“Kara Üçleme: Hayat Berbat, Güneş Bize Haram, Ecel Terleri!”

Bu başlık, Fransız yazar Leo Malet’nin “Kara Üçlemesi”ndeki romanların adlarından alınmıştır ve hepsi Türkiye’nin yakın-uzak siyasal ve toplumsal tarihinin ana başlıkları gibidir. Bugün de, memleketin geleceğine dair bir umut beslememize yol açan ne varsa, her türlü kirli, karanlık ve kanlı ilişki ve tezgâhın politik ifadesi durumundaki bir iktidarın saldırısı altındadır. Hayatımız artık iyiden iyiye bir “kara roman” konusu haline gelmiştir…

***

En karamsar öngörülerin, kanlı-karanlık tahminleri fena halde tutmaya, isabet kaydetmeye başladığı günlerdeyiz. Her şey o kadar “kör kör gözüm parmağına” misali seyrediyor ki, insan, “yok artık o kadar da değil!” sözünü aklından bile geçiremediği gibi, “acaba çok mu iyimserim!” endişesine kapılıyor. Hemen herkes olacakları tahmin ve öngörme konusundaki başarısını kendi ideolojik-teorik-politik ferasetine yorsa da, kabul etmek gerekir ki bunu her şeyden önce, hatta neredeyse sadece iktidardaki şahsa borçluyuz! Bu ülke, bugüne kadar böyle açık sözlüsünü, niyetini bu denli net ortaya koyanını, böyle “kör kör gözüm parmağına” gidenini görmedi. Kendimizi bildik bileli, Türkiye’de siyaset denilince hemen her şey üstü örtülü dolaplara, tezgâh, komplo ve manevralara bağlanır, ancak en azından son birkaç yıldır her şey apaçık yaşanıyor. RTE, söylediklerini tevil yoluyla yenip yutulur hale getirmeye çalışan hempalarını bile tersleyip bozum ederek niyetinin aynen söylediği gibi olduğunu ifade ediyor. Kabul etmek gerekir ki RTE, memleket siyasetine bir nevi “doğruluk ve dürüstlük” getirmiştir. Ne kadar endişelensek yeridir!

İftira mı?

Ortada “Başkan”ın niyetleri konusunda kötü bir “okuma” veya müzmin muhaliflikten kaynaklı bir “iftira” durumu yok. Eminiz, çünkü her şey apaçık ortada. Adam ne demişse açık açık yapıyor; ne yapmışsa açık açık söylüyor! Uygulamaya konulan çatışma politikasının, dışarıya yönelik IŞİD bahanesi bir yana, esas olarak Kürt siyasi hareketini hedeflediği çok açık. Hatta IŞİD’i unuttuk bile! Gerçi yurtiçi ve yurtdışı hava ve kara bombardımanlarına bakıp, “yahu otuz yıl boyunca Kürtleri bombaladınız, hiçbir işe yaramadı, hâlâ mı ders almadınız!” demek de mümkün. Ancak, bunu yapanlar da yaptıranlar da biliyor. Bu nedenle öncelikli amaç, yeni bir seçim sürecinde, daha öncekinde bütün “başkanlık” planlarını bozan HDP’nin ciddi biçimde izole edilip geriletilmesi, diz çöktürülmesi, hatta mümkünse defterinin dürülmesi; taraftar ve seçmen kitlesinin sistematik bir devlet terörüyle pasifize edilmesi; askeri planda daha avantajlı bir konum kazanarak PKK’nin sıkıştırılıp kuşatılması. Böylece iyice güçten düşmüş ve kolay teslim alabileceği bir muhatap yaratmak; başarı ölçüsünde de kendi istediği muhatapları, yani “kendi Kürtlerini” sürece dâhil edip ön plana çıkarmak. Ayrıca çok da öfkeliler: Bakın Yalçın Akdoğan da söyledi, Reisicumhur’un barış sürecini bitirme nedeni Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız!” sözüymüş. Tabii, bu kişisel bir öfke ve hırsın ötesinde bir durum; bir dizi başka kayıplara ve de felâketlere yol açabilecek bir seçim yenilgisinin, bu aşamada öncelikle, savaş dâhil her yola başvurularak telafi edilmesi. Yoksa 90’ların o malûm usulleriyle yenilip yok edilemeyen PKK’nin bugün, hem de bölge çapında büyük bir ulusal-toplumsal-siyasal harekete dönüşmüş haliyle “normal” şartlarda kesin bir yenilgiye uğratılıp yok edilemeyeceğini, silah falan bırakmayacağını herkes biliyor.

Savaş strateji mi, taktik mi?

