İşçi mücadelelerinin niteliği, UPS örneği ve diğerleri
Kasım 2000 – Şubat 2001 krizlerinin ardından, Dünya Bankası’ndan Ecevit hükümetine, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak transfer edilen sosyal demokrat Kemal Derviş’in meşhur incilerinden biri de devletin küçülmesiydi. Devlet küçülmeli, cebe girecek kadar minnacık olmalıydı. Etle, balıkla, sütle, sağlıkla, eğitimle uğraşan devlete devlet denmezdi. Bütün bu alanlardan devlet çekilmeli, ekonomi ile siyaset birbirinden ayrılmalıydı. Zaten ekonomiyle siyasetin ne alakası vardı, öyle değil mi!
O dönem büyük sükse yapan bu görüşlerin gerçek anlamı, sermaye için bütün kanallar açılırken emekçiler için otoriter ve baskıcı bir siyasal düzenin egemen kılınmasıydı. Kemal Derviş’in elinde reçete gibi getirdiği bu politikanın, 1980 24 Ocak Kararları’nı 2000’li yıllara uyarlamaktan öte bir anlamı yoktu. Aynı zamanda bu politik proje, 12 Eylül’ün ardından “hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen patronlar için neoliberal karşı devrime daha da ivme kazandırma amacını taşıyordu.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle start alan, Özal ile uygulanmaya başlayan, sonraki hükümetlerce de ağır aksak da olsa devam ettirilen neoliberal karşı devrimin bayrağını son olarak 2002’de AKP hükümeti aldı ve onun en iyi öğrencilerinden biri oldu. Lakin Özal’ın başlatıp Kemal Derviş’in ivme kazandırdığı ve Tayyip Erdoğan’ın en ileri noktaya taşıdığı bu neoliberal karşı devrim projesi kaçınılmaz şekilde beraberinde bir sosyal enkaz da yaratarak ilerledi. Her özelleştirme yüzlerce, binlerce işçinin işsiz kalmasına yol açtı; her özelleştirme sendikasızlaşmayı, taşeronlaşmayı daha da derinleştirdi. Dün Sümerbank, Et-Balık Kurumu, SEKA, bugün TEKEL, yarın şeker, enerji, liman işçileri derken giderek esnek, taşeron, sendikasız çalışma genel bir kural haline gelmeye başladı. Ve Eylül 2008’de açığa çıkan dünya ekonomik krizi, bütün bu saldırıların katlanarak devasa boyutlara ulaşmasına yol açtı, milyonlar işsiz kaldı.
Artık patronların krizi de bahane ederek çok daha pervasızca, güvencesiz, esnek ve taşeron şekilde işçi çalıştırma ve en ufak hak arayışında işçileri kapının önüne koyma dönemi söz konusu. Kuşkusuz işçiler, emekçiler asla mücadele etmekten vazgeçmediler. En zor hatta imkânsız görünen şartlar altında dahi direndiler, direniyorlar. Halen devam eden UPS işçilerinin mücadelesi bu durumun örneklerinden biri. Sendika 24 Ağustos 2010 tarihli basın açıklamasında durumlarını şöyle ifade ediyor:
“TÜRK-İŞ’e üye TÜMTİS sendikası, üyesi olduğu ITF (Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu) ile birlikte ABD’nin uluslararası kargo şirketi UPS’de örgütlenme çalışması başlatmış, ancak bu çalışmanın işveren tarafından öğrenilmesi üzerine işten çıkartmalar başlamıştır. İşverenin sendika düşmanı tavrı nedeniyle bugüne kadar 157 üyesi işten çıkarılan TÜMTİS sendikasının üyeleri ile birlikte 5 Mayıs tarihinde İstanbul’da Mahmutbey ve Kurtköy aktarma merkezleri ile İzmir aktarma merkezinin önünde başlattıkları direniş halen sürmektedir.”
İşte mesele bu kadar basit ve açık!Bir yanda göstermelik kimi maddelerle anayasayı değiştirerek işçilere, toplumun tüm kesimlerine cennetin kapılarını açtığını ilan eden bir hükümet, AKP, diğer yanda sadece ve sadece sendikalaşma haklarını kullanan UPS işçilerinin gördüğü muamele. Tabii ki, siz de patron olsanız hükümetinizin yolundan gidersiniz. Hükümetin TEKEL işçilerine yaptıklarını, siz de UPS işçilerinize yaparsınız.
