AKP özgürlükleri sağlayabilir mi?
Son bir buçuk aydır, Türkiye, tarihinde eşine az rastlanır nitelikte bir ayaklanmaya tanık oluyor. Kendiliğinden ve kitlesel hareketlerin doğasına da uygun bir şekilde, birçoğu herhangi bir parti ya da derneğin üyesi olmayan yüz binlerce insan, belki de daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak sokağa çıktı.
Bu muazzam güzellikteki tablo üzerine KONDA’nın yaptığı araştırma gösteriyor ki, Gezi eylemlerine katılanların, sokağa çıkma sebepleri arasında %34’lük bir oran ile en başta “özgürlük alanını koruma” geliyor. Peki, sormakta fayda var, AKP hükümeti talep edilen bu özgürlük alanını yaratabilir mi?
Bu soruya yanıt aramadan önce dünyanın geneline bakmak yerinde olacaktır. Bugün Türkiye’nin dört bir yanında yükselen bu ayaklanma, Arap devrimlerinden ve Arap devrimleri ile başlayan sürecin Avrupa, ABD ve Latin Amerika’da da farklı biçimlerde tezahür etmesi olan “İşgal Et” ve “Öfkeliler” hareketlerinden bağımsız değildir. Bu ülkeler, her ne kadar yerel farklılıklar taşısa da dünyanın ayrı uçlarından meydanları tutan gençlerin birbirlerini çok iyi anlamasına sebep olan daha “küresel” bir neden var: neoliberalizm.
Küresel kapitalist krizin patlak vermesinin ardından mücadelelerin yükseldiği ülkelere baktığımızda neoliberal politikalarının iflas bayrağını çektiğini görüyoruz. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da diktatörlük rejimlerini deviren kitleler, şimdi devrimin taleplerine ihanet eden İslamcı hükümetlere karşı mücadeleyi yükseltirken, Avrupa’da kitleler krizin faturasını ödemeyi reddettikleri için sokakta. Bu tabloya, krizin etkilerinin giderek daha fazla hissedilmeye başladığı Latin Amerika ülkelerinde, burjuva milliyetçi veya sınıf işbirlikçi hükümetlere (Chavez, Morales, Kirchner, Dilma) karşı mücadelenin yükselişi ekleniyor.
Son on yıldır kaşıkla verdiğini kepçeyle geri alan AKP hükümetinin emperyalizmin gözünde Ortadoğu’nun “yükselen yıldızı” haline getirdiği Türkiye de bu mücadele dalgasından payını aldı.
Peki, küresel ekonomik krizin “teğet geçtiği”, kişi başına düşen milli gelirin “üç kat artarak rekor kırdığı”, demokrasinin hızını alamayarak “ileri evreye sıçradığı” bir ülkede, gençler, yaşlılar, çalışanlar, işsizler neden sokağa çıkıyor? Ve hatta nasıl olur da bu “sıradan insanlar” devletin ve polisin şiddetine güle oynaya karşı duracak kadar gözü pekleşir?
Bu durum açıkça gösteriyor ki, yalan diktatörlüğü çöküyor. Ekonomik kriz teğet geçmiyor, iliklerimize işliyor. Ücretler gün geçtikçe erirken OECD’nin yayımladığı “daha iyi yaşam endeksine” göre her iki erkekten biri, her 100 kadından 34’ü karşılıksız olarak aşırı çalışıyor. Çalışabilir nüfusun sadece %48’i sürekli bir işe sahip. Halihazırda öğrenci olanlarsa; ailelerinin eğitimlerini karşılamak için harcadığı paranın yarısını bile kazanamayacaklarının farkında. Tabii eğer bir iş bulabilirlerse… Hükümet, o çok sevdiği sayılarla, “algı yönetimi” ile her şeyin yolunda olduğu yalanını defalarca tekrarlarken, yaşam kalitesinde son sıralarda gelen bir toplumun bunun farkında olmamasını beklemek herhalde mümkün değildir.
Öte yandan kitleler, en sevdikleri sanatçılardan, her gün köşesini takip ettikleri gazetecilere hatta seçilmiş milletvekilleri ve parti/dernek temsilcilerine kadar herkesin hukuka aykırı usullerle tutuklandığını, faili meçhullere kurban gittiğine tanık oluyor. Türkiye tüm dünyada terörle suçlananların yarısına sahip olan bir cezaevine dönüşmüş halde. Ve insanlar, bir otobüs durağında puşiyle beklerken, sosyal medyada bir fotoğraf paylaşırken aynı hukuksuzluğun kendi başlarına gelmesinin an meselesi olduğunun farkında.
