İkinci yıldönümünde Gezi isyanı
“Gezi”den bu yana iki yıl geçti; yani henüz “tarih” olduğu söylenemese de Taksim’de başlayıp bütün yurt sathına yayılan ve milyonlarca kişinin katılımıyla 2013 yazı boyunca süren mücadelenin tarihsel önemi ve bugüne etkisi tartışılmaz. İşçi Cephesi’nin geçen yılki sayılarından birinde yayımlanan “Bir İçsavaş Rejimine Doğru” adlı yazıda şöyle bir tespitte bulunmuşuz: “… Başbakan’ın talihinin dönüm noktası, bütün bir 2013 yazı boyunca sürüp giden Gezi olaylarıdır. Gezi, Başbakan’ın, tabiri caizse ‘şakulünü kaydıran’ dönemeçtir. Artık her şeyi denetlediğini, belki de sonsuz ve sorunsuz iktidarını müjdeleyen ilahi mesajın geldiğini bile düşündüğü bir noktada yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve manevi yıkım nedeniyle siyasi aklını kaybetmiş ve içgüdüleriyle davranmaya başlamıştır. (Bunu İslami ‘fabrika ayarlarına’ dönüş olarak tanımlayanlar da var!) Başbakan’ın denge kaybına uğramasına yol açan önemli bir neden, Gezi’nin, bir başkanlık rejiminin Türkiye’de nelere yol açabileceğini de ortaya koyarak, Başbakan’ın ‘Türkiye usulü başkanlık’ planlarını altüst etmesidir. Bunun sıradan bir durum olmadığı açık. ‘Başkanlık sistemi’ Türkiye’de sağın hegemonik, ebedi ve otoriter iktidarının Erdoğan eliyle inşa edilmesi anlamına geliyordu; yani sadece Başbakan’ın kişisel ve denetlenemez iktidarıyla sınırlı kalmayan ‘tarihsel’ bir adım olacaktı. Bu nedenle Gezi’nin Başbakan’ın ruhunda yol açtığı yıkım ve öfke zannedildiğinden daha büyüktür.”
Evet, o zamanın başbakanı şimdinin cumhurbaşkanı olan şahıs politik ve psikolojik davranışları, bütün konuşmaları ve hatta yüz ifadesiyle hâlâ Gezi’nin etkisinden kurtulamamıştır! Cumhurbaşkanı, seçim programını ilk defa, o çok alışılmış “projeci” diliyle değil, Gezi travmasının tetiklediği kaba, tehditkâr ve saldırgan bir dille sürdürmektedir.
Gezi sadece RTE’nin talihinin değil, bir anlamda Türkiye’nin de dönüm noktasıdır. Mücadelesini ve direncini sürdüren Kürt halkı dışında hemen herkesin umudunu neredeyse kaybettiği bir dönemde muazzam bir “kendiliğindenlik” örneği olarak patlak veren isyan, çok geniş kitlelerde zamanın başbakanı üzerinde yarattığı etkinin tam tersine yol açarak, “değişmez” gibi görünenin değişebileceği, “gitmez” gibi görünenin de götürülebileceği umudunu doğurmuştur. Yani, on üç yıldır ilk defa bu seçimlerde ortaya çıkan iyimser ruh halini her şeyden önce Gezi dönemecine borçluyuz.
Moral etkisi…
Gezi’nin “moral” etkisi sadece siyasetle de sınırlı değildir. Eylemler bir yandan bir araya gelemez gibi görünenleri ilk defa yan yana getirirken, yarattığı “meşruiyet” duygusuyla bayrağını, pankartını kürsünün önünde açabilmek veya en öne geçebilmek için gerektiğinde birbirinin kafasını gözünü yarabilecek tıynette olanları bile bir anlamda “terbiye” etmiştir; en azından bildik usulde davranmalarının yüzbinlerin gözünde “ayıp kaçacağı” tepki uyandıracağı kaygısıyla! Gezi aynı zamanda kendi bireyselliğinin ve bunun yarattığı korku ve endişelerin içine gömülmüş, kurtarılmaya ve uğrunda mücadeleye değer tek şeyin kendi “kıçı” olduğuna inandırılmış en az iki kuşağın bütün bu sınırların dışına çıkarak nasıl bir dayanışma ve toplumsal cesaret fırtınasına yol açabileceğini; hatta biraz da “tecrübesizlik” nedeniyle değme devrimcilerden bile daha cesur davranabileceğini göstermiştir. Olaylar sırasında yapılan bir anket, alanda bulunanların yüzde elli üçünün ilk defa bir eyleme katıldığını ve ilk defa polisle karşı karşıya kaldığını (hem de çatışarak) ortaya koyuyordu.