Başbakan’ın “Öyle nokta operasyonlarıyla kalmayacağız, bu bir süreçtir!” demesine rağmen, Kürdistan savaşının daha önceki dönemlerde siyasal açıdan yol açtığı sonuçlar düşünüldüğünde, bu “stratejik” lâfların yine de “taktiksel” sınırlar içinde kalacağı, iktidar sahiplerinin akıllarını oynatmadıkları sürece öyle kalması gerektiği düşünülebilir. Ancak… Evet, bu noktada “ancak” ile başlayan pek çok cümle kurabiliriz. Mesela, bu savaşın yine taktik sınırlar içinde tutulmak şartıyla anayasal veya fiili bir başkanlık rejiminin üzerinde var olacağı bir “dehşet dengesinin” ekseni haline getirilebileceğini, ancak bütün dehşet dengeleri gibi bir yerinden bozulup kontrolden çıkması halinde stratejik bir savaşa dönüşebileceği söylenebilir. Ayrıca, öncelik bugün için seçimlerde olsa da bu “taktiklerin” seçim sonrası güç hesapları ile ilişkisi unutulmamalıdır. Bu durumda HDP’nin yasal ve/veya fiziksel zor yoluyla geriletilmesi, izole edilmesi veya tasfiyesinin ardından hiçbir şey olmamış gibi yeni bir dönemin açılabileceğini; mesela PKK’nin kendisine dayatılacak kadere razı olacağı yeni bir “normale” geçiş yapılabileceğini kim söyleyebilir.

Sonuç olarak bu tür taktik girişimlerin, aynı pek çok “anız yakma” işinde olduğu gibi, rüzgârın hız ve yön değiştirmesiyle bir orman veya köy yangınına dönüşmesi ihtimalini gözden kaçırmamak gerekir.

Sakinleşir mi?

Bu “taktik” savaşa ilişkin, RTE’nin en azından şu an itibariyle anayasal başkanlık ihtimali olmasa da kendisine fiili bir başkanlık sağlayacak ve işleri kontrol altında tutma imkânı verecek bir seçim zaferi ile yetinebileceğini, bunun kendisini sakinleştirebileceğini düşünmek de mümkün. Ancak bu gerçekçi bir düşünce olmaz. Bunun birkaç nedeni var. Birinci neden, Erdoğan’ın ve temsil ettiği devletin çözümden anladığı, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, özerkliğe ilişkin bütün temel talepleri reddedilen Kürt siyasi hareketinin süreç içinde tasfiyesi, en azından diz çöktürülmesi ve sorunun kendi koyduğu kurallar dâhilinde ve kendi Kürtleri ile çözülmesidir. Ancak bu bugüne kadar mümkün olmamıştır. İktidarın beklentilerinin tersine Kürt siyasi hareketi, Türkiye çapında yer yer kendi sınırlarını da aşarak gelişirken, daha önce yarısı AKP’ye giden Kürt oylarının da neredeyse tamamını alarak barajı aşmış, %13’lük bir oy oranına ulaşmıştır. Daha seçimlerden önce bu durumun farkına varan ve çözümden bir “kâr” sağlayamayacağını anlayan RTE, “oturma düzeni” konusunda bile arabuluculuk yaptığı, elbette her satırından haberdar olduğu ve kendi adamları tarafından imzalanıp açıklanan Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımadığını; ortada bir masa falan olmadığını, zaten böyle bir masanın devleti yok sayacağını ilan ederek çözüm sürecini bitirmiştir. Ayrıca İmralı görüşmeleri nisan ayında, yani seçimlerden aşağı yukarı iki ay önce kesilmiş ve Öcalan’ın her türlü görüşme imkânı ortadan kaldırılmıştır. Benzer taktiklerin daha önce de uygulandığı (Bak: 2011 seçimleri), esasen Türk-İslam milliyetçiliğinin teveccühüne yönelik olduğu, kanlı birtakım neticelerine rağmen seçimlerle sınırlı kalacağından söz edilebilir. Zaten fazla bir şeyler vermemek şartıyla en nihayetinde “çözüm” de bir zorunluluktur. Bu, günümüz güç dengeleriyle uyumlu ve sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceği gerçeği ile harmanlanmış bir “devlet aklıyla” da bağlantılı mantıklı bir düşüncedir. Ancak o devlet aklının bazen nasıl bir akılsızlığa dönüştüğünü veya “Osmanlı’da oyun çok!” geleneğiyle bütünleştiğini unutmamak gerekir.