Mücadelelerin niteliği
Evet, patronlar dünya ekonomik krizini işten çıkarmalar için güçlü bir gerekçe haline getirdi ve AKP hükümeti de özelleştirme ve 4C uygulamalarıyla patronlardan geri kalmadı. Son üç yıldır işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret düşürme/dondurma, sosyal haklarda kısıntı uygulamaları yaygın şekilde gerçekleşiyor. Kriz, sendikal hakların gasp edilmesi için bir gerekçe haline getirildi. UPS’de olduğu gibi birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi veren işçiler toplu şekilde işten çıkarıldı. Bu saldırı ve hak gasplarına karşı işçiler de birçok grev ve direniş gerçekleştirdi. Bu mücadelelerin bir kısmı kazanım, bir kısmı yenilgiyle sonuçlandı. Bir kısmında ise işçiler mücadeleye halen devam etmekte.
Bu grev ve direnişlerin ortak eksikliği/zayıflığı ise başka grev ve direnişlerle birleşememesidir. Her biri kendine özel koşullara da sahip olan bu grev ve direnişleri sınıflandırmak, benzer ve farklı noktalarını tespit etmek özellikle izlenecek mücadele yöntemlerini belirlemek açısından büyük önem taşımakta. Bu açıdan bakıldığında mücadeleleri üç farklı başlık altında toplayabiliriz:
1)Sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler 2)Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadeleler
3)Sendikalı işyerlerindeki mücadeleler
1)Sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler:
UPS işçilerinin mücadelesi bu tip mücadeleye örnektir. Bu tür mücadeleler niteliği gereği son derece dinamiktir. Çünkü mücadele sadece eldeki hakları savunmayı değil, UPS örneğinde olduğu gibi, sendikalılaşma gibi mevcut hakların geliştirilmesini yani yeni mevzi kazanmayı hedefler. Bu yanıyla hem mücadele içindeki işçiler hem de mücadeleyi izleyen işçiler açısından çok öğretici, bilinçlendirici bir sınıf mücadelesi deneyimidir.
Diğer yandan işyerinin patronu da çoğunlukla mücadeleyi kırmak için tüm gücünü seferber eder. Bu nedenle bu tür mücadeleler özellikle kriz dönemlerinde normal dönemlerden de daha uzun bir zamana yayılabilir. İşyerine sendikanın girmesini istemeyen patronların güç ve kararlılığıyla işçilerin birlik ve dayanışması sonucu belirler. Kuşkusuz işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin genel durumu bu sonuca doğrudan etkide bulunur. Bu nedenle TEKEL işçileri kazanırsa bu bütün işçi sınıfının kazanımı olacaktır tespiti ısrarla yapılmıştır. UPS türü mücadelelerin çok azı işçilerin bütün taleplerinin gerçekleşmesi anlamında sendika-işveren anlaşmasıyla sonuçlanır. Bu tür işyerlerindeki mücadelelerin başarısında -işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin genel durumu dışında- iki temel faktör vardır: a)İşçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi. b)Sendikanın mücadele konusunda kararlılığı.
İşçiler örgütlü ve kenetlenmiş değilse mücadele istenen sonuçlara kesinlikle ulaşamaz. İşçilerin örgütlülüğü sendikanın tutumunu da doğrudan etkiler. Bu şartlar varsa sendika direnişe sahip çıkıp işçileri maddi ve moral açıdan desteklediği ölçüde işçiler de mücadeleye devam edebilir; aksi durumda yüzlerce işçiyle başlayan mücadele süreç içinde onlarca işçiye düşebilir. Bu da sendikanın işyerinde çoğunluğu yitirmesi anlamına gelir ki mücadele yine mahkeme salonlarına taşınır.
