Düyun-ı Umumiye kıskacında Yunanistan: İlk sonuçlar, ilk dersler…

SYRIZA hükümeti AB “Troykasının”, yani aslında öncelikle Alman emperyalizminin bütün şartlarını kabul etti. Hem de Troyka’nın önerdiği “kemer sıkma” programının Yunanistan emekçileri tarafından yüzde 61’le reddedildiği bir referandumun ardından! Üstelik kabul edilen koşullar referandumda reddedilenlerden daha da ağır…

Elbette söylenecek çok şey var. Olay henüz çok “sıcak” olsa da bir yerden başlamak lazım. Hiç de solcu falan olmayan bazı gazeteler isabetli bir benzetmeyle haberin üzerine “Yunanistan’a Düyun-ı Umumiye” başlığını atmışlar. Mâlum, Türkçesi “genel borçlar” anlamına gelen Düyun-ı Umumiye, artık borçlarını ödeyemez hale gelerek iflas eden Osmanlı’nın borçlarını ödeyebilmesi amacıyla 20 Aralık 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi’nin ardından alacaklılar tarafından oluşturulan kurumun adıdır. Esası, borçların ödenmesi için ayrılan devlet gelirlerinin alacaklılar tarafından seçilen bir meclis tarafından yönetilmesine dayanır. (Duyun-ı Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi) Meclisin görevi, borç ödemelerine ayrılan tuz, balık avı, pul, ipek, tütün, alkol vergileriyle damga resmi gibi gelirleri alacaklıların çıkarlarına uygun biçimde yönetmekti. Bu gelirlerin en önemlisi olan ve bandrol yoluyla alınan tütün vergisi gelirinin artırılması için kurulan ünlü Tütün Rejisi, faaliyetlerini yürütebilmek ve her türlü kaçağı engellemek için yıllar boyunca yüzlerce köylünün kanını döken, işkence yapan ve silahlı kolculardan oluşan bir örgüt de oluşturmuştu. Sadece borçlarla ilgilenmenin ötesinde bütün bir mali sistem ve ekonomik-mali imtiyazların dağıtımı üzerinde de hâkimiyet kuran Düyun-ı Umumiye İdaresi, Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesinin de sembolüdür.

Şimdi de Yunanistan…

Şimdi aynı borç ödetme ve mali yönetim tarzı Yunanistan için de geçerli. Bu nedenle Düyun-ı Umumiye benzetmesi “cuk” oturmuş. Bu bir “solcu abartması” falan değil. Milliyet gazetesi haberinde, Yunanistan’ın büyük tavizler vererek bağımsızlığının büyük kısmını AB’ye teslim ettiği; Yunan halkının referandumda “hayır” dediklerinden de beter şartların yer aldığı anlaşmada AB, IMF, Avrupa Merkez Bankası’nın hükümeti denetleme yetkisi ve borçların ödenmesi için ülkenin en değerli kamu varlıklarının bir fona devredilmesi gibi maddeler var. Yabancı “kreditörlerin” denetimi altında çalışacak bu 50 milyar euro’luk fonun amacı, kamu varlıklarının özelleştirilerek satılması ve bu yolla borçların ödenmesi. Üstelik Yunanistan bu fona müdahale edemeyecek. Kapsamına “uzmanların” karar vereceği fon, öncelikle dış borçların ödenmesinden ve Yunan bankalarının “sermayelendirilmesinden” sorumlu olacak. Tabii, bu arada bir “jest” olarak fon gelirlerinden 12,5 milyar euro’luk bir bölüm de Yunanistan’daki yatırımlara harcanacak! Zirve boyunca Almanya’nın özelleştirmeler için bağımsız bir dış fon için bastırdığı ve Luxemburg’da kurulmasını istediği bu fonun son anda Yunanistan’da kurulmasına karar verildiği (!) belirtiliyor. Ayrıca Yunanistan borçların ödenmesi için ne yaparsa yapsın hiçbir biçimde, kısmi de olsa bir borç silinmesine gidilmeyecek. Kısaca, mesele öyle “kemer sıkmanın”, ücret düşürmelerin, bütçe kesintilerinin, emeklilik yaşının yükseltilmesinin ve özelleştirmelerin çok ötesinde; “rutin” neoliberalleştirme kurallarını aşan bir durum söz konusu. “Emperyalist sisteme bağımlılık” türü olağan bir halin, hatta bir nevi ticari veya mali “sömürgeleşme”nin ötesinde Yunanistan’ın, bir yarı sömürgeleşme sürecine sokulmak istendiği görülüyor. Alman emperyalizminin başını çektiği AB burjuvazisi, benzer ülkeler için bir örnek oluşturmamaları için en acımasız yüzüyle Yunanistan emekçilerinin karşısına çıkıyor. Üstelik asıl sorunun Yunanistan’ın kendini toparlaması falan değil, sadece borçlarını ödemesi olduğu; zaten bu yarı sömürgeci yöntemlerle bir ülkenin ekonomisinin gerçekten toparlanamayacağını herkes biliyor. “İlgililer” ve “uzmanlar” meselenin bir-iki yılda halledilemeyeceğini, bu durumun çok uzun yıllar boyunca süreceğini saklama ihtiyacını bile duymuyorlar. “Gizli” bir IMF raporunda Avrupa ülkelerinden Yunanistan’a ilk 30 yılı geri ödemesiz borç vermeleri, mevcut borçların daha da uzun vadeye yaymaları tavsiye edilirken, bunların yapılmaması halinde Yunan bütçesine her yıl destek verilmesinin gerekeceği belirtildi. Bu iki seçeneğin de uygulanmaması halinde Atina’ya verilen borçların “önden yüklemeli olarak büyük ölçekte” azaltılması gerektiği ifade ediliyor. Bu “iyi niyetli” tavsiyelerden bile yapılan anlaşmanın “Yunanistan’ın kurtarılması” ile hiçbir ilişkisinin olmadığı anlaşılıyor. Neticede krizin bedeli, borçları mideye indirenlere değil, Yunanlı emekçilere ödetilmek isteniyor; üstelik direnme gösterdikleri için eskisinden daha ağır şartlarla ve tam bir “ekonomik-mali terör” yoluyla…

