Devlet eliyle dindar nesiller yetiştirmek!

Resmi ideolojinin sağlamlaştırılması ve toplumsal muhalefetin denetim altına alınması için dinden alabildiğine yararlanma ve buna paralel olarak devlet kademelerinde, toplumsal yaşantıda yukarıdan aşağıya denetimli bir İslami politika uygulamaları, devlet eliyle dindar nesiller yetiştirme anlayışı yeni bir şey değil. Bu politikalar milli şef İsmet İnönü döneminde köylerde cenaze namazı kıldıracak imamların bulunmadığından yola çıkılarak imam hatip liseleri ve yüksek İslam enstitüleri kurulmasıyla başladı. “Soğuk Savaş” dönemi devletle dini iyice yakınlaştırdı. İç ve dış komünizm tehlikesine karşı bol keseden din sömürüsü yapılarak komünizmle mücadele derneklerinin dindarlarla dolması sağlandı. Kanlı Pazar ve Sivas’ta olduğu gibi devlet resmi güçlerini bir kenarda tutup kalabalıkları solun ve Alevilerin üstüne saldırttı. Dincilik değil ama dindarlık resmi milli kimliğin tamamlayıcı unsuru oldu. Bu devletçi milliyetçi-muhafazakârlık yorumu 70’lerin ikinci yarısında Aydınlar Ocağı milliyetçi-muhafazakâr Türk ve İslam bileşimini Türk-İslam batı sentezi yaklaşımıyla resmi ideolojinin batıcılığına ve Kemalizm’e bağlamaya çalıştı. İslamcı akım 1970’lerin sonuna dek milliyetçi-muhafazakâr çizgiye güç sağladı. Bu dönemin İslamcılığı anti-komünist seferberliğin hizmetinde etnik-dinsel toplulukları yücelten şoven ve ırkçı damarı güçlü bir akım oldu.

Özal döneminin “devlet millet barışması” söylemi dini, milli kültürün en önemli unsuru sayarak dindarları rahatlattı. Bu rahatlama piyasa ilişkilerinin önünün açılması ile ve kapitalistleşme ile birleşti. Piyasa ve onun araçları dini ve milli değerlerin temellerinden koparak yan yana gelmelerini sağladı. Kalkınmacılık amacı ile ilişkisi bulunan İslamcılığın piyasaya uyma yeteneği ve zenginleşme yönü takviye edildi.

Dini faaliyetleri Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından finanse eden TC devleti bu teşkilatın diğer mezhepleri dışında tutarak Hanefi usullerle çalışmasını sağladı. Devlet kadrolarının İslamileştirilmesi 60’lı yıllardan itibaren başlar. Devlet bürokrasisinin birçok mevki iyi eğitim görmüş taşra kökenli dindar aile çocukları ile dolduruldu. Toplumdaki sınıf çelişkilerinin bir sınıf mücadelesine dönüşmesinin önüne geçmek ve vatandaşların devlete ve onun baskıcı uygulamalarına itaatte kusur etmeyen bireyler olarak kalmalarının yolunun, devletin birçok kurumunun İslamileştirilmesinden geçtiği düşünüldü. Sıradan Müslüman kesimlere karşı İslam’ın ne kadar çağdaş, akılcı olduğu anlatılırken cemaatlere aleyhimizde çalışmazsanız biz de sizin işinizi kolaylaştırırız denildi. Kolaylaştırıldı da. Kadrosunda cemaatlerden gelen kadrolarla dolu (Başta Nakşibendî Turgut Özal) ANAP bugün AKP’nin yaptığı gibi 12 Eylül Anayasası’na ve özellikle dokunulmazlıklarla ilgili uygulamalara dokunmadı.

Burjuva felsefesi, modern toplum dininin şekillendiricisidir. Türkiye burjuvazisi de kendi dininin hegemonyasını oluşturabilmek için dini, bir düşünceye indirgemek ve kendi dininin bir bileşeni, bir savunucusu haline getirmek uğraşı içinde olmuştur.

