasında Bush ile işbirliği yapması İspanyollar’ı öfkelendirmiş, bunun sonucunda 2004 seçimlerinde Sosyalist Parti (PSOE) iktidar olunca da Aznar’ın planı rafta kalmıştı. Bugün PP Mariano Rajoy başbakanlığında tekrar iktidarda ve ekonomik ve mali kriz, anılan planın bir başka tarzda yeniden gündeme getirilmesinin koşullarını hazırlamış durumda.
İspanya devletinin sınırları içinde yer alan -ama tüm dünya ölçeğinde iş yapan- Kastilyan, Katalan, Basklı, Galiçyalı… tüm farklı “ulusal” sanayi ve finans burjuvazisi kesimlerinin hep birlikte acımasızca talan ettikleri -ve tabii proletaryanın ve emekçi halkların sırtında yükselen- İspanyol ekonomisi derin bir kriz içinde: ulusal geliri sistematik bir biçimde geriliyor, üstelik bunun dörtte birini dış borç ödemelerine ayırmak zorunda (dış borçları ulusal gelirinin %70’ini aşmış durumda); yatırımlar durmuş halde, bankalar iflastan kurtulabilmek için AB’nin eline bakıyor; işsizlik %25’in eşiğinde; emekli ücretleri, işsizlik yardımları bir yana, memur maaşlarını ödeyebilmek için bile kasada para yok… Bu görüntü karşısında burjuvazinin merkezi hükümet aracılığıyla işçi ve emekçi yığınlar üzerinde müthiş bir saldırı başlatmış olduğunu tüm İşçi Cephesiokurları biliyor. Hükümetin, Refah Devleti’nin tüm ögelerini tasfiyeye yönelik olarak gündeme getirdiği uygulamaları ise merkezi Parlamentoda Katalan burjuvazisi de destekliyor (CiU – Kavuşum ve Birlik grubu).
Ne var ki, Troyka‘nın (AB-IMF-AMB) kırbaç darbeleri altında yürürlüğe sokulan bu önlemlerin hiçbiri pastanın küçülmesini engelleyemiyor ve o küçüldükçe burjuvazi emekçi yığınlar üzerindeki saldırılarını artırmakla kalmıyor, kendi içinde de didişmeye girişiyor. Bu iç savaşın bir parçası da, merkezi hükümetin özerk bölgelere yaptığı ödemeleri kısıp, Kastilyan burjuvazisini güçlendirebilmek için bölge yönetimlerinin idari ve ekonomik yetkilerini kısıtlamaya ve denetlemeye yönelmesi. CiU önderliğinde Katalan burjuvazisini harekete geçiren de işte bu oldu. Artur Mas (CiU lideri) başkanlığındaki Katalan otonom hükümeti önce merkezi hükümete -reddedileceğini bile bile- karşılıklı ödemelere ve yetkilere ilişkin bir mali plan önerdi, sonra Rajoy karşısında pazarlık gücünü artırabilmek için Katalanlar’ı 11 Eylül gününde (Katalonya Ulusal Bayramı) gösteriye çağırdı… ve ipleri elinden o gün kaçırdı. Katalan burjuvazisinin mali uzlaşma planı için desteğine çağırdığı kitleler Barselona sokaklarını “Bağımsızlık!” sloganlarıyla doldurdu. Böylece Artur Mas ve CiU yönetimi “kırk katır ile kırk satır” arasında sıkışıp kaldı.
Sıkıştı çünkü Katalan burjuvazisinin arzusu İspanya’dan ayrılmak değil, hiçbir zaman da öyle olmadı. Ne İspanya pazarını elinden kaçırmak, ne Madrid hükümetinin kendisine sunduğu uluslararası yatırım ve ticaret olanaklarını yitirmek, ne de -bağımsızlık halinde- AB’nin dışına düşmek istiyor. CiU yerel hükümeti şimdi çıkışı 25 Kasım’da yapılacak otonomi seçimlerinde arıyor. Bağımsızlık yanlısı küçük burjuva ve sol partilerle birlikte yerel parlamentoda çoğunluğu elde etmesi halinde Referandum çağırısında bulunucağını ilan etti, ama Referandum sorusunun ne olacağını açıklamadı (mali plan, daha fazla özerklik, kaderini tayin hakkı, bağımsızlık..?). Kitleleri hangi noktada uyuşturup Katalan burjuvazisinin yedeğine çekmeye çalışacağına zaman içinde karar verecek, ama her ne olusa olsun Katalanlar monarşi rejiminde büyük bir yaranın açılmasına neden oldular. Verili rejimi tanımlayan 1979 Anayasası ne herhangi bir özerk bölgenin kendi kaderini tayin hakkını tanıyor, ne de bu yolda kendi başına referandum düzenlemesine izin veriyor. Nitekim 11 Eylül mitinginin ardından Kral Juan Carlos -23 şubat 1982 darbe girişiminden sonra ilk kez- halka “ayrımcılığın karşısında durmak ve birlik” çağırısında bulundu; Rajoy hükümeti ise, herhangi bir referandum girişiminin Anayasa mahkemesince derhal reddedileceğini ilan etti.