Üstelik seçimlerden önce başlatılan HDP karşıtı kampanyanın, öyle haşin laflarla kalmayıp yüzlerce kanlı saldırı ve provokasyona dönüştüğü de unutulmasın. HDP ve Kürt siyasi hareketinin olağanüstü sabrı ve soğukkanlılığı sayesinde başarıya ulaşamayan beklenti, yeni bir seçim ve ikinci başkanlık hamlesi bağlamında yeniden huzurlarımızdadır. Bizce nispeten kabataslak hali daha da eskiye dayanan bu plan, çeşitli ihtimaller gözetilerek seçimlerden önce iyice şekillendirilmiş ve 8 Haziran sabahından itibaren yürürlüğe konulmuştur. Buna “ikinci başkanlık savaşı” adını da verebiliriz. Hemen her zaman olduğu gibi Kürt meselesi ekseninde yürütülecek savaşın gerekçe ve bahanesi, yine her zaman olduğu gibi “terör”dür. Ancak bu defa işin içine IŞİD de dâhil olmuştur. Ancak “Terör”ün IŞİD boyutunun aslında dışarıya, yani işin uluslararası yönüne ilişkin yararlı ve kullanışlı bir “görüntü” olduğu kısa zamanda anlaşılmıştır. ABD’nin baskılarına rağmen hükümetin esas hedefinin IŞİD falan değil, Kuzey’deki ve Rojava’daki Kürt siyasi güçleri olduğu ayan beyan ortadadır. İşin vahim tarafı, daha sonra olup bitenlerin, daha haftası dolmadan başlayan savaşın ve yürürlüğe konan kampanyanın ışığında, Suruç olayında asıl failin, maşa bir IŞİD elemanı gibi görünse de, çok daha “tanıdık” bir çevreden olma ihtimalidir. Demirtaş, bu nedenle saraya bağlı bir “özel örgütten” söz etmektedir. Bütün bunların yanı sıra, IŞİD’e yönelik operasyonların bir nevi komedi biçiminde yürütülmesi de IŞİD’in, tekfirci bir ruh hali veya hesaplı bir amaçla bir yerleri patlatmadığı sürece, sorunun unutulabilecek veya ihmal edilebilecek bir unsuruna, devlet terörünün dışa dönük örtüsüne ve gerekçesine dönüşeceğini göstermektedir.

Kısacası çatışmanın yeniden başlatılmasının nedeni IŞİD eylemleri veya “Apocu Fedailerin” iki polisi öldürmesi falan değil, bütün bağlantılı konu, neden ve amaçlarıyla birlikte bir başkanlık rejimi hedefidir. Üstelik bu gerçek, başta “başkanın bütün yalakaları” olmak üzere milletimizin kahir ekseriyeti tarafından bilinmektedir. Sadece havuz medyasının her türlü şeref ve haysiyet duygusundan yoksun özel harp yayınları bile tek başına bu durumun kanıtıdır. Görünen o ki, Cumhurbaşkanı’nın, kendisini başkan yaptırmamakta kararlı görünen, başta HDP olmak üzere Kürt siyasi hareketinin belini kırmadan sakinlemesi mümkün değildir.

Bir başka neden…

Erdoğan’ın başkanlık hedefi artık bir kara mizah konusu haline gelmiştir. Medyada “Adam açıkça söylemişti; keşke istediği 400 vekili verip kurtulsaydık!” türü şaka yollu, ancak bir kâbusu da işaret eden yazılar çıkmaya başladı. Bir seçim zaferinin, öyle 400 vekille olmasa da, kazanılması halinde “Bu adam biraz olsun sakinler mi?” veya düpedüz “Bu adamın şerrinden kurtulabilir miyiz?” gibi soruların olumsuz cevabı sadece RTE’nin hedefleri doğrultusunda Kürt siyasi hareketine ve Kürtlere duyduğu siyasi ve şahsî kin ve düşmanlıkla bağlantılı değil. Başarısız olduğu için başımıza bu çorapları örebilen bir şahsın bir de başarılı olması halinde neler yapabileceğini bir düşünün!

