Çok yakında görür müyüz?
Başbakan’ın “Çok yakında görürsünüz!” açıklamasından bir gün sonra, TSK uzun menzilli toplarla YPG’yi vurmağa başladı; hem de “angajman kuralları” gereği. Yani, YPG’nin Türkiye’ye ateş açacağı sanki Başbakan’ın içine doğmuş! Ancak bombardımanın sonraki günlerde de sürmesinden ve Milli Savunma Bakanı’nın daha da süreceğini söylemesinden meselenin “angajman kuralları gereği, açılan ateşe misliyle karşılık verilmesi”yle falan ilgisinin olmadığını anlıyoruz. YPG’nin “Bugüne kadar Türkiye yönüne tek kurşun sıkmadık” açıklaması bir yana zaten Türk devletinin YPG’ye verdiği ültimatom da bunu gösteriyor: 1- Azez’e yaklaşmayacaksın. 2- Mınnıh üssünü boşaltacaksın. 3-Koridoru kapatmayacaksın! Belli ki karar daha önce verilmiş. Nitekim, Yeni Şafak’tan Abdülkadir Selvi, Azez’e yönelik askeri müdahale konusunun Cumhurbaşkanı başkanlığındaki bir güvenlik toplantısında konuşulduğunu yazıyor. Azez’in kimin elinde olacağının sadece Halep’in değil, esas olarak Suriye iç savaşının, bu arada bir ölçüde Rojava’nın ve çeşitli dolayımlarla Türkiye’deki iktidarın kaderini belirleyecek olması, bu kasabaya kritik bir önem kazandırıyor.
Kapıyı kırarak girmek!
Kısacası topçu ateşi, herhangi bir YPG saldırısına karşılık değil, doğrudan Türk devletinin tamamen birer iç mesele haline gelmiş Suriye ve Kürtlere ilişkin dertleriyle ilgili. İktidar, büyük hesap hatalarıyla önemli ölçüde dışında kaldığı ve destek verdiği güçlerin kaybetmeye başlamasıyla iyice etkisiz kalacağını anladığı sürecin yönünü değiştirmek amacıyla “kapıyı kırarak” içeri girmeye niyetli. Üstelik vakti zamanındaki “oyun kuruculuk” iddialarının hilafına tam bir “oyun bozucu” olarak! Taktik de muhtemelen, geçmişte milletçe dinlediğimiz bir gizli kayıtta MİT Başkanı tarafından ifade edilen “Gönderirim dört adam, attırırım sekiz füze!” taktiği olacak; ardından gelsin “angajman kuralları”, gelsin müdahale.
Elbette bütün bunlar “Türkiye’nin milli çıkarları” doğrultusunda yapılan işler! Yani Türkiye’nin ve de “milli” olduğuna göre hepimizin ortak çıkarları kısaca şunlar oluyor: Azez’in, siyasi iktidarın desteklediği ve aralarında Fetih Ordusu vb. selefi-cihatçı örgütlerin de bulunduğu grupların elinde kalması. Demokratik Suriye Güçleri tarafından alınan Mınnıh (Araplar ve Kürtler böyle telaffuz ediyormuş) üssünün iade edilmesi. Cerablus-Azez hattının IŞİD, Nusra ve diğerlerinin elinde kalması, böylece Halep’in kuşatma altına girmemesi. Belli ki, iktidar zorda, “milli çıkarlarımız” da pamuk ipliğine ve Nusra, Ahrar üş Şam vd. güçlerin performansına bağlı; tabii, Suudileri de unutmamak şartıyla!
Türkiye’nin olmadığı söylenen Kürt sorununun Suriye sorunuyla nasıl iç içe geçtiği, bunların da bu memleketin rejim ve başkanlık sorunuyla nasıl bir doğrudan bağlantı içinde olduğunu ve de bunun için neler neler yapılabileceğini bir kere daha anlıyoruz…
Bir holiganizm hikâyesi: Tribünden sahaya..!
İktidar, Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeleri “tribünden seyretmeyeceğini” açıkladı. Yani artık iş, doğrudan sahaya atlayarak “holiganizm” yoluyla çözülecek! Suudiler, Katarlılar gibi sıkı dostlara rağmen belli ki işleri toparlamak kolay değil. ABD Dışişleri Bakanı, “Barış planının başarısızlığı halinde çatışmaya daha fazla ülke karışabilir… Diğer koalisyon ortaklarıyla kara harekâtı başlatmaya hazırız” türü “hem nalına hem mıhına” vuran, geleceğe açık kapı bırakan, bu arada Rusya’ya da ayar vermeye çalışan açıklamalar yapıyor. Rusya Başbakanı Medvedev’in cevabı “Bölge ülkelerinin Suriye’de girişecekleri bir kara operasyonunun uzun süreli topyekûn bir savaşa dönüşeceği” yönünde. Üstelik bu yönde başka pek çok açıklama ve uyarı var, çoğu büyük bir bölgesel savaş tehlikesi üzerine. Ancak belli ki iktidarın bugüne ve geleceğe ilişkin pek çok plan ve hedefini geçersiz kılacak, belki de kendi yıkımına yol açacak bir Suriye başarısızlığına tahammülü yok. Üstelik geçmişte o çok öğündüğü “yumuşak gücün” neredeyse tamamını kaybetmiş. O nedenle savaşı göze alabilir. Elbette dile getirilen onca engel düşünüldüğünde bu gözü karalık çoğumuza “çılgınca” gelebilir. Ancak çılgınlığın da bir aklı -mantığı vardır ve çılgınların çoğu bu akıl ve mantık uyarınca yaptıklarını bir “çılgınlık” olarak görmezler. Hatta bazen işler bir süre için, diğer tarafların şaşkınlık ve tereddütleri, konjonktürün yol açtığı kararsızlık, denge ve boşluklar sayesinde yolunda gidebilir. Zaten “Artık o kadarı da olmaz!” dediklerimizin olma nedeni de budur.