Nitekim kriz boyunca sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarma yaşanan birçok işyerinde süreç bu şekilde oldu: Direnişteki işçi sayısı başlangıca göre azaldı. Mücadeleler mahkemeye yansıdı. Süre uzadıkça direnişteki işçilerin maddi sorunları arttı. Sendikalar direnişçi işçilere ya hiç yardım etmedi ya da, işçilerin ihtiyaçlarını gidermekte zorlanmaya başladı, dayanışma ve katkılarda da azalma görüldü. Patronlar yeni işçi aldı. Üretim için yeni atölyeler kurdu ve/veya işleri fasona verdi…
UPS direnişinde durum henüz bu noktada değil. Çünkü işçilerin işyerindeki örgütlülük durumu ve sendikanın mücadeleye sahip çıkması (ve uluslararası sendikal dayanışma ve destek) direnişin ömrünü uzatıyor. Lakin UPS ile diğer grev ve direnişler arasında bir eşgüdüm kurulamadığı, işçilerin birlik ve dayanışması sağlanamadığı sürece bu mücadelenin başarıya ulaşması ve bunun kalıcı olması çok zor olacaktır. Benzeri mücadelelerde tekil başarı örnekleri olsa da bunların, sınıf mücadelesinde, sonucu işçi sınıfı lehine değiştirmeyen örnekler olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu noktada Sinter Metal işçilerinin direnişini hatırlamakta yarar var. İşçiler bir yılı aşkın süre boyunca birçok eylem, etkinlik, dayanışma düzenledi. Başta diğer direniş ve grevlerdeki işçiler olmak üzere çok sayıda işçi de Sinter işçilerine destek verdi. Sinter işçileri de onlara dayanışmalarını sundu. Lakin süre uzadıkça direnişi sürdüren işçi sayısı da zaman içinde azaldı. Sinter patronu üretimine devam ettiği için üzerinde baskı görmedi. Mücadele mahkeme salonlarına düştü ve işçiler yaklaşık iki yıldır süren bu kavgadan halen kendi lehlerine bir karar çıkmasını bekliyorlar. Kuşkusuz Sinter Metal işçilerinin verdiği mücadelenin başarıya ulaşması için mahkeme kararları değil sınıfın birliği ve mücadelenin koordinasyonu gerekir.
2)Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadeleler:
Sendikalı olmayan işyerlerindeki mücadelelerin büyük çoğunluğunda mücadele veren işçiler seslerini ya hiç duyuramaz ya da çok kısa süre içinde izole edilir. Sendikasız işyerlerindeki mücadeleler genellikle maaş geciktirme, eksik ödeme, ücretsiz izin, tazminatsız işten çıkarma ve işyeri kapanması gibi nedenlerle gerçekleşir. Bu tür işyerlerinde kısa süreli direnişlerin ardından işçilerin dayanma güçleri genellikle azalır/kırılır. Mücadele çoğunlukla işe iade davası açılarak mahkeme salonlarına taşınır. İşçiler bu tür davaları büyük oranda kazanırlar. Ama işverenler işyerlerini taşıyarak, ismini değiştirerek, yakınlarına devrederek genellikle işe iadenin gereğini yerine getirmezler. Bir de iflas göstererek işçilere kazandıkları tazminatlarını da ödememenin, geciktirmenin yollarını bulurlar.
Nitekim İstanbul Sultançiftliği’nde bulunan Selga Tekstil’deki mücadele bu duruma bir örnektir. Selga Tekstil’de kriz bahanesiyle ücretler düzenli ödenmeyince işçiler mücadeleye
başladı. Ücret ödemelerinde herhangi bir düzelme olmadı. Patron Adana’da yeni bir fabrika kurdu. İşyerindeki makineleri de bu yeni fabrikaya taşımak için kaçırma girişiminde bulundu. Bunun üzerine işçiler fabrikayı işgal etti. Patron polis çağırarak zorla fabrikayı boşalttırdı. İşçiler cesaret ve kararlılıkla mücadele etseler de tek tek işyerlerinde kalıcı sonuçlar almak çok zordur. Selga Tekstil işçileri de bu nedenle haklı olmalarına rağmen mağdur duruma düştüler. Mücadele birleştirilemediği, işçilerin birliği sağlanamadığı sürece bu sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır.
