12 Eylül’ü takviye değil, tasfiye için!

Referandumda hayır! Demokratik anayasa için kurucu meclis!

Referandum sürecinin yakınlaşmasıyla, sosyalist solun bütün kesimleri de tutumlarını netleştirmiş oldu. Bu süreçte sosyalist sol, “evet”, “hayır” ve “boykot” tercihinde üçe bölünmüş durumda.

Solun referandum sınavı

Bu “zenginlik” ilk bakışta şaşırtıcı görünse de, esasında o kadar da beklenmedik değil. Referandum için alınan tutumlar, Türkiye solu bileşenlerinin, bir süredir diğer güncel örneklerde (TEKEL, Kürt sorunu, vs.) yaşadığı kümelenmenin devamı ve sonucu niteliğinde. Referandum örneğinden de yola çıkarak, Türkiye sol hareketinin büyük bir kesimine damgasını vuran bir hastalıktan söz edebiliriz. Bu hastalık sosyalist solun, “Gerçekler devrimcidir!” şiarından hareketle, sınıf mücadelesinin gerçekçi bir analizi üzerinden; işçi-emekçi kitlelerin verili bilinci ve ihtiyaçlarından yola çıkarak politika üretmektense, üzerindeki toplumsal basınçları yansıtan, pragmatik (faydacı) tercihlerle yol almaya çalışmasıdır.

Liberalizmin, ulusalcılığın veya hareketçi anlayışların etkisinde olan yapılar, tutumlarını sınıf mücadelesinin durumu ve gereklerinden yola çıkarak değil, kendi yapılarının öznel ihtiyaçları ve kendi zihin dünyalarındaki yargılardan hareket ederek aldılar. Bize göre, sosyalist sol içerisinde bu kadar farklı ve birbirine karşıt tutumun olmasının temel sebebi budur.

Burada altı çizilmesi gereken, “hayır” ve “boykot” tutumlarının benzer stratejiye dayanan farklı taktik tutumlar olurken, “evet” çizgisinin farklı bir stratejiye dayandığıdır. Bu strateji, Türkiye’de tamamlanmamış demokratik devrime, burjuvazinin “liberal” diye adlandırılan kanadının önderlik edebileceğine dayanmaktadır. Bu ise, 2010 model menşevizmdir! Siyasi iradesini, hayali “liberallere” teslim eden bu çizginin, niyetlerinden bağımsız olarak, sınıf mücadelesinin karşı cephesine iltihak ettiğini düşünüyoruz. Buna karşın bizler ısrarla, burjuvazinin hiçbir kanadının rejimin demokratik bir dönüşümüne önderlik edemeyeceğini, ve hatta burjuvazinin bütün kanatlarıyla, demokratik dönüşümün önündeki en büyük engel olduğunu savunuyoruz. Referanduma “evet” diyen sosyalistler, AKP hükümetinin rejimi demokratikleştirdiği yanılsamasına, soldan destek vermektedirler ve bu nedenle sınıf mücadelesi bağlamında, bayraklarına büyük bir leke sürmekteler.

“Hayır” mı “boykot” mu?

“Evet”ten farklı olarak, “hayır” ve “boykot” çağrısı yapanlar, rejimin demokratikleştirilmesi için burjuvaziden bağımsız bir hattın örülmesini ileri sürmekteler. Bu anlamda, aralarındaki farklılık, “evet” çizgisinden ayrı olarak, stratejik değil taktikseldir. Bu durumda, hangi taktiğin, sınıf mücadelesinin verili durumunda, işçi sınıfı ve ezilen, sömürülen kitleler açısından doğru bir tutum olduğunu ele almak gerekir. Fakat bundan evvel, “hayır”cı sosyalistlerin bir kesimine dair uyarı yapmak gerekiyor. TKP başta olmak üzere, politikasını AKP-karşıtlığına dayandıran kesimler, referandumda da bu perspektiflerinin sonucu olarak, “hayır” tutumu aldılar. Fakat bu çevrelerin “hayır” tutumu, kuşkusuz, onların bağımsız sınıf politikası gütmelerinden kaynaklanmıyor. Konuyla ilgili yaptıkları propaganda da, referanduma hayır derken, mevcut olanın savunusu üzerine kurulduğundan, böylesi bir “hayır” da, en az “evet” tavrı kadar kabul edilemez bir tutumdur.

