Barışın rengi ne olacak?
Kürt halkının inkârı resmi rakamlara göre 1984’ten bu yana 36 bin cana mal oldu. Aynı dönemde 34 bin işçi de “iş kazalarında” hayatını kaybetti! Bu tablo kapitalizm koşullarında emekçilerin bütün hayatının bir savaş meydanı haline getirildiğini göstermekte. Son 28 yılda önlenebilir nedenlere rağmen 70 bin emekçiyi kurban vermiş olmamızın başka bir izahı var mı? Bunlar akıl almaz derecede korkunç ve travmatik sonuçları olan rakamlar. Yaralanan, sakat kalan, yerinden yurdundan olan, iş-aş bulamaz duruma düşünlerle birlikte milyonlarca insandan bahsediyoruz. Bir diğer dramatik gerçek 70 bin kurbanın büyük çoğunluğunu Kürt emekçilerin oluşturuyor olması. “İş kazalarının” büyük oranda iş güvenliğinin göz ardı edildiği işyerlerinde, özellikle de her üç “iş kazasından” birinin inşaat sektöründe olması gerçeği iş cinayetlerinde de Kürt emekçilerin kurban olarak başı çektiğinin bir kanıtı. Ölümle bu derece koyun koyuna olmak bir 20. Yüzyıl karabasanı değilse eğer, hakkında hüküm verilen emekçilerin kaderlerini ellerine almak istemelerinden daha doğal ne olabilir? Çok açık; sadece savaşta değil barışta da önlenebilir nedenlere rağmen ölmeye devam eden emekçilere barışın kerametlerinin anlatılmasına gerek yok. Hele hele Kürt emekçilere! Bugün Türkiye’de çok az insan-kesim Kürt emekçiler kadar barışın kıymetini bilebilir.
Barış derken…
Devrimci Marksistler ulusların kendi kaderini tayin hakkını temel bir ilke olarak benimserler! Kaderini tayin hakkını sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görürler çünkü halklar özgür olmadığı sürece özgür bir toplumun inşası imkânsızdır. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz çağda proletaryanın önderlik etmediği bir ulusal yeniden inşanın kapitalizmin neoliberal yeniden yapılanmasından başka sonuç üretmesini beklemek ham hayaldir. AKP hükümeti ve patronlar sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarına uygun idari, hukuki ve siyasi bir düzen tesis etme peşindeler. İstikrar adına demokratik kurumları tasfiye eden (başkanlık sistemi, vb.), ekonomik büyüme adına her şeyi piyasanın kölesi kılan (özel istihdam büroları, mezarda emeklilik, biyoçeşitlilik yasası, vb.) bir düzen bu! Barış bu amaçlarını uygulamaya devam edebilmek için kullanmak istedikleri bir kandırmacadan ibaret. Kürt siyasal hareketinin sözcüleri böylesi bir ittifakın tarafı olduklarının farkındalar mı? Serhıldanları, eşitlik ve özgürlük beklentilerini dolayısıyla ulusal ve demokratik talepleri bu neoliberal burjuva kurumların içine hapsetmek tarihsel bir yanlış olacaktır. Barış hem 12 yaşındaki Uğur Kaymazların 13 kurşunla katledilmesinin hem de 13 yaşındaki Ahmet Yıldızların pres makinesine sıkışarak kahredici şekilde ölmelerinin son bulmasını sağlamalıdır. Güçlü Türkiye albümünde henüz 12-13 yaşındaki Uğur ve Ahmet’in cansız bedenleri yanına yenileri eklenmeye devam ettiği sürece bu mümkün mü? Bir milyon çocuk işçiye sahip Türkiye’de barışı, “her aile 3 çocuk sahibi olmazsa ekonominin çarkları dönmez” diyen Başbakan Erdoğan’ın sağlayacağına inanmamız için bir neden var mı? Sonuna kadar şüpheci, sorgulayıcı, hesap sorucu, hak arayıcı olmaktan daha doğal ne olabilir? Bu yüzden biz diyoruz ki, ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal talepler birbiriyle ayrılmaz bir bütündür.
Dün dünde kalmaz!