Bunun da ötesinde Gezi, daha önce en son 1999 Marmara depreminde yaşadığımız o derin ve içten toplumsal dayanışma ve paylaşma ruhunu ve çok zamandır pek ortalarda görünmeyen “derin insanlığımızı” bir kez daha ortaya çıkarmıştır…
Ancak…
Evet Gezi, geri çekilirken bazı keyifsizliklere yol açsa da büyük bir umudun kaynağıdır; ancak uzun umutsuzluk yıllarının ardından gelen bütün umutlar gibi verili şartlarda aşırı ve kapasitesinin üzerinde beklentilere de yol açmıştır. O günlerde, Gezi’nin bir üst düzeye sıçramaması halinde bir biçimde sona ereceği nesnel gerçeğini hissetmenin neden olduğu endişe ve iç sıkıntısıyla iç içe yürüyen bir “Sonsuz Gezi” hayalinin ortaya çıkışı, bu kapasite ötesi beklentiyle bağlantılıdır. Bu beklenti, sadece olayların ve ardından ortaya çıkan yerel forumların ve park demokrasilerinin devamına ilişkin değil, aynı zamanda Gezi’den kalıcı bir siyaset, siyasi bir parti, hatta seçim-sandık sonuçları çıkarmaya da ilişkindi. Memleket geneline yayılan ve bilindik-geleneksel türdeki devrimciliklerin “aşılmasına” dayalı “radikal demokratik” ve de “yerelci” ruh hali bu tür beklentileri epeyce kolaylaştırıyordu. Ancak olmadı. Bunun nedeni Gezi’nin kavranışına ilişkindi. Evet, Gezi en azından Türkiye için geçmiş dönemlerde edinilen veya edinildiği sanılan tecrübeleri, bilgileri, sonuçları aşan bir yeni düzey yaratmıştı. Bu yeni düzeyin ve ruh halinin yol açtığı coşku, genişçe ve de zaten meyyal bir kesimde, aynı zamanda geçmişe ait olduğu düşünülen, maddi-manevi, teorik-pratik-politik-örgütsel pek çok şeyin geçersizliğinin kanıtı oldu. Gezi coşkusu ile birçok şeyin sınıfsız, partisiz, önderliksiz (de) yapılabileceğine; kendiliğindenliğin ve ademi merkeziyetçiliğin ve elbette yaygın bir tabirle “sokak“ın neredeyse her şey, siyasal örgütlülüğün, partilerin, merkeziliğin (hatta teorinin) hiçbir şey olduğu inancı “kendince” ciddi bir “haklılık” kazandı.
Sınıfın varlığı-yokluğu ve siyaset
Üstelik bu durum genişçe bir kısım insan açısından, işçi sınıfının tarihsel-toplumsal yeri ve rolü konusundaki bazen “alaycı” bir tavrın da doğrulanması anlamına geldi. Zaten en iyi ihtimalle “kendi talep ve imkânlarıyla sınırlı, diğerlerinden farksız, herhangi bir ayrıcalığı olmayan, istikrarsız ve eşdeğer bir özne” olarak işçi sınıfı, (Ki, sınıf olduğu bile şüpheli!) olaylarda, katıldığı kadarıyla, “başka kimlikleriyle” yer almıştı. Bu bakımdan hareket, “orta sınıflaşma” teorilerini de doğrulayacak biçimde, bir “orta sınıf” hareketi olarak değerlendirildi. (Hatta kimileri hareketin bu niteliğini canhıraş bir biçimde kanıtlama ve kutsama çabasına girişti!) Harekete yaygın olarak katılan ve kendilerini sadece “teorik” olarak değil, pratik olarak da orta sınıf zanneden “beyaz yakalı” ücretlilerin borçlanmaya, kredi kartlarına ve tüketici kredilerine bağlı “orta sınıflığı” bir yana, eylemlere katılan yüz binlerin içinde çok büyük sayıda başkaları da vardı. Yakanın beyazını bırakın, mavisini bile bulamayan “kara-kuru” kent yoksulları, “varoş” denilen, rengi sararıp solmuş kenar mahalle insanları ve “merdiven altlarında” ölümcül şartlarda çalışan genç Türk ve Kürt işçiler, çoğu zaman en ön saflarda savaşmalarına rağmen görmezden gelindi!