Kürt coğrafyası için “boykot” politikasını ayrıca değerlendirmek üzere, solun “boykot” tavrına gelirsek; “boykot” politikasını tartışmak için, devrimci Marksist geleneğimizin bu konudaki kıstaslarını hatırlamak, işimizi epey kolaylaştıracaktır. Öncelikle, boykot taktiği, kitlelerin kapitalist düzenden umudu kestiği ve alternatif iktidar organlarını (sovyetler, halk meclisleri, vs.) inşa etmeye başladığı dönemler için formüle edilmiştir. “Ne evet, ne hayır” diyerek “boykot”u tercih eden sosyalistler, en azından, kitlelere bu tutumu (boş veya geçersiz oyla) sandıkta göstermeye davet etselerdi, daha tutarlı davranmış olurlardı. Fakat bu referandum için, ikinci ve daha önemli olan nokta, sandıktan “evet” veya “hayır” çıkmasının sınıf mücadelesinin ihtiyaçları açısından bir fark yaratıp yaratmadığının tespit edilmesidir.

Bizim için belirleyici olan nokta, budur. “Bu, burjuvazinin kendi iç kapışmasıdır, bizi ilgilendirmez, anayasa sokakta yazılır” kolaycılığına kaçılabilir mi? Öncelikle, başka bir noktayı ele alalım. AKP ve liberallerin, sosyalistlerden de “evet”çilerin ve “boykot”çuların büyük kısmının dillendirdiği bir iddia var: “Hayır” diyenler, kaçınılmaz olarak CHP-MHP’yi desteklemektedirler, onlarla aynı cephede yer almaktalar! Bu anlayış, AKP ve liberallerin şantajına teslim olmak, devrimci Marksist politikadan ya bihaber olmak ya da onu bilerek çarpıtmak anlamına gelir. Devrimci-olmayan dönemlerde referandumlar, doğaları gereği, hepimizi bir tutum almaya zorluyor. “Ne evet, ne hayır” diyerek, burjuvazinin iki cephesinden de ‘bağımsız’ bir tutum, gerçekten de o kadar ‘bağımsız’ mı? “Boykot”çuların, “hayır” CHP-MHP’yi desteklemektir iddiasına karşı, biz şunu iddia ediyoruz: Referandumu “boykot” ederek, “evet”in geçmesine engel olmayarak, burjuvazinin 12 Eylül’ü meşrulaştırma girişimine engel olmuyorsunuz, böylece niyetinizden bağımsız olarak, “evet”i desteklemiş oluyorsunuz!

Esasında, “boykot”u tercih eden yapıların çoğunluğunun, bu konuda politik bir muhakeme yaptığı bile şüphe götürür. Bu tercihin temel belirleyeni BDP, ve bu yapıların her ne pahasına olursa olsun, BDP’yle hareket etme ve buradan bir “üçüncü cephe” çıkarma hayali olmuştur. Bunun ise, Leninist değil, hareketçi bir anlayış olduğu ortadadır.

Neden “hayır”?

