Baskı ve şiddet rejimi nasıl son bulur?

Gazetemizin bu sayfasında daha önce pek çok kez demokratik bir ülkede yaşamadığımızı söyleyip; ayrıcalıklı bürokratları, Danıştay’ı, Sayıştay’ı, YÖK’ü, Cumhurbaşkanı, anayasası, askeri ve polisi ile bir baskı rejiminde yaşadığımızı belirttik.

Yeni gelişmelerle rejim demokratikleşmekte midir?

Yeni anayasa tartışmaları ile demokratikleşme sorunu yeniden gündeme gelmiş oldu.

AKP kendi paketini demokratikleşme olarak ilan etmişti. Tüm sokaklar ve özellikle de AKP’li belediyelerin olduğu meydanlar: “Kadınlara pozitif ayrımcılık, darbe utancını silmek ve AB standartlarında bir anayasa için: Evet!” ilanlarıyla dolu idi.

Ancak paket bütün olarak incelendiğinde de, madde madde ele alındığında da söylenenin hiç de gerçeklikle uyuşmadığı ortaya çıkıyor.

Darbecilere karşı olduğu söylenen meşhur öneri, yeni darbelerin yapılmasını engellemeyecekti; zira hiçbir anayasa maddesi askeri darbeleri engelleyemez. Bugüne değin tüm darbeler anayasalarla güvence altına alınmış parlamentolara ve onların seçtiği hükümetlere karşı yapılmıştır. Ayrıca söylendiği gibi yeni değişikliklerin darbeci generallerin yargılanmasının önünü açacağı iddiası da farazi bir ihtimalin ötesine geçmemekteydi.

Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının arttırılması yine bir “çoğulculaşma” olarak önümüze sürülmüştü. Ancak öneri Anayasa Mahkemesi’nin niteliğinde, görevlerinde ve üye atamalarını yapan kurumlarda hiçbir değişiklik getirmiyordu.

Rejim niçin dönüştürülmelidir?

Anayasa tartışmalarının bize gösterdiği önemli bir nokta var: Baskı rejiminin kurumları ve yasaları halen ayaktadır. Tartışılan tek şey, baskı rejiminin çok başlı yapısı içerisinde hangi kurumunun ön plana çıkacağıdır.

Bunun yanı sıra; AKP’si, CHP’si ve tüm diğer düzen partilerinin anayasa sorununa bakışları göstermektedir ki, bu partilerin hiçbiri rejimin demokratik dönüşümünden yana değildir. Çünkü düzen partilerinin önerileri, rejimin kurum ve işlevlerine dokunmayan, yalnızca burjuvazinin işini kolaylaştıracak manevralardan ibaret olan önerilerdir.

Biz bugün Türkiye’de var olan baskı rejimini Bonapartizm olarak adlandırıyoruz: Yani, görünürde işleyen bir parlamentonun varlığına rağmen seçilmişlerin değil atanmışların -asker ve sivil bürokrasinin- son tahlilde egemen olduğu bir rejim biçimi. Demokratikleşme her şeyden önce bu baskı ve şiddet rejimine, onun tüm kurumlarına son verilmesine bağlıdır. Bu tip bir demokratikleşmenin derhal ülkedeki bütün sorunları çözmüş, sömürüye ve eşitsizliğe, açlığa ve işsizliğe son vermiş olmayacağının farkındayız. Ancak bugün rejimin baskısı işçi ve emekçilerin, Kürt halkının, azınlıkların, kadınların ve diğer ezilenlerin mücadeleleri üzerindedir. Rejim sınıf mücadelesinin, dayanışma grevi, politik grev, işçi sınıfı partisi kurmak gibi pek çok hakkını zapt etmektedir. Dolayısıyla demokratik bir dönüşüm, emekçi yığınların, ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesinin önünü açabilecektir. İşte bu yüzden biz de İşçi Cephesi olarak, sınıf mücadelesine yönelen bu baskı rejiminin demokratik devrimci dönüşümü doğrultusunda uğraş veriyoruz.

Rejimden kimler faydalanıyor?

Daha kuruluş aşamasından başlayarak Türkiye Cumhuriyeti, asker ve sivil bürokrasinin elindeki devlet kurumu aracılığıyla kapitalizmin inşasına girişmiş ve bütün imkânlarını güçlü bir burjuva sınıfın yaratılması için seferber etmiştir. Bu amaçla zengin-yoksul bütün azınlıkların varlıklarına elkoymuş, emekçiler ve köylüler üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırmış ve bu yolla yeni bir zenginler sınıfı yaratmaya yönelmiştir. Bu arada, paşasından valisine kadar asker ve sivil bürokratlar da zenginler sınıfının bir parçası haline gelmiştir. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler de bu rejimi daima desteklemişler ve onu özellikle bölge halkları üzerinde NATO’nun sadık bir bekçisi olarak görmüşlerdir.

