“Soykırım, genel anlamda konuşursak, milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.”
Raphael Lemkin
Dünyaya “Genocide” kelimesini kazandırmış olan Raphael Lemkin’in soykırım tanımı olan bu paragrafta onu bir katliamdan ayıran en önemli farkın planlı, örgütlü ve sistematik olması hiç de şaşırtıcı değildir. Böylesine planlı-sistematik vahşetlerin çağı olan 20. yüzyılın son soykırımı Orta Afrika’nın küçük ülkesi Ruanda’da gerçekleşti. Hem de tüm dünyada kapitalizmin sözde ebedi zaferinin kutlandığı, tarihin ve savaşların sonunun ilan edildiği bir dönemde. 1994 yılında…
Böyle planlı kitlesel yok oluşlar birden oluşmaz, önce ayak sesleri duyulur. Çünkü altında derin tarihsel, toplumsal ve politik gerilimler vardır. İşte bu gerilimleri eken emperyalizmin biçtiği bir soykırım hikâyesidir bu ve 1931 yılından başlar.
Soykırıma giden yol
Birinci Dünya Savaşı sonrası Ruanda’yı Almanlardan alarak sömürgeleştiren Belçika, bölgede denetimini ve nüfuzunu arttırmak amacıyla despotik ve oligarşik bir yönetim biçiminin temellerini atmıştı. Bunun için de ilk iş olarak 1931 yılında ülkedeki her insanın kimliğine daha önceleri etnik bir kimlik olarak görülmeyen Hutu veya Tutsi yazılma zorunluluğu getirildi. Oysa büyük tropikal Orta Afrika’nın Bantu dili konuşan halklarının bir kabilesiydi Hutular. Tutsiler ise bu engebeli coğrafyada az sayıdaki tarımla uğraşan insan için kullanılan sosyal bir tabakayı belirten kelimeydi. Ortada var olan elbette ki sınıflı bir toplumdu ama aynı kültüre, dile ve yaşam alanına bağlı bir halk söz konusuydu. Belçika, uzun boylu, ince burunlu ve yapılı olan insanlara Tutsi; kısa ve yayvan burunlulara Hutu adını vererek bu ayrımı sözde ırksal bir temelde genelleştirdi. Dönemin Avrupa’sındaki faşizm dalgasından da gücünü alan bu ayrım, toplumsal sınıf farklılıklarını kafatasçı bir mantıkla ırk temelinde ayırmak gibi tehlikeli bir işi başlattı. Herhalde soykırım için daha iyi bir temel atılamazdı.
Belçika güdümündeki Tutsi monarşisi, herkese “ırkını” gösteren kimlikler sayesinde işe alımları, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçları ırk temelinde örgütlemeye girişti. Yıllar içinde belirli bir gelirin üstündeki orta ve üst sınıflara Tutsi denmeye başlandı. Toplumsal huzursuzluk ve sınıfsal gerilim had safhaya ulaşmıştı. Ülkedeki köylü ve işçiler için neredeyse bir kast sistemi uygulanıyordu. Yıl 1945’ti..
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle darbe yiyen ve inisiyatifi kaybeden emperyalizm bölgede denetimi ve gücünü yitirmeye başlamıştı faşizmi yenilgiye uğratan işçilerin özgürlük ve bağımsızlık dalgası kuzeyden güneye tüm Afrika ülkelerine yayılması uzun sürmedi. Kendi sömürgecilerinden bir bir bağımsızlaşan ülkeler listesine Ruanda girdiğinde yıl 1962’ye gelmişti bile.