“29. Kürt isyanı” olarak da adlandırılan “düşük yoğunluklu savaş” sürecinde 21 Mart itibariyle silahlar sustu. İyi ki de sustu çünkü son 28 yılda silahların konuşması giderek artan ölçüde emekçi hareketin bölünmesine, rejimin baskı ve şiddet uygulamalarını meşrulaştırmasına yol açtı. Gerilla yöntemi sınıf mücadelesini kolaylaştıran/güçlendiren değil zorlaştıran/zayıflatan bir rol üstlendi. Kitlelerin mücadele ve eyleminin yerine gerillacılık ikame edilmemeliydi; işçi ve emekçilerin seferberlikleri yön vermeliydi mücadeleye. Şimdi Öcalan’ın ifadesiyle “İmralı süreci” akamete uğramazsa PKK, “silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçiş” adımını atacak. Lakin görünen o ki, dün olduğu gibi bu yeni aşamada da belirleyici olan ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal taleplerin iç içe olduğu emek eksenli devrimci sosyalist bir program olmayacak. Kürt işçi ve emekçilerin mücadele ve seferberlikleri dün PKK’nin gerilla stratejisi nedeniyle dışarda kalırken bu kez “Güçlü Türkiye” adına burjuva kurumların içine hapsolacak. Biz bu sürecin özlenen barış, kardeşlik ve özgürlük ortamını tesis edeceğine inanmıyoruz ve diyoruz ki: Barışın diliyle savaşın dili aynı olamaz. Barışın kurallarıyla savaşın kuralları aynı kalamaz. Aslolan barışın kurumlarını inşa etmekse savaşın dili de, kuralları da terk edilmeli. Hiç kuşku yok ki, birinci adım asla pazarlık konusu olmaması gereken [ana dilde eğitim gibi] temel hak ve özgürlüklerin üzerindeki yasal/kurumsal engellerin derhal ve koşulsuz kaldırılmasıdır. İkinci adım Kürt halkını daha azına razı etmek üzerine kurulu pazarlık masasının yıkılmasıdır. Üçüncü adım bunca zaman engellenmiş ve ağır bedeller ödenmiş hak ve özgürlükler alanındaki tüm düzenlemelerin bir lütuf gibi değil tersine gecikmesinden dolayı bir özür olarak koşulsuz yerine getirilmesidir. AKP hükümeti benden öncekiler yaptı diyerek sorumluluktan kaçamaz. Kabahatten özürsüz dönülmez. Oysa müzakere masası adil ve onurlu bir barış ihtiyacı üzerine kurulmuş değil. AKP hükümetinin PKK (“terör”) ve Kürt sorunu diye iki ayrı kategori icat etmesi; Kürt sorununu bireysel bir hak-özgürlük sorununa indirgeyip bağlamından kopartması ve Kürt siyasal hareketinin varoluşunu sıklıkla ve doğrudan kolluk kuvvetine havale etmesi bu gerçekliğin yansımaları.
Kuşkusuz; ne dün dünde kalır, ne de bugün söylenen yeni şeyler gerçekte yenidir. Dünle bugün, eskiyle yeni iç içe geçerek harmanlanır. Hiçbir şey yoktur ki, düne ait bir iz taşımasın. Hiçbir söz yoktur ki, ilk kez söylenmiş olsun. Önemli olan dünün, bugün ne anlama geldiği; dünkü sözün bugün ne ifade ettiğidir. Bugün anlamlı olanın neden dün anlamsız olduğu ya da öyle ilan edildiğidir. Bunları bilmeksizin doğru bir rota çizmek mümkün değildir. Öcalan’ın Türk burjuva hükümeti/medyası tarafından “keşfinin” doğrudan “Güçlü Türkiye” projesine uyum/uyarlanma kapasitesine/beklentisine indirgenmesi, “barış ve çözümün” bunun üzerinden ele alınıyor olması, dünün neden dünde kalmaması gerektiğinin bir ifadesi. Doğal olarak, AKP hükümetinin şahsında, egemen burjuvazinin Kürt sorununda “barış ve çözüm” derken, gerçek niyet ve beklentisini sorguluyoruz. Söylediğimiz çok açık: Eğer Kürt halkının inkârı ve kültürel-siyasal haklarını kullanmasının baskı-şiddet yoluyla engellenmesi yanlış idiyse bu yanlıştan dönmek hiçbir önkoşula bağlanamaz. Pekiyi, öyle mi? Kürtçe ana dilde eğitim dahi halen yasak. Neden? Gereğini yapmadan adını anmanın bir anlamı yok. Yani barış demekle barış olmuyor; çözüm demekle sorunlar çözülmüyor. Biz diyoruz ki; bugünlere AKP sayesinde değil tersine ona da rağmen gelindi. AKP hiçbir zaman kolaylaştırıcı olmadı; halen de ana fonksiyonu bu değil. Biraz tarih ve siyaset bilen herkes için bu durum açıktır.
Tanımın ve çözümün evrimi
Kürt “ulusal” sorunu başından bu yana tanım ve çözüm açısından hep aynı şekilde tarif edilmedi. Özellikle son 30 yılda sorunun hem tanımı hem de çözüm önerileri evrim geçirdi. Bu evrimde Kürt siyasal hareketinin fiili kazanımları kadar Türkiye egemen burjuvazisinin ve özellikle ABD emperyalizminin değişen bölgesel çıkar ve politikaları da etken oldu. Bürokratik işçi devletlerinin çözülüş ve çöküşü ardından bölgedeki politik rejimler ve sosyo-ekonomik yapılar bir değişim sürecine girdi. Buna Irak’ın emperyalist işgali ve ardından sosyo-politik çözülüşü de eklenince bölgenin tüm unsurları gibi Kürt siyasal hareketleri için de bu süreç program ve örgütlenme düzeylerinde tarihsel değişimleri tetikledi. Kültürel-siyasal kimlik talebi ve demokratik cumhuriyet politikası öne çıktı. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimleri Türk siyasal rejimi ve Kürt siyasal hareketi üzerinde, son 25 yıllık süreçte Irak ile birlikte en belirleyici faktör oldu. Tarihsel olayların son 25 yıl içinde Kürt siyasal hareketini bu şekillendirişinde ulusal kurtuluş mücadelelerinin ideolojik-politik esneme niteliğini de unutmamak gerekir. Bu nedenlerle İmralı süreci hem AKP hükümeti hem de Kürt siyasal hareketi açısından çok sayıda faktörün bileşiminin bir sonucudur. Bu süreci tek bir faktöre indirgemek yanlış olur.