Günümüze kadar süren bu baskı ve sömürü rejimi zaman zaman kendisini koşullara uyarlamak için bazı değişiklikler yapmıştır: Örneğin tek parti iktidarından çok partili Meclis sistemine geçilmiş, kitlelere bazı demokratik haklar tanınmıştır. Ama işler biraz karıştığında, burjuvazinin ve bürokrasinin egemenliği biraz tehlikeye girdiğinde duruma hemen müdahale edebilecek, üstünlüğü tartışılmaz “hakemlere” ya da Bonapartlara sahip olmuştur. Bonapartizm dediğimiz ve kendisi gerekli gördüğünde darbe yapıp iktidar değiştirebilen ve halkın üzerindeki baskıyı derhal yoğunlaştıran bu rejiminin niteliğini de bu olgu ifade etmektedir.

Günümüzde ise, ekonomik kriz etkilerini sürdürürken işçi sınıfının tepkisinin bir muhalefete dönüşmesi olasılığı burjuvaları ve bürokratları korkutmaktadır. Aynı şekilde “açılım” adı altında yürütülen Kürt halkının önderliğini tasfiye ederek seferberliğinin sonlandırılması çabasından ötürü burjuvazi asla baskı rejiminden vazgeçemez. Bu yüzden de, mevcut düzenlemeler ve bundan sonra gelecek olanlar, baskı rejimini yeni koşullara uyarlama çabasından öteye geçmeyecektir.

Dünyadaki ve Türkiye’deki ihtiyaçlarından ötürü, burjuvazinin herhangi bir kanadının demokratikleşmekten yana bir tavır takınması da sonuç olarak kesinlikle imkânsızdır.

Demokratikleşme sorunu ve Kurucu Meclis

Bu tip bir asker-polis rejimine son verebilecek yegâne güç, bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan, tam tersine onun mağdurları olan başta işçi sınıfı ve yoksul Kürt halkı olmak üzere, tüm emekçi toplum kesimleridir.

Bundan önceki pek çok sayımızda da belirttiğimiz gibi İşçi Cephesi olarak, rejim sorununun çözülebilmesi için emekten yana yeni bir anayasayı oluşturacak bir Kurucu Meclis’in toplanmasından yanayız.

Böyle bir meclisin görevi, tüm anti demokratik uygulamaların ve kurumların ilga edilmesi; Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının teslim edilmesi; işçi ve emekçi sınıflara tüm politik ve sendikal özgürlüklerin tanınması; yoksul köylülerin ve tarım emekçilerinin ihtiyacı olan toprak reformunun gerçekleştirilmesi; kadınların ve din, etnik köken, cinsiyet vs. açılardan azınlık olan toplumsal kesimlerin haklarının güvence altına alınması olacaktır. Kısacası Kurucu Meclis’in en temel işlevi, siyasal ve toplumsal özgürlükleri garanti altına alacak ve emekten yana bir ekonomik düzenlemenin gerçekleştirilmesinin önünü açacak yeni bir anayasayı hazırlamak olacaktır.

Kurucu Meclis’i kim toplayacak? Meclis kimlerden oluşacak?

İşçilerin, emekçilerin, Kürt halkının, demokrasiden yana olan tüm toplum kesimlerinin özlemlerine yanıt verecek gerçekten demokratik bir yasal düzenlemeyi gerçekleştirecek bir Kurucu Meclis, asla bugünkü Bonapartist rejim içinden çıkmayacaktır. Bu durumda Kurucu Meclis’i toplayacak olan yine işçi sınıfının, emekçilerin ve Kürt halkının devrimci seferberliği olacaktır. Kurucu Meclis’in toplanmasını belirleyecek olan dinamik sınıf mücadelesidir. Yani sınıf mücadelesinin düzeyi ve onun yarattığı örgütsel formlar Kurucu Meclis için temel oluşturacaktır.

Kurucu Meclis’in bileşimini de bu mücadelelerin sonucu belirleyecektir. Bonapartist rejime seferberlikleriyle son veren kitleler kendi temsilcilerini, herhangi bir baraj sınırı olmadan ve özgür oylarıyla seçebilecek ve Kurucu Meclis’e yollayabileceklerdir.

Ancak Kurucu Meclis’i demokratik kılan şey sadece oylama yöntemi sayesinde oluşacak olan bileşimi değil, diğer kurumlardan bağımsızlığıdır da. Yani Kurucu Meclis eski rejimin mahkemelerinin ya da kolluk güçlerinin güdümü altında olmayacak, tüm kurumların üstünde yer alacaktır.

Kurucu Meclis için ileri!

Burjuvazinin baskı rejimine duyduğu ihtiyaç sürmektedir. Ayrıca rejimin bu çok başlı yapısı da her daim yeni krizlerin olacağının garantisidir.

Bu yüzden “emekten yana yeni bir demokratik anayasa için Kurucu Meclis” talebi önümüzdeki dönemde de mücadelesini vereceğimiz ve gündemde kalacak olan bir taleptir.

Sömürüyü yok edebilme, Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkını tanıyabilme, sınıfsız bir toplum yaratabilme mücadelesinin önündeki en büyük engel olan asker-polis rejimine son verebilmek için, Kurucu Meclis için ileri!

Yorumlar kapalıdır.