Bu noktada, referandumdan “hayır” çıkmasının işçi sınıfı, Kürt halkı ve diğer sömürülen kitleler açısından neden yararlı ve gerekli olduğu -diğer yazılarımızın tekrarına kaçma pahasına, üzerinde duralım. “Hayır” dememizin temel gerekçesi, Erdoğan’ın döktüğü gözyaşlarına rağmen, Paket’in 12 Eylül rejimini tasfiye değil, takviye etmesidir. Paket’in reformlar getirdiği, demokrasiyi genişlettiği iddiaları tam bir yalandır! Paket, demokratik hak ve özgürlükleri genişletmediği gibi, işçi sınıfı ve Kürt halkı içinde, ’82 Anayasası’nın delineceği, rejimin demokratikleşeceği gibi yanılsamalar yaratmaktadır. Baskı ve şiddet rejiminin ancak bu kitlelerin seferberliğiyle demokratik dönüşüme uğrayacağı göz önünde bulundurulduğunda; Paket’in geçmesi, bu kesimleri rejimin etkisi altına alarak, onları demokratik hak ve özgürlükler için seferber etmek, rejimin demokratik dönüşümünü gerçekleştirmek önünde engel olacaktır.

Referandumla ilgili bir diğer noktaysa, dünya ekonomik krizinin ortasında, burjuvazinin yeni saldırı planlarının, neoliberal karşıdevrimin ilerletilmesinin gündemde oluşudur. Burjuvazi bugüne dek planlarının bir kısmını, burjuvazi-içi çatışmalardan, rejimin çokbaşlı yapısından kaynaklanan krizlerden ötürü gerçekleştirememiştir. Referandum paketinin hayata geçmesiyle, burjuvazi, yaşadığı önderlik krizinde bir mesafeyi daha kat edecek, daha muktedir olacak. Bu sayede, özelleştirme sürecinin tamamlanması, esnek, güvencesiz çalıştırmanın temel kural haline gelmesi gibi planları daha kolay gerçekleştirebilecek. Kuşkusuz, Paket’in geçmemesi, bu saldırıların otomatikman durmasını sağlamayacak. Fakat, rejim krizine ‘burjuva çözüm’ yolunun sağlanması bir süreliğine engellenmiş olacak, politik sistemi krize sürükleyen noktaların varlığı sürecek; bu burjuvazinin daha güçlü bir cephe oluşturmasını engellerken, asker-polis rejiminin bir bütün olarak lağvedilmesi talebimiz güncelliğini koruyacak.

ABD ve TÜSİAD, CHP-MHP iktidarından mı yana?

Öte yandan, “boykot” tutumu alan çevrelerin bir kısmında, bu tercihi yapmanın gerekçelerinden biri olarak, şöyle bir kanı var: AKP hükümeti dış politikadaki tutumları nedeniyle, ABD emperyalizmi ve Türkiye büyük burjuvazisi tarafından gözden çıkarılmış durumda ve Kılıçdaroğlu operasyonunun ardından, ilk genel seçimlerde CHP’nin iktidara getirilmesi hedefleniyor; böyle bir dönemde, referandumda “hayır” oyu verilmesi de, özellikle buna hizmet edecek.

Biz öncelikle bu analizin doğru olmadığını düşünüyoruz. AKP, ABD emperyalizmiyle de, TÜSİAD’la da belli sürtüşmeler yaşamış olabilir; fakat bu AKP’nin yakın vadede
gözden çıkarıldığı anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, her burjuva partisi zaman içinde yıpranır ve yerini bir başkasına devreder. Fakat bunun somut toplumsal nedenleri vardır.

AKP ise, emperyalizmin ve burjuvazinin programını başarıyla uygulayabilecek ve bunun kitleler nezdinde de meşruiyetini sağlayabilecek, henüz yegâne burjuva partisi. AKP’ye verilen açık çeklerin bir kısmının geri alınması, ya da Kılıçdaroğlu gözdağının verilmesi, onun bugünden yarına devrilmek istendiği anlamına gelmez. Bu, burjuvazi açısından şimdilik akılcı bir tercih de olmaz. Dolayısıyla, emperyalizm ve burjuvazi için, AKP’nin miadını doldurduğunu söylemek, fazla abartılı bir yaklaşım.