Dersler…

Elbette bütün bunlardan bazı dersler çıkarılması gerekiyor:

AB mali sermayesi, uluslararası mali sermayenin bütün öteki bölükleri gibi dünya emekçilerinin bir numaralı düşmanıdır. Liberallerin, sol liberallerin, reformistlerin ve de radikal demokratların bunca yıllık iddialarının aksine AB demokrasinin garantisi falan değil, aksine düşmanıdır. AB demokrasisi Yunanistan örneğinde görüldüğü üzere mali sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda ne demokratik referandum, ne de halk iradesi tanımaktadır; o, emperyalist bir demokrasiden başka bir şey değildir.

AB üyeliği, çoklarının zannettiği üzere “kefeni yırtmanın” ve “mutluluğun” yolu değildir. Aksine AB’nin büyük bir krize rağmen, sadece finans kapitalin yararına olduğu için uygulamaya çalıştığı neoliberal-serbest piyasacı ekonomi politikalarının ve mali-parasal kuralların dışına çıkarak en azından krizi yönetebilmek mümkündür. Ancak Almanya’nın bekçiliğini yaptığı ve en başta kendisine yarayan parasal-mali kurallarla pek çok ülkede kriz daha da ağırlaşmaktadır. Ayrıca AB üyeliği, pek çok durumda emekçiler için yasal ve fiili hak kayıplarının garantisi de değildir. AB üyesi ülkelerde işçi sınıfının çalışma koşulları uzun yıllardır tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi giderek kötüleşmiştir.

Yine birilerinin iddia ettiği üzere sınıf mücadeleleri sona ermemiş, aksine krizle birlikte daha da şiddetlenmiştir. Yunanistan’a yönelik saldırı aynı zamanda, ülke emekçilerinin çok sayıda genel grevle desteklenen ve bu aşamada SYRIZA iktidarına yol açan sınıf mücadelesinin ezilmesine yöneliktir. AB emperyalizminin saldırısı, kendisine direnen Yunanlı emekçilerin burunlarını sürtmeyi, en “reformist” umutlarını dahi söndürmeyi, hatta reformist de olsa kitle hareketinde canlanmaya yol açabilecek sol bir alternatifi, sadece Yunanistan için değil, bütün Avrupa için geçersiz kılmayı amaçlamaktadır. Reformistlerin sınıf mücadelesinden vazgeçmesi, burjuvazinin de vazgeçeceği anlamına gelmemekte, tersine kriz dönemlerinde burjuvazinin saldırısı, işçi sınıfının geri durduğu veya tereddüt gösterdiği oranda şiddetlenmektedir.

