Cerablus’tan nereye..?

Türkiye ve ortağı Yeni ÖSO, “Fırat Kalkanı” adı verilen bir operasyonla IŞİD’in elindeki Cerablus’u alıp güney ve batı istikametinde ilerlemeye devam ediyor. Amacın sadece 98 km’lik bir sınır hattını IŞİD’den temizlemek olmadığı açık. Asıl mevzunun Rojava’daki Kürt kantonlarının birleşmesini engellemek ve fırsat çıktığında onları teker teker boğmak olduğu cümlenin malûmu. Saray rejimi, bu şekilde bir yandan içerideki Kürt sorunuyla rezonans halindeki bir tehlikeyi bertaraf ederken öte yandan Arap Ortadoğusu ile bağlantısının kopmasını, Suriye “oyununun” dışında kalma tehlikesini önlemeyi planlıyor.

Yani Suriye konusunda parmağını kıpırdatamaz hale gelen Türkiye’nin şansı birden dönmüş gibi görünüyor! Daha önce “Acaba Suriye’ye girer mi?” denilirken şimdi “acaba çıkar mı?” sorusu soruluyor! Pek çok çevrede “Sonunda emperyalizmin dediği oldu, şimdi Amerika’nın kucağındayız; ABD bizi kullanmak istiyor” görüşü ağır basıyor. Doğru; genel olarak bu işler böyledir. Nihayetinde emperyalist dünya sistemi içinde var olan kapitalist bir ülkeyiz; bilinen dünyada performansımızın nihai sınırları aşağı yukarı belli. Üstelik büyük devletlerin belirli sınırlar ve eleştiriler eşliğinde verdikleri “icazet” de ortada. ABD, Türklerle Suriye Kürtlerini belirli bir denge içinde birbirlerine karşı kullanıyor. Yani aslında her şey makul ölçülerinde görünüyor! Mesela müdahaleye belirli bir anlayış gösterir gibi görünen Rusya için Türkiye’nin Halep’ten elini çekmesi karşılığında masada yer bulması anlaşılır bir durum. Ha keza uzun zamandır Türkiye’yi sınırlarını kapatarak IŞİD’le mücadeleye zorlayan ABD için de işler yolunda görünüyor. Avrupa’nın da mülteciler sorunu var.

Ancak…

Ancak yine de “saraylıları” saymazsak kimsenin içi tam olarak rahat değil. Çünkü “Bu pilav daha çok su kaldırır!” Yani müdahalenin ne kadar “kucakla” sınırlı kalacağı, ne kadar hamle ve manevra imkânı sunacağı henüz belli değil. Hele ki işin içine son günlerde sözü edilen, ABD’nin çağrısıyla Rakka ve hatta Musul’a harekât meselesi de girerse… Türkiye’yi yönetenlerin kendilerini daha büyük güçlerin doğrudan veya dolaylı biçimde belirttiği koşullarla sınırlamayacağını, “terörizm” bahanesini kullanarak kalıcı pozisyonlar peşinde olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. (1974 Kıbrıs örneği unutulmasın; hem de uzun bir silah ambargosuna rağmen!)

Peki bu mümkün mü? Mümkün. Öncelikle Türkiye bir “icazetin” ötesinde, dünya kriziyle şekillenen kararsız güç dengelerinin ve bunun bölgedeki yansımalarının sağladığı imkânlardan yararlanmak istiyor. Emperyalizmin kendisine “muhtaç” olduğunu düşündüğü alanlarda azami bir kârın peşinde! Ortaya çıkan bu diplomatik-politik fırsat, Türkiye’nin sistem içi rekabetin yol açtığı çok sayıda boşluk, çatlak ve çelişkiden istifade etmesinin de bir sonucu. Evet, ABD ve Rusya’nın kendi çıkarları yönünde çizdikleri bir çerçeve var. Ancak, aynı zamanda ciddi bir sorun da var. Kendi hesapları doğrultusunda sık sık “arıza” işaretleri veren Türkiye’deki rejimin öngörülebilir sınırlar içinde tutulabilmesi; özellikle ABD’ye karşı “terk edilmiş sevgili” veya “ihanete uğramış eş” (Hem de Kürtlerle!) ruh hali içinde girdiği küskünlük ve manevraların tehlikeli bir hal almaması için kendisine belirli bir alan açılması gerekiyor. Rusya açısından da Türkiye’nin ABD’ye “tam dönüş” yapmaması önemli. Avrupa ise “mülteciler” şantajıyla yüz yüze. Kısacası Türkiye’nin emperyalizm tarafından “kullanılmasının” yanı sıra, dünya kriziyle şiddetlenen çelişkilerden yararlanarak emperyalizmi “kullanmasından” da söz edilebilir. Bunun verdiği coşku ve özgüven, rejimin bir süredir terk edilmiş gibi görünen “Yeni Osmanlıcı” hayal ve heves dünyasına yeniden dönme ihtimalini mümkün kılar. Yine aynı bağlamda, RTE’nin bu son “başarısı” hem kendisinde daha nice cevherler olduğu, hem de önünde geniş bir alan bulunduğu yanılsamasına yeniden yol açabilir. Bu da, “Başımıza ne geldiyse Suriye politikasından geldi!” (N. Kurtulmuş) açıklamasına rağmen Saray’ın Suriye’de işi kanırtacağı anlamına gelir. Meseleyi çeşitli yönleriyle görmek gerekiyor.

