Putin’in bütün diplomatik ve askeri güç gösterilerine karşın Rusya ekonomisi hızla derin bir krize doğru sürükleniyor. Rusya’nın ulusal gelirinin %68’inin bağımlı olduğu petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş, ABD ile Avrupa Birliği’nin Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçılarla işbirliği yapması nedeniyle büyük Rus şirketlerine uygulamakta olduğu yaptırımlarla birleşince, ülkeden dışarı doğru ciddi bir sermaye kaçışı başlamış durumda. Rusya merkez bankasının bu kanamayı durdurmak için faiz oranlarını %17 düzeyine kadar yükseltmesi bile durumu düzeltebilmiş değil. Tam tersine Rus rublesi, 1998 krizinden bu yana yaşadığı en ciddi değer kaybıyla karşı karşıya: 2014 Aralık ayı ortalarında sadece iki gün içinde dolar ve avro karşısında %25 değer kaybına uğradı. Bütün bir yıl içinde Rusya halkının satın alma gücü yarı yarıya düşmüş durumda.
Dünya kamuoyunda Rusya’nın ABD ve AB karşısında yeni bir emperyalist güç (Çin ile birlikte) haline gelmekte olduğu kanılarının yaygınlaştığı bir dönemde ekonomisinin “yıkımın eşiğine sürüklenmesi” (bu deyiş Rus ekonomi yetkililerine ait) bazı çevrelerde, özellikle de Chavezci XXI. Yüzyıl sosyalizmi taraftarları arasında şaşkınlık, hatta “üzüntü” yaratmışa benziyor. Bu çevreler krizi esas olarak ABD ve AB’nin emperyalist yaptırımlarına bağlıyorlar. Kuşkusuz bu yaptırımların ve dünya piyasalarındaki petrol fiyatı düşüşlerinin Rus ekonomisi (ve başka petrole bağımlı ekonomiler) üzerindeki etkisi önemli; ama bu etmenler esas olarak dünya kapitalizmine bağımlı bir ekonominin derinlerinde yatan krizin sadece yüzeye çıkmasına neden oluyor, yoksa bizzat krizin kendisine değil.
Rusya’nın ekonomisi esasen daha 1989 öncesinde, yani henüz SSCB iken felce uğramış durumdaydı. Sovyet bürokrasisinin, “tek ülkede sosyalizm”, “emperyalizm ile barış içinde birlikte yaşama”, “kapitalizmi ekonomik yarışma içinde yenme” gibi politikaları, sonuçta sadece büyük Rus devrimini sosyalizme doğru ilerleme yolundan saptırmakla kalmamış, tüm dünya ölçeğindeki devrimci mücadeleleri frenlemenin yöntemi haline gelmişti. Sonuçta tek tek ülkelerin sınırları içine hapsolan sanayileşme ve teknolojik ilerleme hamleleri, bir dünya sistemi olan kapitalizmin piyasa koşullarına esir düşmüş ve uzun bir tıkanma ve gerileme evresine girmişti. Bunun sonucunda Stalinist bürokrasi ayrıcalıklarını koruyabilmenin yolunu sosyalist inşadan arta kalan tüm temelleri yıkarak dünya kapitalizmiyle bütünleşmekte aramaya başlamıştı. SSCB böylece dağılmış, sağa sola saçılan eski işçi devletleri hızla emperyalizmin doğrudan etki alanına girmiş, çoğu birer yarı sömürge durumuna düşmüş ve parti ve devlet bürokrasileri de emperyalizmle birlikte ülke kaynaklarına özelleştirmeler yoluyla el koyarak kendilerini birer yeni burjuva sınıfı haline dönüştürmeye koyulmuşlardı.