Daha önce de birçok defa belirttiğimiz üzere RTE’nin anayasal veya fiili başkanlığı kaçınılmaz biçimde bir “iç savaş rejimi” olacaktır. Yani burada parlamentarizme alternatif bir başkanlık sisteminden falan değil, farklı bir rejimden söz ediyoruz. Böyle bir rejim, belirli bir aşamada yol açacağı askeri anlamda bir iç savaştan önce, “iç düşman” olarak ilan edilen muhalefeti, yasal ve yasadışı her türlü baskı ve polis yöntemiyle ezip kontrol altına almayı, kıpırdayamaz hale getirmeyi hedefleyen, çoğu zaman tek yönlü bir iç savaşı dayatan bir terör rejimidir. Bu bağlamda meselenin önümüzdeki seçimlerle ve Kürtlere öfkeyle sınırlı olmadığı, “başkanlık” terörünün Türkiye sol, sosyalist hareketini de (ve yeri geldiğinde emekçi mücadelelerini de kapsayacak biçimde) hedeflediği, bugün yapılanların aynı zamanda geleceğimize dair bir “kostümlü prova” olduğu açıkça ortadadır. Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın sadece Kürt siyasi hareketini değil, cümlemizi toptan tehdit etmesi ve hesap sorulacağını söylemesi boşa değildir.

Başarılı bir diktatör olmanın şartları!

Ancak ortada böyle bir rejimden doğrudan veya dolaylı yarar umabilecek olanları dahi endişelendirmesi gereken bir durum söz konusudur. “Ne yazık ki” RTE, “şanslı” bir diktatörün sahip olması gereken pek çok avantajı kaybetmiş durumdadır. Bunu Mayıs 2014 tarihli “Bir Nevi İç Savaşa Doğru” adlı yazımızda, “Diktatör olmanın Başlıca Şartları” başlığı altında şöyle ifade etmiştik:

“Erdoğan adı ‘otoriter”’ ve ‘tek adamcı’ çizgisi nedeniyle uzun bir zamandır ‘diktatörlük’ çağrışımlarına yol açıyor. Çağrışım ne kelime bazı çevrelerce “faşist” bile ilan edildi. Ancak her yiğidin gönlünde yatan aslanlar bir yana “diktatörlük” sadece öznel heveslerle gerçekleşen bir şey değil, onun da nesnel şartları var. Yani bir kişinin ruh ve kişilik tahlili üzerinden veya gizli, açık ajandalarından yola çıkarak veya benzetmeler yaparak, gidişat üzerine mutlak hükümler vermek siyasette doğru bir yol değil. Başbakan son bir yıllık süreçte bir ‘diktatör’ olabilmesi için gerekli temel avantajları kaybetmiştir! Malûm (veya değil) diktatör olmanın birinci şartı, en azından iktidarının başlangıç dönemlerinde genel bir itibara ve “kurtarıcılık”, hatta “ulusun babası” imajına sahip olmayı zorunlu kılar. Hiç olmazsa acil bir ihtiyaca denk düştüğü konusunda, bazen “kerhen” de olsa iç ve dış konsensüs gereği vardır. Diktatör adayı, tarihsel ve/veya güncel zorunluluğunu kanıtlamak durumundadır. Her şeye rağmen “dünya düzeninin” dış ve iç büyüklerinin, yerli ve yabancı mali sermayenin, asker ve sivil bürokrasinin ve genel olarak orta sınıfların doğrudan veya dolaylı onayını alması, onların korku ve endişelerine, huzur, sükûn ve istikrar taleplerine tatmin edici cevaplar verebilmesi gereklidir.

Yine bir diktatörün, ya kapitalist mülkiyetin bekasını da tehlikeye düşüren bir iç savaşı kazanmış ya da yukarıda saydığımız güçlerin yüreğini ağzına getiren bir iç savaş ihtimalini ortadan kaldırmış olması gerekir. Bu şart bir diktatör için önemli bir meşruiyet ve rıza kaynağıdır. Oysa bizim şimdiki Başbakan’ın kuvvetle muhtemel başkanlığının orta vadede bir nevi ‘iç savaşa’ yol açabileceğine dair yaygın bir endişe vardır. Ayrıca Başbakan’ın toplumu sarmış genel bir korku, endişe ve umutsuzluğu yalandan da olsa gidermesi bir yana bakışı, duruşu ve politikalarıyla toplumun önemli bir bölümü için korku, endişe ve umutsuzluk kaynağı olduğunu da unutmayalım. Üstelik her diktatör için en azından diktatörlüğünün ilk döneminde “namus ve dürüstlük” konusunda eski rejimin hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve yağmacılığından bıkmış insanların genel destek ve güveni çok önemlidir!”