Kısacası, demokratik bir sorun olan Katalan ulusal sorunun çözümünün, İspanya’da demokrasinin “koruyucusu” diye anılan Monarşinin yıkılmasına, yani burjuvaziyi birbirine yapıştıran rejimin dağılmasına bağlı olduğu ortaya çıktı. Bu ise, burjuvazinin ne istediği ne de üstlenebileceği bir tarihsel görev. Pekiyi, proletarya ne diyor? İşte sorun burada. İşçi sınıfının (Katalan ve Kastilyan) geleneksel önderlikleri -PSOE, KP önderliğindeki Sol Birlik, sendika yönetimleri- emekçi yığınların zihnini otuz beş yıldan beri işledikleri “Monarşi demokrasisi” ideolojisiyle doldurmuş durumdalar. İşçi aristokrasisinin bu bürokratik önderlikleri, Bask ve Katalan uluslarının önündeki önemli merkeziyetçi engelleri oluşturuyorlar. Öte yandan özellikle Katalan küçük burjuva milliyetçilerinin İspanya’nın diğer halklarına küçümseyici bakışı, Katalonya’daki refah sisteminin başlıca yaratıcıları olan Endülüs ve Extramadura kökenli yüz binlerce “göçmen” işçinin tepkisini çekiyor, ulusal sorun konusunda kenara çekilmelerine yol açıyor. Küçük burjuva milliyetçiliğinin başını çeken Katalan Cumhuriyetçi Solu (ERC) ise, tüm stratejisini Katalan burjuvazisini bağımsızlığa ikna etme nafile çizgisine oturtmuş halde.
Bir başka tehlike ise, ulusalcı söylem sayesinde Katalan burjuvazisinin kitlelerin dikkatini onların üzerine yönelttiği ekonomik ve toplumsal saldırılardan uzaklaştırma tuzağı. Katalonya’daki eğitim ve sağlık sistemlerini tahrip eden, sosyal hizmetlerde müthiş kesintiler yapan, ücretlerde kesintiye gidip toplu sözleşme düzenini askıya alan, bankalara milyarlarca Avro şırıngalayan, özelleştirmeleri hızlandırıp yolsuzlukları yaygınlaştıran, EuroVegas tipi projelerle mafya sermayesini meşrulatırmaya yönelen… sadece Rajoy hükümeti değil, aynı zamanda onu Madrid parlamentosunda destekleyen, Katalonya’da tüm bu önlemlerin uygulayıcısı olan, hatta bazı emekçi düşmanı uygulamaları Madrid’e örnek olacak şekilde önceden gündeme getiren bizzat CiU’nun kendisi: yani Katalan burjuvazisi. Onun milliyetçi sızlanmaları, kitlelerin dikkatini onların ulusal duyarlılıklarına dokunarak kapitalist politikaların sonuçlarından uzaklaştırmasına yardımcı olabilecek mi? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Var olanların yanı sıra pek çok grev, hatta genel grev sırada bekliyor.
Şurası bir gerçek: Bir buçuk milyonu aşkın Katalan’ın sokakları saatlerce bağımsızlık talebiyle çınlatması, o halkın ulusal iradesini ve talebini yanısıtıyor. Devrimci Marksizmin görevi bu iradenin kendi kaderini tayin hakkının elde edilmesi doğrultusunda güçlendirilmesidir. Katalan -ve Bask- halkı ulusal egemenliğine ancak Monarşi rejiminin yıkılması, yani burjuva egemenliğine son verilmesi durumunda ulaşabilecektir. İşte bu nedenle şiarımız Sosyalist Katalonya Cumhuriyeti ve İspanya Sosyalist Devletler Federasyonu’dur. Bu hedefe ise, bürokratik önderliklere karşı amansız bir mücadeleyle Katalan işçi sınıfının birliğinin sağlanması ve tüm İspanya proletaryasıyla birlikte mücadelenin başına geçmesi sayesinde ulaşabileceğiz. Avrupa devriminin nabzı bugünlerde Yunanistan ve Portekizle birlikte İspanya’da atıyor…
Yorumlar kapalıdır.