“Looking For Eric” filmi üzerine: Hayat futbola benzer mi?

Başlıktaki sorunun cevabını bilmiyoruz. Ancak zaman zaman kendi sahamıza sıkıştığımız, üst üste karşı ataklar yediğimiz dönemler olmuştur; onu biliyoruz. Ken Loach imzalı Looking For Eric (Hayata Çalım At) filmi de kendi sahasına sıkışmış bir adamın, Eric Bishop’un hayatının bir dönemini anlatıyor.

“her şey güzel bir pasla başladı”

Eric başından iki evlilik geçmiş orta yaş üstü bir posta işçisidr.

İlk evliliği, eşinin doğum yapmasının ardından giderek büyüyen bir sorumluluk almama isteği nedeniyle bitmiştir.

Daha sonra terkedilmiş, evinde bu evliliğinden olan iki çocukla yaşamaya başlamıştır.

Evi, işi, yaşamı Eric için neredeyse bir kapana dönüşmüştür; kendine saygısı, güveni ve dolayısıyla yaşama duyduğu istek giderek zayıflamış, artık birlikte çalıştığı işçi arkadaşlarının kaygısını arttırır hale gelmiştir.

Eric, onun için hâlâ bir idol olan eski futbolcu Eric Cantona ile hayali iç konuşmalar yaparak, kendi hayatını, giderek de etrafındaki insanların hayatını belirler hale gelmeye başlamıştır.

Bizler bu filmin işaret ettiği mercekten insan-kitle psikolojinin bazı temel taşlarını anlamaya ve anlatmaya çalışacağız. Özellikle son 20 yıldır kitlelerin politika sahnesinden yavaş yavaş çekilmesi, dönem dönem yükselişler yaşamalarına rağmen belirleyici olabilme güçlerinin de aşındığı bir dönemi beraberinde getirdi.

Her ne kadar kitle mücadelesi dönem dönem artan bir yükseliş grafiği gösterse de, çoğunca yine bizzat hareketlerin aktörleri aracılığı ile yenilgiye uğruyor, bizzat sınıflarının içinde gelişen kimi “yeni öncüler” çarpıştıkları güçlerle ittifak arar ya da ondan medet umar bir savunma çizgisine mahkûm ediliyor, bu da giderek kitle hareketlerinin özgüven sorunları yaşamasına neden oluyordu.

Kendini “değiştirmekte” sınır tanımayan politik öncüler, sosyalist sol ve sendikalar belki de bir tek bizzat içinden çıktıkları kitlelere güven vermiyor, her virajda ters yöne savrulan arabalar gibi istikrarsız ve hatta yenilginin bizzat hazırlayıcısı bir çelik yolda ilerliyorlardı.

Sol siyasi oluşumlar, partiler, sendikalar sadece programatik bir teslimiyetle süreçlerini tamamlamakla kalmadılar; aynı zamanda kitle seferberlikleri içinde yeralan “ajan”larıyla yine bizzat kendilerini var eden hareketlerin de marjinalleşmesine/yalnızlaşmasına neden oldular.

İnsanların yığınsal olarak bir arada durdukları bütün organizmalar; sendikalar, partiler, meslek odaları vs. dağıldıkça da, yine, kitlelerin bilinçaltlarında da bir araya gelmenin ve ortaklaşa bir şey yapmaya dayalı inancın erozyona uğradığını gördük.

Belki bu nedenle, geçenlerde yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarında örgütlenmeden ne anladıkları sorulan deneklerden yüzde 80 i “terör” diyerek cevap vermiş durumda. Yalıtılan kitleler kendilerine benzeyen ötekine güvensizliği, ortak bir şey yapma duygusunu başka/yeni bir vesile ile yeniden kazanana kadar, kendi dar çeperlerinde karşılıyorlardı.

İntiharın giderek toplumsal bir vaka olması, kitleselleşmiş depresyon, sosyal fobinin yaygınlaşması, aşırı bilgi bombardımanı vasıtasıyla kendi hayatına müdahale edememe eblehliğine ve/veya bu müdahaleyi başkalarından bekleme/umma gibi bir ironik sürecin yaşandığı bir evreye girildi.

Kişisel hayatların tüm dünyada yaşadığı ortak belirleyen de aşağı yukarı yukarıda anlattığımız sürece paralel bir seyir izledi. Medya ve ideolojik bombardımanlar ile belirlenen yığınların hayatları, yine insanın “özne” olarak tarih sahnesini terkettiği ideolojik balonunu da beraberinde getirdi.

Tam bu dönemde Ken Loach’un bu filmi bazı temel hayat argümanlarını yeniden hatırlatmaya katkıda bulunuyor.

Eric hayatı ile yüzleşiyor

Eric Bishop kendi beyninin içinde yarattığı adaşı Eric Cantona’nın hayali vasıtası ile kendi hayatıyla yüzleşiyor.

İşçi Eric, hayır demeyi öğrenerek ve yaşamak istemediği basit şeylere tepki göstererek başlıyor bu sürece. Kendisi için zor olanı beyninden uzakta tutarak, onu görmezden gelerek değil, sonuçları ne olursa olsun bizzat onun üzerine giderek çıbanı deşmeye başlıyor.

İlk önce nedensizce terkettiği eski eşiyle rastlaşmayı göze alıyor, ardından da onunla hesaplaşmayı. Tüm hatalarını açıkyüreklilikle ifade edebilmeyi deniyor, sonuçlarını karşılamaya hazır olarak.

Bütün bunlara rağmen kendisinin belirleyemeceği, aşamayacağı bir sorunla rastlaşıyor. Oğullarından birinin bir tür mafya ile başı belaya giriyor ve Eric kendi kendine bu kavganın altından kalkamayacağını anladığı an eski haline dönmek ile devam etmek arasında bocalıyor.

Eric Cantona’nın hayatında en mutlu olduğu anının bir golün pasını verdiği an olduğunu öğrenmesinin ardından yeniden toparlanıyor ve işçi dostlarının ve birlikte şarkılar söylediği maç arkadaşlarının da yardımıyla ufak bir “kitle şiddeti” yaratarak bu beladan da kurtulabiliyor.

Yalnızlaşan insanın bu girdaptan, yine sosyalleşerek, bir araya gelerek kendi hayatını ve başka hayatları dert ederek, kendi ve başkalarının hayatına müdahale ederek iyileşebileceğini görüyoruz işçi Eric ile beraber.

Filmin içinde endüstriyel futbola göndermelerin de olduğu bir tartışma sahnesi de var görülmesini ısrarla tavsiye edebileceğimiz.

Başlıktaki “Hayat futbola benzer mi?” sorusunun cevabını hâlâ bilmiyoruz. Ancak yüzlerce yıllık ortak bilincimizin “yakaları kaldırmanın” yoluna dair bildiği bir cevabı Ken Loach ve Looking for Eric aracılığı ile yeniden hatırlıyoruz; başarmak için takım olunmalı.

Yazan: B. Turgut, 20 Ocak 2010

Yorumlar kapalıdır.