Devrimci sınıf mücadelesinin ve iktidar hedefinin “modası” geçmemiştir. Yunanistan’da yaşananlar devrimci çözümlerin, reformist çözümlerden çok daha gerçekçi olduğunu ortaya koymuştur. Mesela Troyka şartlarının yüzde 61’lik oy oranıyla reddedildiği referandumun ardından batmakta olan bankaların çalışanların denetiminde kamulaştırılması ve borçların ödenmesinin reddedilmesi gibi tedbirlerin, benzer durumdaki Avrupa ülkelerinde yaratacağı etki düşünüldüğünde, bugün kabul edilen şartlardan çok daha etkili ve gerçekçi olacağı kesindir. Bunu söylerken, Yunan halkının bir sosyalist devrimi dört gözle beklediği ve buna her an hazır olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak Yunanlı emekçilerin, programına inanarak destek verdikleri bir siyasi önderliğin iktidara geldikten sonra, hele ki büyük bir referandum zaferinin ardından Yunanlı emekçileri, en azından kendi kabul görmüş vaatleri doğrultusunda eğitmesi, örgütlemesi ve harekete geçirmesi gerekirdi. Ancak göründüğü kadarıyla SYRIZA, iflası ve kuvvetle muhtemel parçalanması pahasına kapitalizmin gerçekleri adına teslim olmayı seçmiştir.

Reformistlerin, sol liberallerin ve radikal demokratların sınıf uzlaşmacılığına, genişletilmiş liberal demokrasiye, “kimliklerin eklemlenmesine”, “çoğulculuğa” ve “yerelliklere” dayalı hayalleri kapitalist emperyalizmin egemen olduğu bir dünya gerçeği karşısında kolaylıkla tuz-buz olacaktır. Sınıf iktidarı, devletin sınıf karakteri gibi sorunlar Marksizm tarafından uydurulmuş hikâyeler değil, evrensel ve dünyevi gerçeklerdir; bunu en iyi burjuvazi bilmekte ve bu nedenle sizin vazgeçmeniz durumunda bile sınıf mücadelesinden ve devlet iktidarından vaz geçmemektedir.

Bir başka ders ise “devrimin” ve elbette “karşıdevrimin” bize zannettiğimizden çok daha “yakın” olduğudur. Mesela Yunanistan’da var olan şartlarda yükselebilecek bir emekçi kitle hareketinin harekete geçireceği dinamikler, ülkeyi kısa sürede bir ön-devrimci, hatta iktidarı hedefleyen bir önderliğin varlığı halinde devrimci bir durumun eşiğine getirebilir. Elbette aynı durum bir karşıdevrim sürecini de harekete geçirecektir. Karşıdevrimlerin geri çekilen veya kararsızlığa düşen kitle mücadelelerini ve devrimci dalgaları takip ettiğini düşünürsek Yunanistan’da başta “Altın Şafak” olmak üzere, “sivil” veya “devletlû” karşıdevrim güçlerinin hem geçmiş, hem de muhtemel performansları üzerine kafa yormakta fayda vardır. Bütün bunların sonucu olarak, günümüzde insanlığın krizinin esasında proletaryanın önderlik krizine indirgenebileceğini büyük bir güvenle söyleyebiliriz.

Günümüzün “küresel-neoliberal” dünyasında, tamamlanmış anlamıyla bırakın “tek ülkede sosyalizmi”, işçi sınıfı yararına “tek ülkede reform” yapmanın bile nerdeyse imkânsız olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Diğer Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının desteği ve Avrupa burjuvazisi üzerindeki baskısı olmadan Yunanlı emekçilerin nefes alması bile zordur. Ancak bu desteği harekete geçirecek olan da öncelikle Yunanistan işçi sınıfının mücadelesi olacaktır; üstelik bu defa, çok daha gerçekçi bir biçimde ve büyük kapitalist işletmelere, bankalara el koyma ve borçların ödenmesini reddetme hedefiyle.

Bu arada, pek çok kavram gibi “bol keseden” harcadığımız “yarı sömürge” kavramı üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Henüz sadece “ucu” görünmüş olsa da Yunanistan’da yaşananlara bakarak “Yarı sömürgeleşmenin” emperyalizmin egemenliğindeki bir dünya ekonomisi içinde, diğer bağımlılık türlerinden farklı bir yeri olduğunu, kavramın sadece ekonomi ve maliyeyle sınırlanamayacak bir politik nitelik taşıdığını ve her şeyden önce diğerler ekonomik-mali ve siyasi bağımlılık türlerine benzemeyen bir “egemenlik kaybına” denk geldiğini anlayabiliriz.

Son olarak Yunanistan krizi, SYRIZA türü iktidarlar, onların ideolojik, teorik, politik, toplumsal temelleri ve kapasiteleri üzerinde uzun uzun düşünülmesini gerekli kılmaktadır. Büyük krizler hemen her zaman devlet iktidarı sorununu gündeme getirir. Bu sorunun çözümüne hazır olmayan güçlerin hiçbir şansı yoktur.

Yazıyı bitirirken SYRIZA’nın yükselişi ve iktidara gelişi sürecinde onu Marksizme, sınıfçı politikalara alternatif bir model olarak selamlayanların son gelişmeler üzerine aydınlatıcı açıklama ve analizlerini merak ettiğimizi belirtelim…

Yorumlar kapalıdır.