Sorun elbette örgütlü işçi sınıfının kitlesel katılımıydı. Bir takım ilerici, hatta kendini “devrimci” olarak tanımlayan sendikaların genel eylem çağrısı çok zayıf kaldı. Bu şüphesiz, işçi sınıfının devrimci ve öncü tarihsel rolüne ilişkin Marksist teorileri çoktan “aşmış” olan liberal “sivil toplum” güçlerinin iddialarını doğrulayan bir durum gibi gözükse de asıl olarak başka bir gerçeği ortaya koymaktaydı. İşçi sınıfının örgütlü bir güç olarak yer almadığı her toplumsal hareket, sınırlı kalmaya mahkûmdur. Elbette burada söz edilen, işçi sınıfının, pek çok mücadele örneğinde görüldüğü üzere, bürokratlar eliyle “örgütlü” bir biçimde satılacağı türden bir örgütlülük değil burjuvaziden bağımsız, müesses nizamın sınırlarını aşabilecek karakterde bir örgütlülüktür. Yoksa işçi sınıfının fiziksel varlığının, örgütlü dahi olsa düzen dışı-devrimci sonuçlara vesile olmasının durduk yerde bir garantisi yoktur. Sözünü ettiğimiz sınırlılık, bazı şartlarda nispeten “normal” bir geri çekilmeye veya “yumuşak inişe” izin verse bile işlerin zıvanadan çıktığı durumlarda kanlı felâketlere, ağır yenilgilere de yol açabilir. İşçi sınıfının örgütlü, kitlesel, bağımsız ve siyasi bir varlık olarak yokluğu sadece fiziksel değil, politik sonuçlar açısından da önemlidir. Gezi’den umulan “politik” sonucun çıkmaması normaldir. “İktidar” hedefi olmayan, hatta bunu bütün müktesebatıyla birlikte reddeden; bunun yerine yerel planda sonsuz bir ikili iktidarı koyan; “istikrarsız ve eşdeğer öznelerin eklemlenmesinden” oluşan hareketlerin bu tür kitle eylemlerinden gerçek ve kalıcı siyasi kazanımlar elde etmesi epeyce zordur. SYRIZA örneğinin, bütün zaaf ve sınırlılıklarına rağmen onlarca genel grevin ve işçi sınıfı eyleminin ardından ortaya çıktığını ve nihayetinde bir siyasi iktidar olduğunu unutmamakta fayda var. Kısacası mevzuun sokak-sandık denkleminin ötesinde sınıfsal-ideolojik-politik bir düzeyde (Bu sokak ve sandık boyutlarını da içerir) ele alınması çok önemlidir. Gezi kitlelerinin, gerek yerel, gerek cumhurbaşkanlığı ve gerekse 7 Haziran seçimlerinde kendi bağımsız politik varlığıyla yer almaması, alamaması, aksine “siyasi iktidarı” hedefleyen CHP, HDP gibi partilere oy vermek durumunda kalması, sözünü ettiğimiz politik sorunun kanıtıdır.
Toplumsal boyut…
Elbette konunun bir de toplumsal boyutu vardır. Gezi bütün ilerici-demokratik yönüne rağmen
devrimci bir süreç değildi. Eylemlerde, çoğunluğu emekçilerden oluşsa da ideolojik-politik olarak küçük burjuva sınırları aşamayan pek çok devrimci örgütün varlığına rağmen kitleler, çok önemli olmakla birlikte politik olarak “Hükümet İstifa” sloganının ötesine geçemedi. Yani, gönüllerde yatan aslanlar ne olursa olsun, hareket bütün ihtişamına rağmen, var olan toplumsal-siyasal zaaf ve sınırlılıkları nedeniyle “düzeni yıkmayı” hedefleyen bir harekete, “yeni bir toplumsal düzenin başlangıç noktasına”, yaygın bir ikili iktidara, “süreklilik” sorununu da gündeme getirebilecek demokratik-politik bir devrime dönüşemedi.