İşçiler, emekçiler örgütlenme ve sendikal mücadelelerin önündeki yasaklarla patronlar karşısında savunmasız bir hale getiriliyor. Başta İstanbul’da olmak üzere 1 Mayıs 2013’ten beri kent sakinleri hemen her gün biber gazını tatmaktan kaçamıyor. Kadınlar her gün en yakınındaki erkekler tarafından öldürülmeye devam ederken, devletin tek ilgilendiği kadınların bedenini nasıl kullanması gerektiği oluyor. Hükümet bir yandan kadınlara evlenip üç çocuk sahibi olmayı emrediyor. Diğer yandan kadınları esnek ve güvencesiz iş yaşamına mahkum ediyor. “Kadın istihdamı” adı altında sunulan aldatmaca aslında kadının çifte sömürüsünün allanıp pullanmasından ibaret. Ne yazık ki bunlar sadece sayılabilecek sorunlardan birkaçı…
Bunları yaratan koşullara baktığımızda ilk olarak AKP’nin, neoliberal ekonomik karşıdevrim saldırısını burjuvazinin genel çıkarları adına uygulayan bir hükümet olmasını görüyoruz. Bu neoliberal program dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltme amacını taşımakta. Politik düzlemde bunun anlamıysa yasama ve yargı karşısında yürütmenin güçlendirilmesi. Yürütme (hükümet) lehine bu güçlenme devlet aygıtının yüksek maliyetli kabul edilen tüm “yüklerinden” kurtarılması ve bürokratik yapının esnekleştirilmesi anlamına gelmekte.
Öte yandan son dönemde bu yüksek maliyetler yaşamın en özel alanlarına kadar sirayet etmeye başladı. Alkol yasası, başbakanın kılık kıyafet üzerine nutuk çekmesi gibi çoğaltılacak birçok örnek de buna tekabül ediyor. Doğrusal bir mantık üzerinden açıklanmaya çalışıldığında, örneğin alkol satışlarına saat ve uygulama sınırlarının çizilmesi, fahiş ÖTV vergilerinin konulduğu bir ürün için kapitalist rasyonelliğin dışına çıkıyor. Dolayısıyla salt ekonomik bir boyut, insanlarda biriken öfkeyi sağlayan koşulları açıklamada yetersiz kalıyor. Tıpkı kürtaj ve üç çocuk söylemlerinde olduğu gibi… Kadın bedeni üzerinden yürütülen politika da bir yandan nüfüs politikaları ve Kürt halkı üzerindeki baskının pekiştirilmesi ile doğrudan ilgiliyken öte yandan muhafazakârlığın bir sopa olarak aba altından gösterilmesi şeklinde karşımıza çıkıyor.
İkisini alt alta koyduğumuzda bunlar ne anlama geliyor? Gün gibi ortada ki, AKP hükümeti, sosyo-kültürel muhafazakârlığı her alanda, sonuna kadar kullanıyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de din ve gelenek kaynaklı muhafazakârlığı AKP hükümeti -aynı kendisinden önceki hükümetler gibi- sonuna kadar istismar ediyor. Amaçsa, neoliberal saldırı politikalarını uygulanabilir kılmak. Diğer bir ifadeyle neoliberal politikalar için dini motifler kullanarak kendini lütfeden konumuna getirerek, yaşam kalitesi standartlarını “normalleştirmek” ve hatta bunları bahşeden bir güç konumunda “yola devam edebilmek”.
Baştaki sorumuza geri dönüp, tüm bunlar doğrultusunda baktığımızda ve bu esnada hiçbir yeni adım atılmadığı gibi yeni saldırıların ve gözaltı dalgasının kapıda olduğunu gördüğümüzde, AKP hükümetinin bu gidişatı tersine çevirecek bir adım atmasını beklemek safdillik olur. Bugün bu maliyet eskisinden de ağır. Fakat eskisi gibi olmayan bir şey daha var. Hükümetin bu maliyeti ödememekte kararlı olduğu kadar kitleler de istediklerini alana kadar eve dönmemeye kararlı!
Yorumlar kapalıdır.