Sonuç olarak tarihsel arka planıyla birlikte ele alırsak sadece siyasal açıdan değil, kültürel/sosyal açıdan da yok sayılan bir halk varlığa çıktı. 20. Yüzyıl boyunca asimilasyon politikalarına maruz bırakılan Kürt halkı inkâr-imha politikalarına direnerek bugünkü noktaya ulaştı. Kabaca şu üç aşamadan geçildi: 1) Kürt yoktur / inkâr-asimilasyon. 2) Kürt vardır ama! / baskı-imha. 3) Kürt vardır / kısmi çözüm. Kuşkusuz sorunun tanım ve çözüm önerileri birbirinden bıçakla ayrılmış değil. Hepsi birbiri içine geçerek şekil almakta. Terör ve kültürel-siyasal kimlik tanımının ya da askeri ve anayasal çözümün bir arada kullanılması örneklerinde olduğu gibi. Kürtçenin “bilinmeyen dil” olarak kayıtlara geçmesi; Türk milli zihniyetinin, Kürtlerin aslında dağ Türkleri olduğu üzerine kurulu olması; Kürtlere karşı her tür ırkçı-faşist söylemin korunması hatta teşvik görmesi, Türk burjuva siyasal hayatında şoven ideolojinin temellerinin oldukça derinlerde olduğunun birer kanıtı. Bu nedenle Sinop ve Samsun’da ortaya çıkan saldırganlık, öncesinde ne tür tertipler kurulmuş olursa olsun, esas olarak bu politik-ideolojik-tarihsel çerçeveye oturmakta ve oradan beslenmekte, dedik. AKP hükümeti bu anlayışı
hem kurumsal hem de ideolojik-politik olarak barındırmaya devam ediyor. Şunu biliyoruz: Savaşı inkâr doğurdu. Barışı doğuran nedir? İnkâr savaşın anasıydı. Barışın anası nedir? Savaş toptan imhaya bir itirazdı. Barış neyin kabulüdür?Son 28 yılda 36 bini savaşta, 34 bini “barış”ta toplam 70 bin emekçiyi kurban vermişsek barışın rengini tabii ki soracağız!
Bu çerçevede;
1) Ulusların kendi kaderini tayin hakkını temel bir ilke olarak benimsiyoruz! Kaderini tayin hakkını sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz! Halklar özgür olmadığı sürece özgür bir toplumun inşası imkânsızdır. Bulunduğumuz çağda proletaryanın önderlik etmediği bir ulusal yeniden inşanın kapitalizmin neoliberal yeniden yapılanmasından başka sonuç üretmesini beklemek ham bir hayaldir. Ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal talepler birbiriyle ayrılmaz bir bütündür. Bu nedenle Kürt ulusal sorunu; ulusal ve demokratik taleplerle diğer sınıfsal taleplerin iç içe olduğu emek eksenli devrimci, enternasyonalist ve sosyalist bir programla çözüme kavuşabilir.
2) AKP hükümeti ve patronlar sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarına uygun idari, hukuki ve siyasi bir düzen tesis etme peşinde. İstikrar adına demokratik kurumları tasfiye eden (başkanlık sistemi vb.), ekonomik büyüme adına her şeyi piyasanın kölesi kılan (özel istihdam büroları, mezarda emeklilik, biyoçeşitlilik yasası vb.) bir düzen istedikleri! Barış bu amaçlarını uygulamaya devam edebilmek için kullanmak istedikleri bir kandırmacadan ibaret. Kitlelerin mücadelesini, eşitlik ve özgürlük beklentilerini dolayısıyla ulusal ve demokratik talepleri bu neoliberal burjuva kurumların içine hapsetmek tarihsel bir yanlıştır.
3) Kürt halkının inkârı ve kültürel-siyasal haklarını kullanmasının baskı-şiddet yoluyla engellenmesinden dönmek hiçbir önkoşula bağlanamaz. Bu nedenle; a) Kürt halkına kararlarını özgürce verebilmesi için kendi kaderini tayin hakkı tanınmalı. b) Ulusal-demokratik haklar çerçevesinde başta ana dilde eğitim olmak üzere temel hak ve özgürlükler üzerindeki yasal/kurumsal engeller derhal ve koşulsuz kaldırılmalı. c) Siyasal demokratik taleplerin kullanımı önünde bariyer oluşturun tüm anti-demokratik yasa ve kurumlar ilga edilmeli; tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılmalı. d) Kürt halkını daha azına razı etmek üzerine kurulu pazarlık masası dağıtılmalı; adil, eşit ve onurlu bir barış masası kurulmalı.
Yorumlar kapalıdır.