Laikliğe karşı İslam

İslamcılar TC devletinin bazı uygulamalarından şikâyetçiler. Türban olayında görüldüğü gibi bu yakınmalar din ve vicdan özgürlüğü olarak kendini gösteriyor. Bir şeriat devletinde bu özgürlüklerin ne kadar garantili olduğu konusunu bir yana bırakıp İslamcıların bu taleplerinde ne kadar samimi olup olmadıklarına laikliği ne ölçüde savunup savunmadıklarına bakalım. İslamcıların en büyük korkusu devletin dinden elini çekmesidir. Din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesi demek olan şeriatı hedefleyen İslamcı yapılanmalar laik olmayan devletin dinden elini çekmesini neden istemiyor? İmam hatip liselerinin kapatılması, resmi araçlarla yapılan dini programların iptali ve dolayısıyla devletin dini finanse etmekten vazgeçmesi tüm bunların cemaatler tarafından üstlenilmesi demektir. Bu onlar için büyük külfet getirecektir. Aşağıdan yukarı doğru devleti dönüştürerek şeriata varmayı hedefleyen reformcu İslam’a göre devlet daha çok cami ve imam hatip lisesi açarsa devlet içinde dindarların kadrolaşması artacaktı. Devlet cemaatlere bu imkânı tanıdı. Ancak kaleyi içerden fethetmek isteyen İslamcılar bu iş için görevlendirdikleri aracıları vasıtasıyla devletle ve sistemle daha fazla bütünleştiler. Gelinen noktada yaşanan laiklik tartışmaları ile ortaya çıkan rahatsızlık geleneksel cemaatlerin devlet kurumlarını ve en başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kontrol altında tutmalarında değil İslamcı muhafazakâr kesimlerin geleneksel elit kastla eşitler arası ilişki kurabilecek güce ulaşması ve bugüne kadar ellerindeki ayrıcalıkları kaptırma endişesinden kaynaklanıyor. Devlet dini olan Hanefi Müslümanlık çerçevesinde diğer dinler ve mezheplere karşı laiklik ve şeriat dengesi sağlanabiliyor. Ancak bu dengenin sağlanması bile belli bir güce ulaştığını düşünen cemaatlerin devletin dini düzenlemeye yönelik girişimlerine ve müdahalesine itiraz geliştirmesini engellemiyor.

Laiklik mi? Totaliterlik mi?

Laiklik kavramının tanımın da kavramın resmi içeriğiyle gayri resmi ama fiili içeriği arasında önemli bir farkla karşılaşırız. Hukuki planda laiklik dinle devlet ilişkilerinin ayrılmasıdır. Bu ayrım dini veya inançları nedeniyle bir kimsenin veya bir gurubun devletle ilişkilerinin ayrıma uğramayacağı veya bir ayrıcalıktan yaralanamayacağını kimsenin inanmadığı yönde davranmaya mecbur edilmeyeceğini garanti eder. Bunu dini prensiplerin devlet ve daha genel olarak kamu yönetimi ilkesi haline gelmemesi, vicdan hürriyeti ve kişilerin özel yaşamlarını ilgilendiren konularda serbest seçim hakkına sahip olması kuralları tanımlar. Görüldüğü gibi laiklik prensibi sadece dinle sınırlandırılamayacak genişliktedir. Laik bir toplumda kimse Müslüman olmak, İslami prensiplerle evlenmek, doğum yapmak, okula gitmek, defnedilmek zorunda olamaz.

TC devletinin laikliğin özel yorumu olarak uygulanan bu yorum; devletle dinin iç içe bulunduğu geleneksel düzenin uzantısında onun dünyevileştirilmiş bir biçimi olarak yer alır. Gerçek, sözde laik TC devletinin aslında ayan beyan laik olmayışıdır. Resmi ideoloji Cumhuriyetle birlikte toplumun kimlik algılamasının merkezine Türk milliyetçiliğini oturtabilmek için İslam dinini gerileyişin, çöküşün ve geri kalmışlığın esas nedeni olarak göstermiş ise de bunu yaparken dini uyguladığı ‘milleti yeniden inşa ‘projesinin bir aleti olarak kullanmayı zorunlu görmüştür. Dine yönelik ithamların “tarifini ve işlevini kendisinin tayin edeceği gerçek İslam’a” ilişkin olmadığını, çarpıtılmış hurafelere boğulmuş diye nitelediği geleneksel İslami düşünce ve yaşam biçimini kastettiğini belirterek dinin ve İslam’ın ateist eleştirisini, İslamiyet aleyhine propagandayı ve başka dinlerin propagandasını yasaklamıştır. 1928’den beri devletin dini yoktur ama Diyanet İşleri Başkanlığı gibi fiiliyatta eski Şeyh-ül İslam’ın yerini dolduran bir merci başbakanlığa bağlı resmi bir devlet kurumudur. “Laik” TC devletinin bu dairesi ‘dini ayarlama enstitüsü’ işlevini görüyor. Diyanet İşleri Türkiye’de dindarlığın sesini azaltıp çoğaltabilir ve ayarlayıp istediği seviyede tutabilir. “Laik” Türk devleti elindeki bordrolu din adamları vasıtası ile topluma ve ahvale uygun görülen dini ayarlar. Bu din Hanefi-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçeveden sapanlar ve diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadırlar. Hatta Lozan hükümleri dışında kalanlar yok sayılmaktadır. Türkiye’de nüfus cüzdanlarına din hanesini koyduran da, 1982 Anayasası’nda Diyanet’in rütbesini arttıran da Kemalist laik Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.