Bu durum, büyük burjuvazinin hükümetle “papaz” durumundaki önemli bir kesiminin açık veya örtülü biçimde harekete karşı hayırhah bir tutum takınmasını kolaylaştırdı. Mesela Gezi’nin hemen bitişiğindeki Divan Oteli, patronu olan Koçların onay ve desteği ile polisle çatışırken yaralanan veya nefessiz kalanların tedavi edildiği bir hastaneye, sığınağa dönüştü. Buradan çıkacak sonuç elbette Koç Ailesi’nin müstakbel bir “demokratik” devrimin bileşenlerinden biri olabileceği değildir! Ancak devrimci karakter taşımayan ve hele ki kapitalist özel mülkiyeti sorgulamayan ve de işçi sınıfının bağımsız ve örgütlü bir güç olarak yer alıp üretimi durdurmadığı bir toplumsal hareketin, içindeki “antikapitalist” unsurların bolluğuna rağmen, büyük sermayeyi çok da korkutmadığı açıktır. Fakat daha sonraki bir zamanda aynı otelin pastanesinde çalışan işçilerin DİSK Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılmaları da elbette aynı patronların keskin sınıf mücadeleci tavırlarının sonucudur. Yani meselenin bırakın mülkiyeti, herhangi bir sınıfsal boyut kazandığı anda başka bir biçim alabileceği ortadadır. Eğer işçi sınıfı, hareketin içinde o bildik tehlikeli halleriyle boy göstermiş olsaydı liberal ve de “demokratik özgürlükçü” patronlarımızın ve onların her türlü toplumsal uzantısının yeri hiç tereddütsüz “kanun ve nizamın” yanı olurdu! Yüksek bir sınıf ve sınıf mücadelesi bilincine sahip sermaye sahiplerinin başka türlü davranması zaten mümkün değildir. Gezi sağladığı epeyce geniş sempatinin ve medya desteğinin en azından bir bölümünü bu “zararsız” görünen yönüne borçluydu!
Bu arada enteresan bir duruma değinmeden geçmeyelim. Gezi, var olan şekliyle hükümetle sorunlu bir büyük burjuva kesimini, hatta emperyalist çevreleri “demokratlaştırırken” AKP iktidarını ve şefini de bir “antiemperyaliste” çevirmiştir! Eylemlere, iç ve dış birtakım yüksek çevrelerden gelen dolaylı-sınırlı destekten ve kendisine yönelik eleştirilerden yola çıkan RTE, Gezi’nin Batı’nın, emperyalizmin, bazı sermaye çevrelerinin ve de “faiz lobisinin” eseri olduğu fikrini işlemeye devam ediyor. RTE, bu tür bir “antiemperyalizmin” memleketimizde, solun kendi safları da dahil, geçer bir akçe olduğunun farkında. Aslında haksız da sayılmaz. Eğer Gezi, halkı zorbalıkla yöneten, ailesi ve adamlarıyla birlikte memleketin varını yoğunu götüren, ancak Batı ile ilişkileri de pek iyi olmayan “antiemperyalist” bir başkanın eli altındaki bir başka ülkede yaşansaydı, solumuzun en azından bir bölümü tarafından emperyalizmin oyunu olarak damgalanabilir, bir başka bölümünü de tereddüde düşürürdü!
