Devrimin üzerindeki kabuk çatlıyor

11 Haziran günü ve gecesi Taksim’de Gezi Parkı’nda dehşet anları yaşandı. Yürekli insanların ve dürüst basın mensuplarının kaydettikleri fotoğraflar ve videolar, baskıcı bir hükümetin demokratik taleplerini dile getiren kitlelere, ateşli silahların kullanmından önceki son eşikte hangi vahşi, barbarca yöntemlerle saldırabileceğine hiçbir itiraza yer bırakmamacasına tanıklık ediyor. Mücadeleler sadece Taksim’de değil, pek çok başka kentte, büyük kentlerin varoşlarında da sürüyor. Kitleler, kriz yönetiminde deneyim sahibi herhangi bir burjuva demokrasisinde şiddete başvurulmaksızın soğurabilecek basit, yalın demokratik taleplerinde ısrar ediyorlar ve bu noktada geri dönüşsüz bir noktaya ulaşmış durumdalar. Pekiyi, otoriter tavrında ısrar eden hükümet yukarda andığımız eşiği aşacak mı? Günah keçisi olarak seçtiği SDP’lilere yönelttiği saldırılarını, “terörist örgüt” suçlamasıyla seçmeci biçimde tayin edeceği kesimlerin üzerinde başlatacağı bir kıyıma dönüştürecek mi? İşaretler bu doğrultuda. Ortak seferberlik halindeki milyonlarca insanı bu yöntemle bölüp geri püskürtmeyi, evlerine hapsetmeyi başarabilecek mi? Her şey kitlelerin iradesine bağlı hale gelmiş durumda.

Ama bir süreç geri dönüşsüz biçimde başlamış halde. Bu, sadece kitlelerin baskı karşısında korku eşiğini aşmış olmaları değil. Yılmaz biçimde Gezi Parkı’nda toplanan, gösteri ve yürüşlere katılan yüz binlerce insan, söz ve ifade, toplantı ve gösteri, örgütlenme ve politik katılım demokratik haklarını kullanmak istiyorlar, eylemleriyle bu hakları fiilen icra etmeye yöneliyorlar. Sokaklardan, meydanlardan, hatta apartman aralıklarından ve stadlardan demokratik bir dalga yükseliyor. “Demokratik açılımların” hep “yukardan”, devletin üst organlarından gelebilecek uygulamalar olduğuna inandırılan bir Türkiye’nin alışık olmadığı bir dalga bu. Geçen yüzyılın başlarında, tarihsel olarak çok geç ve imkansız ölçeklerde başlamış, dolayısıyla da yarı yolda tıkanıp kalmış olan demokratik devrimin yön değiştirmiş bir kabarışına tanık oluyoruz bugünlerde. Devrimin üzerindeki kabuk, içerden yükselen güçlerce çatlatıldı. Geri dönüşü, tamiri olmayan olgu bu.

Her ciddi seferberlikte olduğu gibi gençler yine en önde. On binlerce öğrenci, emekçi, işsiz, eğitimli, meslek sahibi genç ön saflarda yerlerini aldılar. Seferberliklerin sınıfsal bileşimi ise, gene her demokratik halk hareketinde olduğu gibi çoğul, bileşik bir yapıya sahip. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin merkezlerinde patlak vermiş olmalarından ötürü bir “orta sınıf” hareketine benzese de, eylemlere işçi ve emekçi yığınların kitlesel katılımı da tartışmasız bir gerçek. Buna karşılık, işçi sınıfı harekette dağınık bir biçimde yer alıyor. DİSK, KESK gibi sendikalar mücadeleleri destekleseler de, emekçi yığınların örgütlü temsilcileri olmaktan henüz uzak konumdalar. Hiçbir devrimci sol örgüt ya da akım da, sınıfın politik temsilcisi olma iddiasında bulunabilecek durumda değil. Kendiliğindenlik örgütlü müdahalelerin çok üzerinde bir dinamiğe sahip ve kendini zorlukla koordine edebiliyor.

Politik ve örgütsel alternatifsizlik, kitlelerin zihninde acil slogan haline gelmeye başlayan “Hükümet istifa!” sloganının gerçekleşebilmesini şimdilik olanaksız kılıyor. Bu da, burjuvazinin manevra imkanını artırıyor. Liberal burjuva kesimlerin direnişleri sahiplenip demokratik gericilik politikalarıyla yönlendirebilmeleri, burjuva kurumsallık içinde geçici olarak bile olsa söndürebilmeleri olanak dışı değil. Mücadelelerin kendiliğinden niteliği ve devletin uyguladığı sistematik ve aşırı şiddet, kitlelerin eylemlerine daha örgütlü bir hal verip demokratik politik bir yön kazandırabilecekleri ikili iktidar organlarının doğmasını da bugün için engelliyor. Dolayısıyla şu günlerde içinden geçmekte olduğumuz süreç devrimci olmayan ile ön-devrimci durumlar arasında salınmakta.

Her şeye karşın kitlelerin son on günden beri teneffüs ettikleri hava politik devrimin tüm yaşam organlarına kan taşıyor. Yeni ve diri güçler doğuyor. Bu eşikten sonra işçi ve emekçi yığınların, tüm topluma önderlik edecek biçimde kendilerinin farkına varabilmeleri, örgütlenebilmeleri ve mücadelelere devrimci bir program kazandırabilmeleri için koşullar çok daha elverişli olacaktır. Devrimci Marksistler bu mücadelenin vazgeçilmez ve yaşamsal bir parçasıdır.

Yorumlar kapalıdır.