“Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete”

Yazının başlığını önce “Türkiye nereye gidiyor?” gibisinden bir genel ifade biçiminde düşünmüştüm, ama ülkeye giren ilk motorlu taşıtlara binen Osmanlıların türettikleri (neredeyse mazoşist) korku dolu bu deyişleri, mevcut politik duruma daha uygun diye düşündüm. Gerçekten de, Cumhurbaşkanı ve onun etrafında toplanmış AKP kadrolarının ülkeyi yangın yerine döndüren bir felakete sürükledikleri bugünlerde yaygın kabul görüyor.
Şu andaki AKP “alametine” binenlerin bile hissettikleri “felaket” endişesi, parti içindeki çatlaklardan dışarı sızmaya başlamış durumda. Öyle ki, “terörizme karşı” oluşan gerici patron-sendika bürokratı ittifakının bile çağrısına aynı zamanda “kardeşlik” gibisinden bir temenni eklemesi, sanki alametin sürücüsüne gönderilen bir sinyale benziyor.

Aksaray komutanının paranoyik ve despotik kişiliğinin politik gelişmeler üzerinde ciddi bir etkisinin olduğu kuşkusuz bir gerçek. Ama bu konuda her ne kadar psikoloji uzmanlarına kulak vermemiz gerekiyorsa da, politik olguları ve tarihsel durumları önder veya önderlerin kişilik özellikleriyle açıklamaya çalışmak bizleri yanılgıya sürükler. Tarihte ön plana çıkan politik bireyler, belirli sosyal ve ekonomik süreçlerin ve bu süreçlerin içerdiği sınıf mücadelelerinin ürünleridir. Toplumda egemen olan veya olmaya çalışan sınıflar ve/veya sınıf kesimleri, ihtiyaç duydukları yetenek ve nitelikteki önderleri kendi kalabalıkları içinden (hatta bazen kendilerine rakip sınıfların içinden) çekip çıkarırlar, öne iterler.

Tayyip Erdoğan da Türkiye’de işlemeye başlayan yeni sermaye birikimi sürecinin ve bu birikimi gerçekleştiren yerli burjuva kesimlerin temsilcisi olarak politika sahnesine sürüldü. Anadolu kaplanları, kredi akışlarını ve bir bütün olarak ekonomiyi denetimi altında tutan laik devlet bürokrasisini ve bu arada onu koruyan askeriyeyi etkisizleştirecek kadar gözü pek; kırlardaki ve kent varoşlarındaki oy depolarına girebilecek kadar Müslüman ve “baldırı çıplak”; yeni ticaret ve yatırım pazarları yaratabilmek için düşmanının düşmanını dost görebilecek kadar bel kemiksiz diplomat; içeride arzu duyulan “istikrarı” sağlamak için şimdi “demokrat” ama bir an sonra otoriter olabilecek kadar ilkesiz ve acımasız önder özelliğini onda ve onun etrafına yığılan daha kısa boylu politika heveslilerinde buldular.