Bu eski işçi devletleri arasında nüfus, coğrafya, askeri olanaklar ve ulusal gelir açışından en güçlü olanı elbette Rusya. Ama artık sanayisi büyük ölçüde tahrip olmuş ve ekonomisi neredeyse tamamen tek ürüne (petrol ve gaz) bağımlı hale gelmiş durumda. Bankalarının dış borç tutarı 192 milyar dolar düzeyine, buna karşılık merkez bankasının elinde ödeme yükümlülüklerini karşılayacak dolar yok. Rublenin son değer kaybıyla birlikte ek 22 milyar dolarlık bir dış borç fazlası eklenmiş halde. Ülkenin 2015-2017 bütçesi esas olarak petrolün varil fiyatının 100 dolar olması üzerinden hazırlanmış, ama 70 dolar civarında dolanan varil fiyatları bu bütçenin gerçekleşmesini olanaksız kılıyor. Dolayısıyla Rusya merkez bankası gelecek iki yıl için ekonomide sıfır büyüme tahmini yapıyor ve hükümete bütçede %10 dolayında kesinti yapmasını tavsiye diyor. Bankanın hesaplarına göre 2014 yılı içinde yurt dışına taşınan dış sermayenin tutarı 128 milyar dolar düzeyinde ve bu rakamın gelecek yıl gene 100 milyar doların üzerine olacağı öngörülüyor.
Yani Rus ekonomisi tek ürüne ve esas olarak yabancı sermaye yatırımlarına dayalı, onun aracılığıyla da emperyalizme bağımlı bir yapıya sahip. Üstelik gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkelerden birisi Rusya. Petrol ve gaz sanayisinin bulunduğu büyük kentlerde, zengin semtler ile yoksul bölgeler arasındaki eşitsizlik son derece çarpıcı düzeyde. Bu tip bir sanayinin bulunmadığı kentler ve bölgeler ise kendi kaderlerine terk edilmiş halde. Uluslararası istatistiklere göre halkın yüzde yirmisi yoksulluk düzeyinin altında yaşam mücadelesi veriyor.
Putin yönetimi her türlü muhalefeti daha başından itibaren şiddet yoluyla bastırarak ayakta kalmaya çalışıyor. Ülkenin ekonomik ve ticari olanaklarını da, eski SSCB’nin etki alanını kendi nüfuz bölgesi haline dönüştürmeye çalışarak korumayı amaçlıyor. Rusya burjuvazisinin bu yayılmacı politikasında elinde iki silahı bulunuyor: petrol ve doğal gaz kaynakları ile eski Sovyet imparatorluğu döneminde birliğin her tarafına yayılmış olan Rus asıllılar ile ana dil olarak Rusçanın kabul ettirildiği halk kesimlerinin Rus milliyetçiliği. Bu iki silah Rus hükümetinin çevre ülkeler üzerinde baskı kurmasına olanak sağlıyor ve ülkeyi zaman zaman silahlı çatışmalara sürüklüyor.
Rusya’nın bu yöntemlerle bölgesel ve yayılmacı bir güç olmaya yönelmesi kuşkusuz onu özellikle ABD emperyalizmi ve Avrupa Birliği ile kimi sürtüşmelere sokuyor. Ne var ki, bu ne iki emperyalist güç arasındaki bir çekişme, ne de eski SSCB ile ABD arasında yaşanmış olan iki farklı sistem çatışması. Bu nedenle yeni bir “soğuk savaştan” söz etmek mümkün değil. Rusya emperyalizme bağımlı, ekonomik olanakları görece yetersiz ve dış sermaye yatırımlarına muhtaç bir ülke. ABD ve AB’nin Ukrayna sorunu nedeniyle onu ekonomik yaptırımlarla kolaylıkla “cezalandırabilesi” onun bu niteliğini açıkça kanıtlıyor.
Putin rejimi Rus burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda bölgesel güç olma çabalarından elbette vaz geçmeyecektir. Ama onun bu yoldaki olanakları, emperyalizmin bölge üzerindeki genel planlarının ve acil çıkarlarının çerçevesiyle sınırlı kalacaktır. Bu durumu, Türkiye’nin Kuzey ve Doğu ülkelerine yönelik emelleriyle birlikte ele aldığımızda, 2015’te Kafkasya ve Orta Asya’da sıcak gelişmelerin yaşanacağını söyleyebiliriz.
Yorumlar kapalıdır.