Ekonomi Gezi direnişine çarparsa…
Gezi Parkı’nın savunulması ile başlayan ve “hükümet istifa!” sloganı ile birçok kente sıçrayan Gezi Direnişi, AKP hükümetinin politik meşruiyetinin şiddetli bir biçimde sarsılmasına neden oldu. Öyle ki, iktidara geldiği günden bu yana emek sömürüsü ve baskı politikalarında ustalık maharetine erişmesine rağmen bu denli kitlesel bir tepkiyle karşılaşmamış AKP için son derece sıradan bir şey olan bir parkı yıkmak, bugüne dek birikmiş tüm öfkenin fitilini ateşledi.
Bu tepkinin neden bugün ortaya çıktığına ilişkin epeyce tartışma var elbette, ancak kesin olan şu ki bu direniş, bilhassa 80 askeri darbesini de içine alan uzunca bir süreç içerisinde korku ile büyütülmüş, geleceksizliğe mahkum edilmiş bir kuşağın yalan ve korku imparatorluğunu inşa eden bir hükümetin karşısına dikilmeye cüret etmesi ile büyümüştür. Ayaklanan kitleler bu cüreti nereden mi bulmuştur? Hâlâ durumu genç kuşağın psikolojisi ile açıklamaya çalışan toplum mühendisleri için daha açıklayıcı olmak gerekirse… Ekonomik büyümeye rağmen, esnek ve güvencesiz çalışma, temel çalışma düzeni haline getirilerek emekçilerin yoksulluğu derinleştirildi, Türkiye gelir dağılımında en adaletsiz ülkelerden birisi haline geldi. Demokratik hak ve özgürlükler ise, Terörle Mücadele Kanunu cenderesine hapsedildi, protesto gösterilerine karşı polisin uyguladığı vahşi devlet terörü olağan bir hâl aldı… Ne var ki kendisini siyaseten “ileri demokrat”, ekonomik olarak da “yükselen yıldız” olarak yutturan AKP rejiminin, halkın özgürlük mücadelesi karşısında maskesi Gezi direnişi ile düştü. Şimdi de ekonomideki foyası kapıya dayanan krizle ortaya çıkmaya başlıyor.
AKP ve otoriter rejimin gelip çattığı yer
AKP, 2001 kriziyle enkaz haline gelmiş Türkiye ekonomisini IMF-Kemal Derviş’in borçlandırma, özelleştirme ve yoksullaştırmaya dayalı acı reçetesiyle “toparlanması” sonucunda devralmıştı. Bu partinin sermaye sahiplerine en önemli taahhütü ise, ekonomik istikrar söylemine dayalı neoliberal ekonomik rejimin tesisi ve ona engel teşkil edebilecek bürokratik aparatların ortadan kaldırılması/dönüştürülmesi idi. Tabii AB ile ilişkiler çerçevesinde demokratik gericilik politikaları aracılığıyla kitleleri manipüle etme ve bu minvalde Kürt halkının seferberliğini durdurma temelinde vuku bulan ‘çözüm’ projesini bir kenara yazalım. Fakat bu sözde demokrat görünümünü daha fazla idare edemeyecek pozisyona gelen hükümeti ekonomik açıdan zor günler bekliyor. Neredeyse tüm demagojisini üzerine kurduğu ‘Güçlü Türkiye güçlü ekonomi’ hedefi zemin kaybediyor. Haziran ayında doların fırlaması ve borsanın düşmesiyle gerçekleşen sarsıntı, Gezi olayları arasında unutulsa da aslında bu durum daha büyük bir depremin, Türkiye’yi bekleyen ekonomik krizin habercisi.
Yalan imparatorluğunun ekonomik zemini çöküyor!
AKP, 2002 yılında iktidara geldiğinde pürüzleri giderilmiş bir bütçe ve bir bankacılık sistemi devraldığında 130 milyar dolar dış borç yükü vardı. 10 yıllık iktidarının sonunda dış borcun ulaştığı boyut 337 milyar dolar. Yani Türkiye’nin dış borcu, milli gelirinin yüzde 42,5’una kadar çıkmış durumda. IMF ile borçlarımızı sıfırladık diye övünen hükümet ne yazık ki IMF borcunun dış borcun sadece küçük bir kısmı olduğunu söylemekten imtina ediyor.
2008 krizini teğet geçti diyerek savuşturan hükümetin ekonomik mucizesi dış kaynağa bağımlı, iç tüketime dayanan, ihracatı ihmal eden, toplamdaki payı yüzde 68’i bulan dolaylı vergileri arttıran, eğitimden sağlığa kamu hizmetlerini piyasalaştırarak kentlerin rant bölgesi haline getirilmesi hamlelerine dayanıyor. Buna paralel olarak derinleşen gelir eşitsizliği içinde alt-orta sınıfları borçlandırma politikası işliyor. Bankalara tüketici kredisi borcu bulunanların sayısında AKP döneminde patlama yaşandı. 2003 yılında bankalara 2,4 milyon kişinin tüketici kredisi borcu bulunuyordu. 2012 sonu itibariyle bu sayı 13,2 milyon kişiye ulaşmış durumda.
İşte bu borç sarmalı içerisinde Haziran ayında Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) para politikalarını sıkılaştırarak sıfıra yakın faizle dağıttığı kredileri şimdi cazip bir faizle toplayacağını açıklaması piyasalarda deprem etkisi yarattı. Bunun üzerine borsalar yüzde 22 değer kaybetti, dolar fırladı. Bu hem ekonomik istikrarın güvencesi olarak görülen yabancı sermayenin Türkiye’den elini ayağını çekmesi anlamına geliyor ki, hükümet Gezi sürecinde aldığı tavırla zaten en güvendiği müttefikleri AB ve ABD’yi karşısına alarak buna zemin hazırladı. Hem de Türkiye’nin önümüzdeki 12 ayda geri ödemesi gereken 155 milyar dolar borcuna ek olarak döviz dengesinde oluşan 45 milyar dolarlık açığı (cari açık) kapatması gerekiyor. Bu ekonomide küçülmenin yaşanacağı Türkiye’yi büyük bir krizin beklediği bir döneme gireceğimiz anlamına geliyor.
Hatırlayalım, aynı durum krizin patlak verdiği 2008 sonbaharında yaşandığında hükümet o dönem çareyi bütçeden kesinti yapmakta bulmuştu. Bütçeden vergi teşviki, ucuz kredi, kurtarma simidi için harcamalar yaptı. İşsizlik Fonu tırtıklandı. Sonuçta, kamu kaynakları, devrilen ekonomiyi yoluna koymak için harcadı. Patronlar ücretleri kıstı, çıkardıkları işçinin işini ötekilere yaptırdı. Sömürü arttı. Ve 2008 krizi teğet geçti… Tarih tekerrür ediyor, evet, ilkinde dram olarak yaşanan bu kez trajediye döneceğe benziyor!
Bu daha başlangıç…!
Evet, kriz zamanlarında sermayedarlar bir şekilde çıkış yolu bulurken olan işçilere oluyor. 2001’de, 2008’de toplu işten çıkarmalara, ücret indirimlerine, zamsız çalışmaya ve birçok haksızlığa maruz kalmıştık. Patronların “aynı gemideyiz” masalları bu dönemde de tekrar edeceğe benziyor. Ancak bugün geçmişten farklı olarak Gezi direnişi ile birlikte durmayı, iktidara karşı tek vücut olmayı öğrendik. Bundan sonrası için de saldırılara karşı durmak örgütlülüğümüzü güçlendirmekten, iş yerlerimizde, mahallemizde birlik olmaktan geçiyor.
Yorumlar kapalıdır.