3)Sendikalı işyerlerindeki grev ve direnişler:
Sendikalı işyerlerindeki mücadelelerin sendikasız ya da yeni sendikalaşmakta olan işyerlerindeki mücadelelere göre benzerlikleri olmasına rağmen bazı farklılıklar da gösterir. Nitekim kriz boyunca sendikasız ya da sendikalaşmaya çalışan işyerlerinde mücadeleler çok uzun bir zamana yayılırken ve genellikle sonuç alınamazken sendikalı işyerlerinin büyük çoğunluğunda genellikle kısa süre içinde uzlaşma/anlaşma sağlandı. Lakin patronlar bu uzlaşma/anlaşma sürecinden kârlı çıkarken işçiler ciddi kayıplar yaşadı. Uzlaşma/anlaşma gereği on binlerce işçi işten atıldı, aylar süren ücretsiz izin uygulamaları oldu, yarım ücretli çalışma devreye sokuldu, birçok sözleşme sıfır zamla bağlandı, bazı işyerlerinde işten atmama karşılığı ücretlerde indirim söz konusu oldu. Hiçbir işyerinde üretim uzun süreli aksamadı. Sendika yönetimleri mücadeleyi birleştirme ve sınıfın birliğini sağlama yönünde hiçbir girişimde bulunmadı. Göstermelik laflar ve eylemciklerle süreç idare edilmeye çalışıldı. Buna rağmen birçok işyerinde işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret indirimi, işyeri kapanması gibi saldırılar karşısında grev ve direnişler de gerçekleşti. Bunların tamamında işten atma, ücretsiz izin, ücret indirimi, vardiya azaltma gibi kayıplar üzerinden uzlaşma/anlaşma gerçekleşti. Brisa örneği bu açıdan öğretici derslerle dolu.
Aralık 2008’de krizi gerekçe gösteren Brisa yönetimi 150 işçiyi işten attı. İşçiler işten atıldıklarını işe geldiklerinde giriş kartlarının basmadığını görerek öğrendiler. Bir önceki vardiyada çalışan işçiler arkadaşlarının işten atıldığını duyduklarında üretimi durdurup kendilerini fabrikaya kapattılar. Fabrika fiilen işgal edilmiş oldu. DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının örgütlü olduğu işyerinde 1.300 işçi çalışmaktaydı. Sendika Brisa yönetimiyle yaptığı görüşmelerin ardından 64 işçinin atılması, 9 Ocak 2009 tarihine kadar üretimin durdurulması ve işçilerin bu süre boyunca ücretsiz izne çıkarılması konusunda anlaşma yaptı. Bu anlaşma sadece 64 işçinin atılmasına göz yummak anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda farklı işyerlerinde mücadele veren/verecek bütün işçilerin özgüvenlerine indirilen bir darbeydi. Nitekim krizin henüz başlarında sendika bürokrasisinin bu ve benzeri işbirlikçi tutumlarının sonucunda işçiler krizin faturasına boyun eğmek zorunda bırakıldılar.
Oysa Brisa 64 işçiyi attığı ve ücretsiz izne çıkardığı 2008 yılını 68 milyon lira kârla kapattı. Sabancı Holding’in 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira oldu. 2009 yılında da Sabancı Holding net kârını yüzde 6 arttırdı; 1 milyar 57 milyon kâr etti. Brisa’nın 2009 ilk dokuz aylık net kârı da 16 milyon 732 bin oldu. Görüldüğü üzere ne Brisa ne de Sabancı Holding kriz nedeniyle zarar etmedi. Lastik-İş, Brisa ve Sabancı Holding’in kâr ettiği ortadayken işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarına neden boyun eğdi ve anlaşma imzaladı? Sonuç almak için üretimden gelen gücünü sonuna kadar neden kullanmadı?
İşçileri işten atanlar patronlar olsa da bu sürecin esas belirleyeni sendika bürokrasileridir. Sendikaların görevi patronların mali bilançolarını düşünmek ve savunmak olamaz. Sendikaların görevi işçilerin haklarını korumak ve geliştirmektir. Milyonlarca işçi işten atılıyor, ücretsiz izne çıkarılıyor, ücret kesintisine maruz kalıyorsa sendikalar görevlerini yerine getirmiyor demektir. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Sendikaların temel görevi de bu birliği sağlamaktır. Kriz boyunca sendikal bürokrasi işçilerin birliğini sağlamak için çalışmadığı gibi izlediği işbirlikçi tutumla krizin faturasını işçilerin ödemesine neden oldu. Sendikal bürokrasinin bu işbirlikçi tutumu aşılmadan krizin yıkıcı sonuçlarının üstesinden gelmek olanaklı olamaz.
Yorumlar kapalıdır.