Toparlayalım. Rejimin demokratik dönüşüme uğratılması, acil görevlerden biri olarak önümüzde duruyor. Bu konuda, burjuvazinin hiçbir kanadının adım atamayacağını biliyoruz. Çözümün tek yolu emekçi kitlelerin ve ezilen halkların demokratik hak ve özgürlükler için seferber olmasından geçiyor. Sosyalistlerin görevi ise, bu seferberliklerin araçlarını yaratmak ve onları ilerletmek. Bu bakış açısıyla referandumda “hayır” diyeceğiz, baskı ve şiddet rejiminin lağvı ve demokratik hak ve özgürlükler için, Kürt halkının ulusal haklarının tanınması ve özgürlüğe kavuşması için, neoliberal karşıdevrime karşı herkese iş ve iş güvencesi için Kurucu Meclis çağrısında bulunacağız.

***

BDP’nin “boykot” tutumu

BDP’nin tavrı referandumun kaderini belirleyebileceğinden oldukça kritik önemdeydi. Bize göre, öncelikle Kürt coğrafyasında uygulanacak boykot taktiğiyle, Batı’daki arasında belirleyici bir fark var. Kürt illerindeki boykot, kitleleri seferber edebilecek, aktif politik bir tutum olacakken, Batı’daki boykotun böyle bir etkisinden söz etmek mümkün olmayacak. Dolayısıyla, BDP’nin tavrını değerlendirirken, Batı’dakinin aksine, taktiğin “uygulanabilir”liğinin ötesinde, Kürt halkının özgürlük mücadelesi bakımından, en doğru tercih olup olmadığını tartışmak gerekir.

Bu tartışmaya damgasını vuransa, Kürt hareketi önderliğinin, ulusal sorunun çözümüne, baskı ve şiddet rejiminin sınırları içinde çözüm bulunabileceği yanılsamasıdır. Silahlı reformizm diye nitelediğimiz bu anlayış, eğer boykot taktiğini, Kürt kitlelerini ulusal hakları doğrultusunda seferber edecek kitle organlarının inşasıyla uygulasaydı, bu Kürt illerinde belirleyici bir devrimci dinamizm yaratabilirdi. Fakat, bu perspektif, başka bir program ve mücadele anlayışı gerektirirdi…

Verili durumda ise, BDP, boykot taktiğini ne AKP’nin değişikliklerini ne de 12 Eylül Anayasası’nı savunur duruma düşmemek şeklinde gerekçelendiriyor. Fakat, BDP aynı zamanda, “referandumda ‘evet’ oyu verenlerin, 12 Eylül Anayasası’na serum verip, kısmi değişiklikle mevcut Anayasa’nın ömrünün 10-20 yıl daha uzatılacağı” tespitini yapmaktan da geri kalmıyor. “Hayır” gerekçemiz daha iyi özetlenemezdi! Eğer, “evet”in kazanması buna neden olacaksa BDP’nin neden “evet”i engellemenin gerçek yöntemi olan “hayır” tutumunu benimsemediğini de açıklaması gerekir!

Fakat BDP baştan, Hayır=CHP-MHP çizgisi denkliğini kurarak, bu ihtimali konu dışına itiyor. Bu durum, BDP’de liberal ve sol liberal yanılsamaların ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Açıkça itiraf edilmese de anlaşılan BDP’de, değişiklik paketi demokratik bir genişleme sağlamasa da, sol liberallerin klasik şeması çerçevesinde, “statükocu”lardansa (CHP, MHP, Kemalist askeri-sivil bürokrasi, vs,) “liberal”lerin (AKP, MÜSİAD ve belki TÜSİAD) güçlenmesi ehven-i şerdir, görüşü yaygın.

Sonuç olarak, baskı ve şiddet rejiminden devrimci bir kopuşu hedeflemeyen, AKP’ye karşı bir koz olarak telakki edilen bir boykot, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ne kadar yarar sağlar, epey tartışma götürür.

Yazan: Atakan Çiftçi, 4 Ağustos 2010

Yorumlar kapalıdır.