Zor ama imkânsız değil
Evet bu işler zordur, ancak yine de imkânsız değildir. Mesela ABD ile Rusya arasındaki, rekabete dayalı gerilimli uzlaşma politikasının çatlak ve boşlukları değerlendirilerek, iki güç arasındaki “kör noktalar” kullanılarak bir yol bulunabilir! Mesela Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunan Türkiye, Rusya’nın kendisine bir NATO üyesi olduğu için dokunamayacağını ve bu nedenle geri adım atacağını; ABD’nin ise çok önemli bir müttefiki kaybetmemek, durumu bir biçimde idare edebilmek için göz yummak zorunda kalabileceğini, Rusya ve İran’a karşı mecburen araya girebileceğini düşünebilir. Ayrıca, ortada Suudileri bile heveslendiren bir IŞİD bahanesi vardır ki, çok kayıtlı ve şartlı da olsa ABD müsaadesine yol açabilir, Rusya’yı susmak zorunda bırakabilir. Bu durumda Suriye’deki dengelerin tamamen Ruslar lehine bozulmasını istemeyen ABD, görünürdeki uyarılarına rağmen “istemem yan cebime koy” taktiği izleyebilir. Ayrıca, iyice sıyırmış bir gözü karalığın, hatta elinde bombayla ortaya çıkan bir delinin çevrede yaratacağı dehşet duygusu ve bunun yol açacağı zorunlu soğukkanlılık hali pekâlâ işe yarayabilir. Bir Türk-Rus (hatta İran) savaşından endişe eden Batılı müttefiklerinin Türkiye’yi teskin etmeye dönük tavırları, Kürtlerle ittifak konusunda verecekleri kısmi tavizler iktidarın Suriye’deki kaybını kısa dönemde ve bir ölçüde de olsa kazanca çevirebilir…
Yeni zamanlar, başka ihtimaller..!
Tabii, biz bütün bunların çılgınca fikirler olduğunu; diplomasinin, TSK’nin, devletimizin bilinen akıl ve mantığının, uluslararası plandaki tavsiye ve çağrıların ağır basma ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de hiçbir şey içimizdeki kötümserliği bastıramaz. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, barış masalarına oturmadan önce tarafların masadaki konumlarını güçlendirmek amacıyla alanda yeni hamleler yapmasının, yeni mevziler kazanmasının normal olduğunu bilsek de, bu hamlelerin savaşı uzattığını ve uzayan savaşların yepyeni tehlikelere yol açtığı söyleyebiliriz. Bu tür durumlar, daha önceden hiç hesaba katılmamış kanlı sonuçlara neden olabilir. Böyle bir gelişme, tarafların bugün hiç düşünmedikleri bir biçimde karşı karşıya gelmelerine ve bir iç savaşın bölgesel bir çatışmaya dönüşmesine yol açabilir. Bu nedenle, henüz sembolik, fantastik ve mecazi gibi görünse de, “üçüncü dünya savaşı”, “Birinci Dünya Savaşı öncesi durum” vb. söylemleri aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekir.
Bir diğer husus da, ortaya çıkan yeni “dünya-tarihsel” olayları, geçmiş dönemin veri, usul ve teorik araçlarıyla ve de bugünün henüz sınırlı görüntüleriyle analiz etme alışkanlığımızdır. Keskin çatışmaların, hızlı politik kaymaların ve ani değişmelerin yaşandığı, “doğru bir teorik yönelişin olağanüstü pratik bir önem kazandığı” böyle durumlarda, bu yeni durumların ve bunların içinde oluştuğu yeni tarihsel-dünyevi koşulların doğru biçimde anlaşılması gerekir. “Soğuk Savaş” ve ardından gelen “tek kutuplu dünya”nın bütün dersleriyle artık gerilerde kaldığını; 21. yüzyılda olmamızın öyle barışı-demokrasiyi falan garanti etmediğini; kapitalist emperyalizmin egemenliğindeki dünyanın, tarihin bugüne kadar bilmediği yepyeni kötülüklere gebe olduğunu unutmayalım. Üstelik bazı tarihsel tecrübelerin tarihte kaldığına dair bir rehavete de kapılmamakta fayda var. Birinci Dünya Harbi’nin, insanlığın sonsuz bir barış ve ilerleme çağına girdiğinin zannedildiği bir dönemde, idare edilmeye çalışılan uluslararası gerilimlerin, kıytırık bir nedenle silahlı çatışmaya dönmesiyle patladığını akılda tutmak gerekiyor; hele ki “küreselleşmeye” dair hikâyelerin çoktan tarihin çöplüğüne gittiği bir dönemde… Ve elbette “çok yakında günümüzü görmememiz” için! Çünkü, Başbakan’ın ağzından çıksa da “Reis”e ait olduğunu bildiğimiz “çok yakında görürsünüz!” tehdidi, aslında hepimizi hedef alıyor…
Yorumlar kapalıdır.