İşçi sınıfı ve önderliği sorunu…
Sınıf mücadeleleri bağlamında politik olarak vurgulanması gereken önemli bir husus da dünyada bugün giderek yaygınlaşan, Türkiye’de de etkisi giderek artan bir mücadele biçimi ve anlayışıdır. Bu hareketlerin yaygınlaşması ve başarısı, işçi sınıfının bunlar içindeki, şu andaki siyasi bilinç ve örgütlülük düzeyinden kaynaklanan sıradan, mütevazı ve silik rolü, bütün bunları ezeli ve ebedi gerçekler sanan çok sayıda siyasi çevrenin veya sivil toplum unsurunun, işçi sınıfının tarihsel rolünün ve toplumsal devrimin reddi temelinde Marksizmi “aşmalarına” yol açtı. Bu bakımdan Gezi’nin tepeden tırnağa bir “sınıfsal” eleştirisi, hatta bundan kalkarak baştan sona bir küçük burjuva hayal ortamı olarak tasviri de mümkün. Ancak unutulmaması gereken, bu eylemlerin temel nedeninin 2007’de patlayan kapitalist dünya krizinin çeşitli iniş çıkışlarla ilerleyen toplumsal-sınıfsal ve politik tezahürleri olduğudur. Eğer bütün devrimlerin hammaddesinin, başlangıçta bize çok karışık ve amorf da gelse hemen herkesi kapsayan kendiliğinden ve/veya yarı-kendiliğinden dev kitle hareketleri olduğunu düşündüğümüzde sorunumuzun, nasıl ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar, bu hareketlerin kendileriyle değil, önderlikleri ile olduğu açıktır. Tarih bize “canımızın çektiği” ideal durumları sunmaz. Var olanı önce “olduğu gibi ele almak” sonra da dönüştürmek devrimcilerin görevidir. “Rakibimiz”, her ne biçimde zuhur ederse etsin halk hareketleri değil, onların politik-ideolojik önderlikleridir. Bu tür hareketlere tepeden bakmak bir yana, onları en iyi biçimde anlayıp kavramak zorundayız; zaten en başından “kâinatın sırrına” vâkıf değilsek! Unutulmaması gereken, yukarıda da sözünü ettiğimiz eksiklere rağmen (Bunların bir bölümü bizim de eksikliklerimizdir.) bu tür hareketlerin, halihazırda bizde olmayan ve bu nedenle kavramamız gereken “fazlalarının” da olduğudur. Eğer böyle olmasaydı, adıyla salâvat getirilen ve “her şeye kâdir” olduğuna inanan “Başkan Babalık” heveslisinin “şâkulünü kaydırmak” mümkün olamazdı.
Zaten tarihsel olarak “önderlik sorununu” sürekli olarak gündemimizde tutan da asıl olarak bu tür “kendiliğindenliklerdir.” Aksi halde yaprağın bile kıpırdamadığı bir dünyada böyle işlere kafa yormazdık. Halk hareketleri, mesela bizim Cumhurbaşkanı’nın zannettiği gibi her şeyi baştan planlayıp tertipleme gücüne sahip “bir üst aklın” eseri değildir. Bu hareketler, bazı örgütlü unsurları içerseler de hemen her zaman kendiliğinden patlak verirler. Engellenmiş insanlığın bütün potansiyelini ve gelişme yeteneklerini ortaya çıkaran da budur. Bu, gerçek Marksizmin çok iyi bildiği bir husustur. Ancak yine bu, kendiliğindenliğe tapmamızı gerektiren bir durum değildir. Aksine kendiliğindenliğin çapı ve önümüze getirdiği devrimci görevler önderlik meselesinin, örgütlü müdahalenin aciliyetini ve önemini artırır.
Devrimci amaçlarla da olsa her gördüğü pırıltıya atlayan bir sazan balığına dönüşmemek önemlidir. Eğer “yükselen” ve “prim yapan kâğıtların” peşinde koşan borsacılar değil de devrimci sosyalistler isek yerimiz-yurdumuz bellidir. İşçi sınıfı devrimciliğini esas almamız, ekonomist, sınıf indirgemeci veya darkafalı olmamızdan değil, bütün bir toplumu ve elbette dünyayı hedefleyen geniş ufkumuzdan kaynaklanır. Bizim için sınıflar ekonomiyle sınırlı olmayan toplumsal ilişkilerdir. İşçi sınıfına gösterdiğimiz “aşırı ilginin” nedeni kendimizin de sömürülen işçi ve emekçiler olmamızın yanı sıra, bu sınıfın tarihsel olarak dünyayı gerçekten değiştirebilme gücüne ve potansiyeline sahip tek sınıf olmasıdır. Sınıf mücadelesini esas alma ve işçi sınıfı içinde çalışma alternatifi, işçi sınıfının bırakın rolünü, varlığını bile reddeden ve hedef olarak önlerine “liberal demokrasiyi genişletme” amacını koyanlara, “orta sınıflar” edebiyatçılarına ve de bildik küçük burjuva “devrimcilerine” karşı bir alternatiftir, içinde pek çok potansiyeli barındıran halk hareketlerine karşı değil. Yoksa işçi sınıfı bu dâr-ı dünyada kendi dışında neye önderlik edecek ve kendisiyle birlikte neyi nasıl kurtaracaktır…
Eksiğiyle fazlasıyla, sorunları ve görevleriyle Gezi’nin ikinci yıldönümü kutlu olsun!
Yorumlar kapalıdır.