Evet, kendisi ne kadar farkındadır bilemeyiz, ancak Cumhurbaşkanı, güçlü bir diktatör, en azından belirli bir süre için varlığı kolay kolay tartışılmaz başarılı bir “Bonapart” veya “Putin” olma şansını en azından nesnel olarak kaybetmiştir. Her türlü “Bonapartlık” denemesi kendi sonunu da getirecek başka “Bonapartlaşmalara” yol açacaktır. Ancak pek çok sonucunu kestiremese de, “o malûm nedenlerle” kendini bu işe asılmak ve her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak zorunda hissetmektedir. Sorun artık “siyasal İslam’ın Türkiye’deki tarihsel bilmem nesi” falan olmaktan çıkmış, doğrudan çevresiyle birlikte kendi sorununa dönüşmüştür. Bu nedenlerle, RTE’nin bırakın AKP’ye tek başına iktidar kazandıracak öyle 276’lık bir seçim başarısını, kendisine başkanlık yolunu açabilecek bir zafer durumunda bile “sakinleme” ihtimali yoktur!

Nankörler!

Tabii geçerken şunu da belirtmekte yarar var. RTE’nin dinmez öfkesinde kendisine yapılan “nankörlüklerin” de büyük payı vardır! O, emperyalist sistem içinde en azından Ortadoğu düzeyinde “model” bir ülke olmak için bütün gücünü harcamış, hatta bir dönem için bunu başarmış, ancak yine de beklediği karşılığı bulamamıştır. Yine, kendi “özel” toplumsal-iktisadi tabanını güçlendirmek amacıyla her ne kadar “yeşil” veya “İslamcı” kanadını kayırdıysa da iktidarı boyunca emperyalist sistemin sınırları içinde, sermayenin genel ve bütünlüklü çıkarlarını savunmuş; büyük sermaye onun döneminde tarihinin en büyük kazançlarını elde etmiştir. Aynı şeyi her ne kadar her şeyi kendi otoriter-vesayetçi iktidarına yontmuş olsa da “demokratikleşme” ve “vesayet” konularında bu memlekete onca emeği geçmiştir. Ayrıca Kürtlerin ve “ne istedilerse verdiği” cemaatçilerin kendisine yaptıkları da unutulur gibi değildir. Gezi’de ortaya çıkan “uluslararası komplo”dan söz bile etmiyoruz! Yani, kim olsa öfkelenir!

Kara düzenin ürünü!

Tekrar başa dönecek olursak, bu ülkenin tarihini işçi sınıfı ve tüm emekçiler için “Kara Üçleme”nin başlıklarına çeviren bir düzen vardır. Gerçekte sorun Tayyip Erdoğan’ın hırs ve öfkesiyle sınırlı değildir. O bu “kara düzenin” bir ürünüdür. Özellikle genç arkadaşlar, geçmişe ilişkin “altın çağ” kıvamındaki hikâyelere, “Yok canım, bu kadar değildi!” palavralarına bakmasınlar. Bu lâfları edenlerin ya hafızaları zayıf, ya da doğrudan yalan söylüyorlar. Tabii, eğer korku ve panikten akıllarını kaybetmedilerse. Üzerimize çöken kâbus nedeniyle henüz geleceğe ilişkin hayaller kuramıyor olsak da geçmişe nur yağdırmanın bir âlemi yoktur. RTE’nin bütün “yeni Türkiye” iddialarına rağmen “eski Türkiye”ye döndüğü iddiaları gerçeği pek yansıtmıyor. O, “eski”yi kendine uyarlamaktan başka bir şey yapmamış; sadece geçmişin hiçbir tutar yanı olmaması nedeniyle bir süre için yaptığı her şey “reform” gibi görünmüştür. Çok temel konularda hemen her şey “eski hamam eksi tas” durumundadır. “Yeni” düzende 12 Eylül yasalarının mümtaz yerini kimse inkâr edemez. RTE, sıkıştığı her durumda ve bütün “milli meselelerde” “Eski Türkiye”nin dilini kullanmış, reflekslerini göstermiştir.

Unutulmaması gereken, “önceki” Türkiye’nin de, Bonapartizmi, yarı Bonapartizmi, askeri darbeleri, devrimcilere, sosyalistlere, Kürtlere, her türlü muhalifine yönelik kesintisiz ve sistematik işkence, baskı ve terörüyle, kirli savaşları ve MHP’siyle bir kâbuslar ülkesi olduğuydu. O Türkiye, İslamcı ve faşist gericiliği kirli karanlık işlerinde sık sık kullansa da bütün melanetlerini “laiklik” kisvesi altında yürüttüğünden olacak şimdi kimilerince “asude bir bahar ülkesi” olarak hatırlanıyor.

Evet bildik bileli Leo Malet’nin Kara Üçlemesi’ni çağrıştıran bir hayata zorlandığımız bu memlekette, iktidar sahipleri bir defa daha, hayatımızı berbat etmeye, güneşi bize haram kılmaya ve kendilerinden olmayan herkese ecel terleri döktürmeye çalışıyor. Ama yağma yok…

Yorumlar kapalıdır.