50’lerde kurulmuş küçük burjuva milliyetçi önderliğe sahip Hutu Özgürlük Hareketi Partisi (PARMEHUTU) ezilen kitleleri de peşinden sürükleyerek Belçika’dan bağımsızlık mücadelesinde etkin bir yol oynadı ve ülkede cumhuriyet ilan edildi. PARMEHUTU’nun kurucularından olan Grégoire Kayibanda ülkenin ilk seçilmiş başkanı oldu. Fakat parti önüne bir işçi iktidarını koymak yerine intikam duygusuyla hareket ederek Hutu milliyetçisi politikalarla tüm Tutsi olarak görülen insanlara pogrom uygulamaya başladı. Ülkedeki en ufak bir sorunu dahi çözemedikleri gibi sınıfsal sömürü yeni bir boyut kazanmış üstelik yeni etnik kimlik sorunu baş göstermişti. 1960 ve 1970 arasında 100 bine yakın Tutsi çeşitli katliamlarda öldürüldü. Ulusal sorunun parçası haline dönen Tutsilerin bir bölümü komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Çoğu eğitimli olan bu insanların kısa sürede bir Tutsi diasporası oluşturması uzun sürmedi. Bu sırada Ruanda’daki mevcut iktidar ülkedeki kapitalist üretim ilişkilerini yıkmayı düşünmediği için sermayesi yetersiz olan bu ülke emperyalizme iktisadi ve politik olarak bağımlı olmaya devam etti. Ülkedeki tek parti diktatörlüğü gittikçe emperyalizmin güvenini kazanmaya başladı. Komşu ülkelerde bulunan Tutsiler de mevcut Ruanda yönetimine karşı örgütlenerek gerilla savaşı başlattı. “Front Patriotique Ruwanda” (FPR) yani Ruanda Yurtsever Cephesi adlı silahlı gerilla örgütü bir ulusal mücadele hattı ördü. Hem ülke içindeki hem de dışındaki Tutsilerin desteğini alan FPR içinde, soykırımı durduran adam olarak tanınan günümüzdeki mevcut Ruanda Başkanı Paul Kagame de vardı. Ordu ve FPR arasındaki yıllarca süren çatışmalarda binlerce insan öldü. Fakat FPR de küçük burjuva önderliğe sahip bir hareketti. Sovyetler’den yer yer yardım alsa da Uganda’da kampları bulunan örgüt ’90’lara doğru İngiltere ve ABD destekli Uganda ordusuna eklemlendi ve onun bir parçası haline geldi.
1973 yılında Juvénal Habyarimana emperyalizm destekli bir askeri darbe ile PARMEHUTU hareketine son verdi. Ülkenin yeni başkanı olarak daha fazla Tutsiyi sürgüne yollamak dışında yeni bir şey yapmadı. Ülkedeki hiçbir sorun çözülemiyordu.
1990’ın başında Sovyetler birliği dağılırken aynı yıl Uganda Ordusu destekli FPR Ruanda’da Paul Kagame önderliğinde iç savaş başlattı. Neredeyse FPR, başkenti ele geçiriyordu ki Fransa ve Belçika’nın ara buluculuğu ile barış görüşmeleri başladı. “Tarihin sonu” tamtamlarının çalındığı o dönem Habyarimana iktidarı –elbette ki emperyalizmin izniyle– ülkedeki yolsuzluğu araştıracağını, basın üzerindeki engellerin kaldırılacağını, muhalif hareketlere izin verileceğini vadetti. Toplumsal gerilimler çözülmek şöyle dursun yumuşatılamıyordu bile; sadece hasıraltı edilmeye çalışılıyordu.
Soykırım
1992-94 arasında görünürde bir barış dönemi yaşansa da ülkedeki milliyetçi Hutu grupları devlet tarafından paramiliter şekilde eğitilip kırıma hazırlanıyordu. İnterahamwe denilen bu yarı askeri yerel gruplar tüm Tutsileri ve barış savunucusu Hutuları fişlediler. Devlet, ateşli silah ithalatı yapamadığı için Çin’den yüzbinlerce pala sipariş etti. Açıkça bir kırım yapılacağı askeri güçlerce ve Hutu hükümeti tarafından biliniyordu. Sadece bir kıvılcım beklendi ya da parlatıldı. 6 Nisan 1994 günü devlet başkanı Habyarimana’nın uçağı düşürüldü. Zaten ülkede bir Bonapart işlevi gören bu kişinin ortadan kaldırılması kırım sırasında İnterahamwe gruplarına kolaylık sağlamış oldu. Ülkedeki çelişkiler o denli büyük, devlet o denli geriydi ki, soykırım sonunda Ruanda devleti de tüm yapılarıyla ortadan kalkacaktı.