Başlangıçta dört beş yıl işler iyi gitti. Yüzde 7 civarında seyreden gelişme, Avrupa Birliği ile yaşanan balayı, genişleyen iç ve dış pazarlar, biraz dahi olsa düzelen gelir ve iş kaynakları, filizlenmeye başlayan sosyal devlet uygulamaları, AKP alametinin toplumu “nurlu ufuklara” doğru taşıdığı inancını yaygınlaştırdı. Ama dünya konjonktüründeki yaz ayları bitip, 2007 sonlarında kriz tufanları başlayınca, ne yeni sermaye birikiminin ne de genel olarak kapitalizmin sonsuz bir asfalt yolda yol almadığı ortaya çıktı. Kaplanlar fırtına sonucu daralan doğal alanlarında hayatta kalabilmek için birbirlerini yemeye başladılar. Bu arada içlerinde iyice palazlanan bazıları, o döneme kadar düşman olarak gördükleri geleneksel finans kapitalin sığınaklarına atladılar. Dahası var: Arap ülkelerinde işçi ve emekçi halkların kendi diktatörlerine karşı ayaklanmaları, bizim bel kemiksiz diplomatın hayallerine su düşürdü, “ilkeli” tutumunun aslında yalpalamalarla ve yanlış okumalarla dolu olduğunu açığa çıkardı. İçeride, kendi denetimi dışındaki “baldırı çıplakların” Gezi’de ayaklanması Kasımpaşa delikanlısını fena öfkelendirdi, onu cinnetin ve uçurumun eşiğine sürükledi. Batmakta olan gemiden atlamaya başlayan eski dostlarının ifşa ettiği rüşvet, irtikâp ve soygun skandalları Kasımpaşalı’nın amiyane tabirle “delikanlı” değil de bir “torbacı” olduğunu ortaya koydu. Öte yandan, Kürt ticaret, yatırım ve ucuz emek pazarlarına ihtiyaç duyan burjuvazinin dilediği “barış” projesinin aynı bölgede kendi kaderini tayin dinamiklerine varacak gelişmelere gebe olduğunun ortaya çıkması, Kuzey Irak merkezli Kürdistan burjuvazisini bile korkutmaya başladı. Nihayet, Batı’da metal işçilerinin mücadeleleri, işçi sınıfının uzun bir kış uykusundan uyanmakta olduğunu, büyük kent emekçilerinin AKP’ye verdikleri oyların “emanet” olabileceğini gösterdi.

Kısacası, toplum ana hücrelerine ayrışmaya başladı. İstikrar dönemlerinin kural değil de birer ayrıntı olduğu hemen bütün bağımlı, yarı sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu tip süreçler sınıfların üzerine yükselerek burjuva düzeni koruyabilecek despotik yapılara yol açar. Biz bu tip politik iktidarları, çok daha özgün bir politik oluşum olan faşizmden ayırt edebilmek için, Bonapartizm olarak adlandırıyoruz. On, on beş yıl öncesine kadar bu görevi hep askeriye yüklenirdi. Ama bugünkü dünya koşullarında (ordunun her an eski görevine sahip çıkabileceğini göz ardı etmeksizin) sivil bir Bonapart’a ihtiyaç duyuluyor. İşte tam bu noktada, Cumhurbaşkanı kendi niyetleri ve kişiliğiyle bu göreve hazır ve yatkın olduğunda ısrar ediyor. “Hepinize ben emredeceğim; hepinizin üzerinde ben olacağım; böylece elimdeki tüm devlet araçlarıyla –ordu, polis, MİT, özel kuvvetler, vs.- içeride ve dışarıda düzeni ve istikrarı sağlayacağım ve böylece eski güzel günlere döneceğiz”, diyor. Daha taç giymeden bile, finans kapitali azarlıyor, merkez bankası başkanına hakaretler ediyor, eski müttefiklerini yanından kovuyor, emekçilerin ve öğrencilerin üzerine polisi, Kürtlerin üzerine orduyu sürüyor, hâkimleri ve savcıları sürgüne yolluyor, tutuklattırıp yargılatıyor, kısacası tüm toplumsal kesimler üzerine korku ve yılgınlık tohumları ekiyor.

Ama bir sorun var: Egemen sınıflar ısrarla “istikrar ve düzen” talep etmekle birlikte, bunun “kanunlar” eşliğinde olmazsa yeni patlamalara yol açabileceğini tarihsel deneyimleriyle öğrenmiş durumdalar. Cumhurbaşkanı da bunun farkındaki tacını parlamento eliyle giymeyi arzuluyor. Bu yüzden de 400, olmadı 550, “yerli ve milli milletvekili” istiyor. Ama elindeki anketler pek iç açıcı değil, dolayısıyla da “her ihtimale karşı” kendi baldırı çıplaklarını Osmanlı Ocakları’nda toplamaya başlamış durumda.

Bütün bu gelişmelerin açabileceği olasılıkları ve proletaryanın ve devrimci Marksizmin yakın geleceğe ilişkin görevlerini gelecek yazımızda inceleyeceğiz.

Yorumlar kapalıdır.