Sultan Abdülhamid’in “Düveli Muazzama” ile oyunları..!

Kısacası “Düveli Muazzama” (büyük devletler) arasında kaygan da olsa oluşmuş görünen uzlaşma ve “çözüm” ortamının dünyanın ve bölgenin bu tekinsiz halinde bir barış garantisi vermediği ortada. Türkiye’nin, giderek yükselen itirazlar eşliğinde çeşitli emrivakilere girişmesi, Fırat’ın batısındaki Kürt güçleri ve IŞİD gerekçesiyle daha güneye ilerlemesi, (Mesela Mınbiç’e, El Bab’a) “PYD terörü” bahanesiyle Rojava’ya saldırması mümkün. Buna fiili bir “tampon bölge” amacını da ekleyebiliriz. Kısacası Saray rejimi, çeşitli güçlere çeşitli yollardan yapacağı şantajlar ve oldubittilerle bölgede kalma niyetindedir. RTE bu noktada politik ve idari rol modeli Sultan 2. Abdülhamid’in büyük güçleri birbirine karşı kullanarak ayakta kalma politikasının bu defa yayılmaya dönük versiyonunu uygulama peşindedir! Bu politika, Suriye’de anlaşmaya gidildiği düşünülen bir zamanda, her şeyi altüst ederek ateşi yeniden harlatabilir. ABD ve Rusya’nın karşılıklı manevralarının ve bölge devletlerinin masada daha uygun bir konum elde etme amacıyla yerel güçleri kullanarak girişecekleri kanlı “dümenlerin” savaşı en azından uzatma ihtimali unutulmamalıdır. Bu ihtimal, Obama’nın çağrısıyla da olsa Türkiye’nin Rakka taraflarında görünmesiyle ve özellikle de Arapları Kürtlere karşı kullanmasıyla daha da artar. Rejim, kendisini kullanmayı hedefleyen ABD politikalarından kendi yararına sonuçlar çıkarmak isteyecektir. Hegemonya gücü zayıflayan ABD’nin son yıllardaki “performansı” düşünüldüğünde bu hiç de imkânsız değildir.

Hayırlı olsun..!

Tabii, bütün bunlar ister ABD’nin hedeflerine hizmet amacıyla, ister Türkiye’nin kendi özerk hedefleri doğrultusunda gerçekleşsin hiç de hayırlı neticeler vermeyecek işlerdir. Sorun sadece “savaşın kötü bir şey olması” ile sınırlı değildir. Evet, dış politika iç politikanın devamıdır, ama en azından yakın tarihte Türkiye’nin iç politikasıyla dış politikasının bu kadar birbirine geçtiği bir başka dönem yaşanmamıştır. Tamamı bir başkanlık rejimi hedefine odaklı bu çizginin kaçınılmaz sonucu baskının ve toplumsal çatışmaların daha da şiddetlenmesi olacaktır. Ayrıca, hem içeride hem de dışarıda savaşa girmiş bir ordunun, hangi “sivil” siyasi otoriteye bağlı olursa olsun politik olarak özerkleşmesi ve yeniden “vatanı kurtarma” düşüncelerine kapılması kaçınılmazdır… Anlaşılan, Cerablus’la birlikte yeni bir döneme girilmiştir. Hayırlı olsun..!

Yorumlar kapalıdır.