Habyarimana’nın ölümüyle devlet radyosundan gün boyu (Tutsileri kastederek) “böcekleri ezin!” anonsu yapıldı. Sonrası ise malum… İki ay içinde palalarla –parası olanlar ateşli silahlarla ölümü seçebiliyordu– öldürülmüş 900 bin ile 1 milyon kişi. (Karşılaştırma yapmak gerekirse 5 yılda Suriye’de 300 bin civarında kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor.) Hutu hükümeti eliyle Ruanda’yı elinde tutan Fransa, olaylara sessiz kalarak soykırımı görmezden geldi. İç savaş döneminde ülkeye konuşlanmış BM askerlerinden 10 tanesinin soykırım başladığı günlerde öldürülmesi üzerine ABD tüm askerlerini ülkeden çekti. Başlayan şiddet eylemlerinin soykırıma dönüşmesine neden olan iki ülke bu sebeple Fransa ve ABD’dir ya da en azından durumda göz ardı edilemeyecek bir sorumlulukları vardır.
Ülkede Tutsi kırımı haberini alan FPR’nin de içinde olduğu Uganda ordusu, derhal Ruanda’ya girerek zaten ellerinde çok da ateşli silah olmayan Hutu milislerine karşı kolaylıkla ilerledi. Tam bu sırada ülkenin denetiminden çıkacağını düşünen Fransa birden soykırımı “hatırlayarak” ülkeye asker sevk etti ve elinde kalan doğu kısmına FPR’yi sokmayarak soykırımın bir ay daha uzamasına sebep oldu. Bu kaos ortamında Ruanda diye bir devlet kalmamıştı. Tüm teşkilat mekanizması çökmüş, üstüne üstlük başkenti ele geçiren FPR’den sonra intikam alınacağını düşünen 2 milyondan fazla Hutu, komşu ülke Kongo’ya mülteci akını başlattı. Öyle bir göç dalgasıydı ki, Kongo Savaşları’nın başlamasına sebep vererek ülkedeki Mobutu diktatörlüğünü devirdi. Ruanda’da ise devlet yeniden inşa edilerek FPR lideri Paul Kagame devlet başkanı seçildi.
Sonuç
Tarihsel anlamda yapay sınırlara bölünmüş ve sömürgeleştirilmiş olan “Sahra altı Afrikası”nda bir ülkeye ait toplumsal sorun asla salt o ülkeye ait değildir. 20. yüzyıl tarihi gösteriyor ki, dünya sınıflar mücadelesinin eğilimleri Afrika ülkelerinin gidişatında başat bir etkiye sahip olduğu gibi bu ülkelerin herhangi birinde meydana gelen toplumsal değişim isteği, farklı emperyal kesimlere bağımlı olsalar bile çevre ülkelerin tümünde bir karşılık bulmakta ve onları etkilemektedir. Aynı yıllarda bağımsızlıklarını kazanan bu ülkeler aynı yıllarda iç savaşlar geçirmiş, aynı yıllarda devrimci dönemlere girmiştir.
Bu eşitsiz ve bileşik etkinin bir sonucu olarak içinde bulundukları iktisadi ve politik bağımlılıklarını kapitalizmi yıkmadan aşmaya çalıştıkça hiçbir toplumsal sorunu çözemedikleri gibi bu sorunlar daha da derinleştirmiştir.
Yeni Ruandaların olmayacağının garantisi yok, hâlâ iktidarda olan Kagame’nin Ruanda’sı Bonapartist bir diktatörlüğe dönüşeli çok oluyor. Kongo ile olan husumet devam ediyor. Yeni soykırımlar ve iç savaşlar emperyalizmin gözetiminde gerçekleşebilir. Oysaki, bu koca kıtanın yeraltı kaynakları ve genç nüfusu emperyalizme çok etkili bir darbe vuracak güçte. Bu bağımlı kıtayı bağımsızlaştıracak, yeni katliam ve soykırımların önüne geçerek soykırımın gerçek nedeni olan emperyalizmi yargılayacak tek bir şey var; o da Afrika işçi sınıfının öncülüğünde kurulacak Afrika Birleşik Sosyalist Devletleri.
Yorumlar kapalıdır.