Meselesi laiklik değil totaliterlik olan TC devleti bu kontrolü sadece din üzerinde değil ortalamadan sapan diğer bütün inançlar üzerinde de kurmuştur. YÖK bunun için vardır, sürekli numaraları değişen ama kurbanları değişmeyen CMUK bunun için vardır, Kürt meselesinin önünü tıkayan maddeler bunu için vardır.

“Yeni bir nesil” yetiştirmek TC devletinin kuruluşundan beri hâkim zihniyeti yansıtır. Mesele sadece kendine benzer insanlar yetiştirmek değil, kendi ideolojisine bağlı nesiller yetiştirmektir. Sorgulamayan, eleştirmeyen insanlar. İslamcılar da eleştirdikleri Kemalist rejim gibi toplum mühendisliği yapmaya girişiyor. Erdoğan ve AKP, dini devlet tekelinde ve toplumu din yoluyla denetim altına tutmak konusunda Kemalistlerden pek farklı düşünmüyor ve davranmıyor. Otoriter ve tek tipçi rejime İslami bir renk verme peşinde.

Diyanet lağvedilmezse, YÖK kalkmazsa, 301’in üzeri çizilmezse, Kürt meselesinde adımlar atılmazsa eski düzen devam ediyor demektir. Bunun ismi büyük uzlaşmadır. Bu uzlaşmaya karşılık Diyanet’in, ezanların ve eğitimde dinin sesi biraz artabilir, türban cumhurbaşkanlığı köşküne olduğu gibi üniversiteye de girebildi. Bu AKP ile devletin asli sahipleri arasında gerçekleşecek pazarlıklara bağlı. Diyanet, YÖK, düşünceyi kısıtlayan kanun maddeleri Kürtlerin haklarını inkâr bu memleketin dizginleridir. Dizginler bazen gerilir bazen gevşer atın sahibi aynıdır, olsa olsa binici değişmektedir.

Gazete köşelerinden televizyon oturumlarına, dergilerden panellere karşılıklı kapışıp duran Kemalistler İslam’ın önünü alabilmek ve radikalizmini törpülemek noktasında birleşiyor. İslam’ın kötü yorumlarına karşı “iyisini” ihya ediyorlar. Her ikisini de toplumsal mutabakatın sağlanması için gösterdikleri çabalara ve oyalanmaya terk etmek gerek. Yapılması gereken ne göze kestirilen ılımlı İslami yoruma güzellemeler yazmak, ne de üzerine basabileceğimiz bütün zeminleri kemirmeye girişmiş mevcut saldırıyı yok saymak. Ama düşmandan
ders alarak yaşamın her alanında materyalist kuşatmayı örgütlemeye şimdiden başlamak. Şüphesiz uzun soluklu bir hegemonya savaşımı güncelliğin yıkıcı gereklerinin uzağında kalmamayı gerekli kılıyor. Ramazanda orucunu tutan, bayram tebrikini ihmal etmeyen, akşama da rakısını içen Anadolu Müslüman’ı söylemleri, İslami ideolojinin baskısıyla Müslüman yığınların “demek ki bugüne dek dini vecibelerimizi ihmal etmişiz, bari bundan sonra…” demeye başlayacakları oranda yenilgiye mahkûmdur.

Yorumlar kapalıdır.