Ekmek ve Adalet Yoksa Barış Mümkün mü?

Doğrudur. “İstanbul Habur’a benzemez.” (Bahçeli) Peki, nereye benzer? Diyarbakır’a mı, Dersim’e mi; yoksa Şırnak’a mı? Bu soru cevaplanmadan yani İstanbul’un nereye ve neye benzemediğini değil, tersine, benzediğini söylemeye başlamadan; Barış adımlarının bugün hangi sınırı geçtiğini söyleyebilmek mümkün müdür? Olmadığını düşünüyoruz.

Peki, Habur karşılamalarını anlayabilmek? Bir halkın hasreti, sevinci, “istenmeyen” davranışlar olarak ilan edilirken kimin istencinin kıstas alındığını sorgulamadan, anlayabilmek mümkün müdür? Farkında mıyız, barıştan konuştuğumuzu, ama halen egemenin diliyle?

Bu dilde, bu sürecin öncelikli karşılığı, Türkiye iç ve dış siyasetinin içinden geçtiği bir kritik dönem olması. Aynı zamanda, Cumhurbaşkanı’nın uluslararası durumu işaret ederek belirttiği gibi “zorunlu” bir dönemmiş bu dönem. Bir de gözü yaşlı analar var elbette bu dilin zaman zaman hatırladığı; gözün yaşını dindirecek bu politikalar şimdi bir de Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü güçlendirecekse, ABD ile ilişkilerini pekiştirecekse, yöneten sınıfımızın cebini de dolduracaksa neden olmasın?

“Haddini Bil” dilinin sınırı

Sorunu, sorun yapan asıl nedenlerse kaybolup gidiyor. Kürtlerin talepleri değil öncelikle konuşulan. Çünkü sürecin ne öznesi ne nesnesi sonuçların doğrudan muhatabı milyonlar. Bu yüzden, bu dil daha çok bir “haddini bil” dili. Bu yüzden, bir sınır açılırken bir diğeri hatırlatılıyor. Bu yüzden, geçilen yalnızca Habur sınırı oluyor. Gelenler ‘terörist’; adımları ‘teslim olmak’, yasal güvenceleri ise yalnızca ‘etkin pişmanlık’… Asıl geçilmesi gereken sınır, Şırnak’la İstanbul arasındaki, orada öylece duruyor.

Atılan adımların önemini yadsımıyoruz, bugün kimse de yadsıyamaz. Hiçbir şey değişmiyor, değişmeyecek diyenlerden de değiliz. Değişiyor, “Kürt yoktur”dan “Kürt sorununda çözüm” tartışmalarına uzanan bir sürecin, Kürt halkının taleplerinin konuşulduğu bir dönemin tanığıyız.

Ancak bu dil, bugün bu değişimin sınırının da bir göstergesi olarak duruyor. Çünkü bu “haddini bil” dili hükümetin baskı rejiminin zeminini terk etmemeye ne derece özen gösterdiğinin en açık ifadesi. Bunu teşhir etmeden, hükümetin yeri geldiğinde muhalefetin söylemine nasıl yaslanabildiğini, onu “sil baştan”ın garantisi olarak sakladığını ortaya koymadan; değişimi koruyabilmek, ilerletebilmek; meseleyi bir Türkiye iç-dış siyaseti malzemesi olmaktan çıkarıp, bu topraklarda ve tüm Ortadoğu’da yaşayan, bir arada, eşit bir yaşamı düşleyen, özgür halklar için bir süreç haline getirmek olanaksızdır.

Bu sorunu anlamaya çaba göstermiş herkes, asıl sınırın Mahmurla Şırnak arasında değil; Şırnak’la, Diyarbakır’la, Dersim’le İstanbul, yani bu toprakların doğusu ve batısı arasında, sürdürülen inkâr, baskı ve imha politikaları sonucunda yaratılmış olduğunu bilir.

Barışın tekelleşmesi değil toplumsallaştırılması gerekiyor

Bu yüzden, bugün çözüm isteniyorsa bu “yukarıdan aşağıya” sürdürülen bir süreç olmanın ötesine geçebilmelidir. Barışın meşru zeminini güçlendirecek mekanizmaları kurmak zorunludur. Bu, muhatap olmakla/almakla başlar; atılan adımları yasal güvence altında tutmakla devam eder.

Aksi, yani, sürdürülen kontrol etmeye, sınırı göstermeye, haddini bildirmeye dayalı yukarıdan-aşağı çözüm, baskı rejiminin çözülmesi anlamına gelmeyecek ve beklendiği gibi bir demokratikleşme sürecinin dinamiği olamayacaktır. Çünkü çözülen, rejimin baskıcı yapısı olmadığında, barış bile ‘tekel’leştirilmeye çalışılır. Diğer toplumsal süreçlerden yalıtılmaya çabalanır. Diğer toplumsal söylemlerden arındırılmaya, onlarla arasındaki bağlar koparılmaya uğraşılır. Hükümetin/devletin çözümündeki kırmızıçizgi tam da budur.

Ekmek ve adalet olmadan barış mümkün müdür?

Bugün Kürt sorunu, ulusal ve kültürel bir soruna karşılık gelmenin yanı sıra çok temel birkaç sorunu da içermektedir. Bu yoksulluktur, sosyal güvencesizliktir, işsizliktir. Şöyle soralım, krizin sonuçları işçi sınıfı ve emekçilerin omuzlarına yıkılmaya devam ederken, önümüzdeki beş yıl için bugünden iyimser bir tablo çizmeyen hükümetin işçi sınıfı ve emekçi kesimleri içine ittiği bu süreçten en çok etkilenenler kimler olacaktır? İşsizliğin arttığı dönemlerde aynı hızla açığa çıkan ayrımcılık bu ülkede en çok kimleri dışlayacaktır?

Toplumsal adaletin ve eşitliğin olmadığı bir yerde barışın toplumsallaşması mümkün müdür? Bu sorunun cevabını iyi bildiklerinden, Sinter’den Okmeydanı Hastanesi’ne krizi fırsat bilip işten çıkarmalara giden, bunu yaparken bir yandan da sendikalılaşmayı hedef alan patronlara cevaplarını direnerek veren işçiler “Ekmek yoksa adalet yoksa barış da yok” diyor.

Böylece, ekmeği ve adaleti çıkarlarınca dağıtanların, barışı da kendi çıkarlarına uyduğu sürece sürdüreceklerine duydukları inançtan kaynaklı güvensizliklerini dile getiriyorlar. Bu güvensizliği ise ancak kendi dayanışmalarının büyüttüğü güvenle aşabilirler. Ekmek için, adalet için, barış için; Kürt – Türk – Ermeni demeden; ama Kürt’ü Kürt olduğu; Ermeni’yi Ermeni olduğu için de ezdirtmeden; işte ancak bu dayanışmanın büyüttüğü güvenle aşabilirler.

O zaman, kararları; çıkarları yalnızca kârdan beslenenlerin değil, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkların aldığı bir Meclis’te geleceğimizi tayin etmenin, onu güvence altına almanın yolunu açabiliriz.

Yazan: İşçi Cephesi (30 Ekim 2009)

Yorumlar kapalıdır.